25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 18°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Evdeki tencere

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

Bazen eski defterleri karıştırmak hem hüzünlü, hem de keyifli oluyor. Hüzünlü olması; geçmişe duyulan özlemden ya da nostaljik olguların avutucu beklentilerinin getirisinden çok, yaşadığımız coğrafyada onca yıldır bazı şeylerin hiç değişim/dönüşüme uğramamasından, keyifli tarafı ise; ne gariptir ki yine aynı zaman biriminin dondurulmuş gibi algılanmasından kaynaklanmaktadır. Yani zamana dayalı garip bir paradoks.
Zaman içinde yolculuğa çıkmış hissini veren bu “karıştırmalar” içinde, çatı katındaki o eskimiş ama bir türlü atılmaya kıyılmayan kitaplar arasında Yeditepe serisinden yayımlanan o küçük boyutlu kitapçıklardan birine elim takıldı. Bu kitap Burhan Arpad’ın 1962 tarihinde çıkan “Günü Gününe” adlı yapıtıydı.
Sanırım Burhan Arpad’ı (1910-1994) tanıtmaya hiç gerek yok. Tek değil, çok yönlü gerçek anlamda aydın bir kişilik: Gazeteci, yazar, çevirmen, eleştirmen, seyyah, İstanbul sevdalısı vs... Sözünü ettiğim 1962 tarihli “Günü Gününe” yapıtında sanattan, nostaljiye, siyasetten, sosyolojiye dek her bir konuda düşüncelerini ortaya koyan köşe yazıları yer alıyor. Bunlardan biri de, günümüzde de bir hayli gündemde olan seçimler üzerine.
Yazar, , “Evdeki Tencere” başlığını attığı ve döneminde yapılacak bir seçimi konu alan yazısında, sanki tarihin tekerrür etiğini değil de, ya da onunla birlikte, zamanın da dondurulmuş olduğunu bizlere şöyle algılatıyor:
“Seçimlere on beş güncük kaldı. Politikacılar, gittikçe kısalan süreyi, gittikçe yaklaşan seçim gününü düşündükçe, iyice tedirginleşiyorlar. Tedirginliklerinin bir başka nedeni var. Oylarını istemek için başvurduğu seçmene neler söyleyecekler? İlk günlerde “Hürriyet”, “Huzur”, “Eşit davranış” , “Tarafsız yargıç) gibi yuvarlak deyimleri yine kullandılar. Seçim gününe değin de kullanacaklar. Ama seçmen yığınları bütün bu yuvarlak deