19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

“Devrimciler ölür, devrimler sürer!”

26 Kasım 2016 günü Dünya, Fidel Castro’nun kişiliğinde, 20. yüzyıl devrimlerinin yaşayan son muzaffer liderini kaybetti.

“Devrimciler ölür, devrimler sürer!”
A+ A-

Arslan Kılıç - Vatan Partisi MYK Üyesi

ABD’nin psikolojik savaş aygıtını hurdaya çıkaran devrimci

Batı emperyalizminin propaganda ve psikolojik savaş makinesi, kendilerine kafa tutan ve hele de dünyanın şu ülkesinde veya bu bölgesinde onların egemenliklerine son veren her milletten ilerici ve devrimci kahramanı karalamakta ve şeytan göstermekte büyük bir maharet sahibidir. Çoğu kere de bu uğursuz işlerinde başarıya ulaşmışlardır. Bir süreliğine de olsa, dünya halklarının cellâtlarına âşık olmalarını ve kurtarıcılarını şeytan olarak görmelerini sağlamıştır ve halen de sağlamaktadır.

Castro, dünya jandarması ABD’yi üstelik burnunun dibindeki küçük bir ülkede yenilgiye uğratmıştı. ABD bu yenilgiyi hiçbir zaman içine sindiremedi ve bu yüzden, devrimci Küba’ya yıllarca, askeri saldırı ve abluka da dahil, ekonomik, siyasi ambargo uyguladı. Bununla da yetinmedi, emrinde olan dünya çapında güçlü propaganda aygıtları ile ona karşı büyük bir psikolojik savaş yürüttü.

Ama Castro ABD’yi ve müttefikleri gericileri bir de bu konuda yenilgiye uğratan ender devrimci liderlerden biri oldu ve bunu yaşarken görebildi.

Castro’nun “karizması”

Castro’nun ABD psikolojik savaş aygıtını yenilgiye uğratma başarısında çoğu kez onun “karizmatik kişiliği”ne gönderme yapılır.

Evet, Fidel Castro, kendi aleyhine bile olsa gerçekleri pat diye söyleyen “doğrucu Davut” bir kişisel özelliğe sahipti. Gerek özel yaşamında gerekse bir devrimci lider yürüttüğü siyasi ilişkilerde, hiçbir özel hesap ve sözcüğün olumsuz anlamında “diplomasi” yapmadan, içinden geldiği gibi konuşmasıyla tanınmıştı. Batılı emperyalist devletlerin dünyanın mazlum halklarına tepeden bakan “sömürgeci beyaz adam” aşağılamalarına ve ABD’nin dünya jandarması küstahlıklarına meydan okumaları ile ünlenmişti.

Bunlar ve benzeri diğer kişisel özellikleri, ona gerçekten bir kişisel “karizma” kazandırmıştı.

Nitekim Castro’nun ölümü, bütün dünyada bu devrimciye karşı eşine az rastlanır bir sevgi ve sempati beslendiğini gösterdi.

Özellikle emperyalist müdahale ve sömürünün acılarını yaşayan mazlum milletler dünyasından yükselen sevgi ve saygı dalgası, büyük ve anlamlıydı. Türkiye de, Castro’nun antiemperyalist devrimci kişiliğine büyük saygı ve sempati gösterilen ülkelerden biri oldu. Sosyalistinden muhafazakârına, Atatürkçüsünden dindarına kadar, Türk halkının geniş bir kesimi Castro’yu takdirle andı.

Bu sevgi ve sempatide elbette ona atfedilen kişisel “karizmanın” da bir payı vardı.

Ama Castro’ya gösterilen sevgi ve saygının asıl kaynağı, onun devrimciliğinin özelliklerinde saklıydı.

Peki neydi bu özellikler?

Birincisi, Castro’nun, dünyadaki, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı milli bağımsızlık ve eşitlik mücadelesi vermiş bütün halkların milli önderlerine gösterdiği içten saygıydı. Castro bir devrimci lider olarak yaşadığı sürece, din, mezhep, cinsiyet, etnik köken ve ulusal mensubiyet ayrımı yapmadan, dünyadaki, emperyalizme karşı mücadele etmiş bütün halkların milli kahramanlarını kardeş ve yoldaş olarak görmüş ve onları dünya gericiliğine karşı savunan ve yücelten bir çizgi izlemişti. Onun bu tutumunun en açık örneği, Türk halkının milli önderi Mustafa Kemal Atatürk hakkında yaptığı olumlu değerlendirmeler ve ona duyduğu içten saygıyı ifade eden eylemiydi.

İkincisi, Castro’nun, dünya emperyalist jandarması ABD’nin burnunun dibindeki küçük bir ülkede, bu emperyalist jandarmaya karşı bir devrimi başarıya ulaştırmış bir devrimci olmasıydı. Castro ABD emperyalizmine karşı bir milli demokratik devrimi sadece başarıya ulaştırmakla kalmamış; aynı zamanda 60 yıla yakın bir süre onu, ABD’nin acımasız saldırılarına, amansız ekonomik ve askeri abluka ve ambargolarına karşı korumayı da başarmıştı.

“‘ABD’ye yakın, Allaha uzak’ bahtsız kıta”

Fidel Castro bir Ezilen Dünya devrimcisiydi. 1959’da ABD kuklası bir rejimi devirerek yönetimine geldiği Küba, dünyanın bu en büyük emperyalist devletinin burnunun dibinde küçük bir ada ülkesiydi. Ekonomik, toplumsal ve askeri olanakları son derecede kısıtlıydı. Dahası Küba, da dâhil olduğu Latin Amerika’nın ABD’ye en yakın ülkesiydi.

Latin Amerika ise, ABD ile ilişkilerinde, onun sömürgeci ve giderek emperyalist bir devlet olarak sahneye çıktığı 1820’lerden ve 1860’lardan bu yana, dünya siyaset çevrelerinde, “‘ABD’ye yakın, Allaha uzak’ bahtsız kıta” olarak nitelenen bir konuma sahip kıta idi.

Küba’nın da dahil olduğu “bahtsız kıta Latin Amerika”, ABD’nin bir sömürgeci devlet haline geldiği 1800’lü yılların başlarında, bu devlet tarafından, diğer sömürgeci devletlere (Avrupa devletlerine) kapalı “ABD’nin çıkar bölgesi” ilan edilmişti.

ABD’nin bu Latin Amerika siyasetinin temelini, 5’inci Başkanı James Monreo’nun 2 Aralık 1823’de Kongre’ye sunduğu ve “Monreo Doktrini” adıyla anılan “Dış Siyaset Stratejisi” oluşturmuştu.

ABD “Monreo Doktrini” ile Latin Amerika’yı diğer sömürgeci devletlere kapattıktan sonra, 1900’lü yılların başında bu kez, Orta ve Güney Amerika’ya yönelik yeni bir siyaset benimsedi.

ABD’nin 1901-1909 yılları arasındaki 26’ıncı Başkanı Theodore Roosevelt 1904’te, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik dış siyasetine yeni bir boyut ekledi.

Roosevelt, “Monreo Doktrini”nin kapsamını genişleterek, “Orta ve Güney Amerika'da herhangi bir devlet toplumsal ve siyasal yapı bakımından ABD'nin güvenini kazanamayacak olursa, ABD'nin müdahale etmesi gerektiği” ilkesini, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik resmi devlet siyaseti haline getirdi.

ABD diplomasi seçkinlerinin "Big stick”* adıyla andığı bu siyasetin sonucu olarak ABD, 1912-16 arasında Nikaragua, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ne karşı askeri müdahalelerde bulundu.

"Roosevelt Corollary" (“Roosevelt Sonucu”) adı verilen bu siyasetle birlikte ABD’nin Latin Amerika kıtası üzerindeki 20. yüzyılın sonuna kadar sürecek olan kesin ve tek egemenliği dönemi başladı. Bu dönemde Latin Amerika, Dünya siyaset sözlüğünde, “ABD’nin arka bahçesi” olarak anıldı.

Dünyadaki ilerici, hak, adalet ve eşitlikten yana insanlar ise, bu gerçeği, “ABD’ye yakın, Allaha uzak bahtsız kıta” nitelemesiyle dile getirdiler.

“Muz Cumhuriyetleri”nin kıtası

Devletler arası ilişkiler sözlüğündeki “Muz Cumhuriyeti” kavramı da, ABD’nin Latin Amerika ülkeleri üzerinde kurduğu egemenliğin niteliğini açıklayan bir terim olarak ortaya çıktı.

ABD’nin bir muz tekeli olan “United Fruit Company” adlı şirketi, daha 1900’lerin başında, geniş muz çiftlikleri kurduğu Honduras ve Guetamala gibi Latin Amerika ülkelerinde, iktidarları belirleyen güç oldu.

ABD tekellerinin her ülkeyi tek ürüne bağlama siyasetiyle denetimine aldığı bu ülkeler de, o tarihten sonra, yönetimlerini belirleyen iradenin ABD muz tekelleri olması yüzünden “muz cumhuriyetleri” diye anılmaya başlandı.

1930-40’lara gelindiğinde, ABD bu “bahtsız kıta”yı büyük ölçüde “muz cumhuriyetleri”ne dönüştürülmüş durumdaydı.

Küba Devrimi ve Castro

Küba’ya ise, ABD’nin dayattığı “işbölümü”nde, puro yanında bir de ABD zenginleri için “eğlence üretim” merkezi olma rolü verilmişti. ABD Güney eyaletlerinden Florida’ya 166 km uzaklıktaki bu Latin kökenli halklar adası 1950’lerde, ABD’nin adeta 53’üncü eyaleti ve kumarhane-genelev üssü durumundaydı.

F. Castro-E. Che Guevara önderliğindeki Moncado Kışlası isyanı ile 1953’te başlayan Küba Devrimi, içerdeki işbirlikçi ve çürümüş Batista rejiminden çok daha fazla olarak, Küba’daki ABD egemenliğine karşı savaş olarak gelişti. Batista rejimi, o egemenliğin en öndeki aleti durumundaydı.

ABD’nin, yanıbaşındaki bu küçük ve üssü durumundaki ada ülkesinde devrimciler tarafından yenilgiye uğratılması, dünyanın her yerinde emperyalist sistemin jandarmalığını yapmakta olan ABD’nin siyasi ve askeri korkutuculuğuna ağır bir darbe indirdi.

Soğuk Savaş antikomünizminin en ağır yükünü çeken ülke ve lider

Bu nedenle ABD Küba yenilgisini hiçbir zaman içine sindiremedi.

Dünyanın her yerinde emperyalist sistemin jandarmalığını yapmaya soyunmuşken, güneydoğu kıyılarına başkentinden daha yakın bu küçük adada egemenliğini kaybetmesine yol açan Fidel Castro ve arkadaşlarını hiçbir zaman affetmedi.

Devrimci Küba’ya karşı, amansız bir ambargo ve abluka uygulayarak, birçok kez işgale yeltenerek ve çok sayıda komplo ve saldırı düzenleyerek, Castro yönetimini boğmak istedi. Bizzat Castro’nun kendisine karşı yüzlerce kez suikast girişiminde bulundu.

Denebilir ki, Küba Devrimi’nden sonra ABD tarafından daha da tırmandırılan Soğuk Savaş gerginliğinin en ağır yükünü çeken iki ülkeden biri Küba, diğeri de Türkiye oldu.

Castro önderliğindeki Küba, ABD merkezli bütün saldırı, komplo, abluka ve ambargolara karşı boyun eğemeyen bir direniş gösterdi. Soğuk Savaş’ın sinir harbine dayandı.

Bu direniş nedeniyle, dünyadaki ABD emperyalizminden zarar gören bütün halkların, ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele eden bütün antiemperyalist güçlerin ve kişilerin, bütün sosyalist ülkelerini geniş sempati ve desteğini kazandı.

Küba ve Castro “Küreselleşme” saldırısına da teslim olmadı

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, dünyadaki, doğrudan Sovyet desteği ile ayakta duran “sol” rejimlerin ve Sovyetler Birliği’nin ABD’yi dengeleyen ağırlığı sayesinde bağımsızlıklarını sürdüren milli devlet iktidarlarının çoğu, başında ABD’nin olduğu Batı emperyalizminin Küreselleşme saldırısı karşısında çöktüler.

Üstelik bunların çoğu hem “ABD’ye uzak (ve dolayısıyla Allaha yakın)” hem de Küba’dan daha büyük ülkelerin rejimleri ve iktidarlarıydılar.

Küba ve Castro, Sovyet ve diğer ilerici rejimler desteğinden mahrum kaldığı bu dönemde de ayakta kalmayı başardı.

Küba halkının kahramanlığı ve Castro sevgisi

Küba’nın ve Castro’nun bu başarısında belirleyici olan, hiç kuşkusuz ki, Küba halkının liderine olan inancı ve Castro önderliğindeki sosyalist yönetime verdiği destekti. Küba halkının bağımsızlık, özgürlük ve kardeşçe yaşama aşkı idi. Barış, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşama uğruna katlandığı eşsiz özveriydi.

Castro’nun ve Küba halkının, kendi ülkelerinden yüz kat daha güçlü olan dünyanın en büyük emperyalist devletine karşı gösterdikleri kahramanca direniş, bütün dünyada bu küçük ülkeye ve onun başı dik liderine büyük bir sevgi yarattı. Tek tek ülkelerde ve uluslararası platformlarda büyük bir siyasi ve moral destek sağladı.

Bu gönülden ve sıcak destek, Küba halkının ABD ve Küreselleşme saldırılarına direnişinin ikinci kaynağını oluşturdu.

Direnişin üçüncü kaynağını, Castro ve Küba yönetiminin dünya çapında doğru bir siyaset izlemeleridir. Bu siyasetin eksenini, Mao’nun 1970’lerde geliştirip formuüle ettiği, “Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş ve halklar devrim” istiyor siyaseti oluşturdu. Küba ve Castro, dünya çapında özü bu sloganla ifade edilen bir siyaset izledi. Bu siyaset, Küba’nın dostlarını çoğaltan, düşmanlarını azaltan bir siyasetti.

“Küba sosyalizmi” ve Küba’nın itibarı

Yukarıda belirttik, Küba küçük, maddi kaynakları çok sınırlı, nüfusu az ve devrim başarıya ulaştığında sanayisi ve teknolojisi geri bir tarım ülkesiydi.

Devrimden sonra, bu gerilikten hızla kurtulmayı hedefleyen kamucu bir düzen inşasına koyuldu. Sosyalist kamu mülkiyeti bu yeni düzenin önemli bir parçası oldu.

Fakat inşasına girişilen düzen ne kadar sosyalist unsurlar da içerse, Küba, devrimden yıllarca sonra bile hala esas olarak milli demokratik devrim aşamasında bulunan bir ülkedir.

Esasen inşa edilen “Küba sosyalizmi”, dünya çapında bir ağırlığı olamayan ve olamayacak bir sosyalizmdir. Bu durum, Küba’nın sosyalist önderliğinin bir zaafı ya da eksikliğinden kaynaklanan değil; doğrudan doğruya Küba’nın sosyalizm inşa etme potansiyelinden kaynaklanan nesnel bir gerçekliktir.

Bu noktada dünya halklarının, dünya devrimcilerinin ve ilerici insanların Küba’dan beklediği, sosyalizmi inşada ne kadar başarılı olduklarından çok, başında ABD’nin bulunduğu emperyalist cepheye karşı ayakta ve karşıt cephede durmasıdır.

Küba’nın ayakta kalmasını sağlayan da, inşa edebildiği “sosyalizm”den çok, Castro’nun milli bağımsızlık ve dünya çapında emperyalizme karşı mücadeledeki sağlam duruşu olmuştur.

“Devrimciler ölür, devrimler sürer”

Castro, bütün devrimci yaşamı boyunca bu tarih bilinciyle mücadele etti ve devrime bağlı kaldı.

Bu sloganda ifadesini bulan tarihsel ilerleme yasasını, çeşitli boyutlarıyla yaşadı.

Bu nedenle diyebiliriz ki, her sağlam bilince sahip devrimci gibi devrimlerin süreceğine ilişkin umudunu hiçbir zaman yitirmedi. Bu konuda gözü arkada olmayarak veda etti yaşama…

Castro’nun bilincinde önemli bir yeri olan bu ilke, ondan sonra da şaşmaz bir şekilde işleyecektir. Belki inişli çıkışlı olarak… Ama tarihsel olarak kesinlikle sürekli yukarıya doğru…

Bu ilerleyişte insanlık Castro’ları unutmayacak, onun anısından güç almaya devam edecektir.

Son Dakika Haberleri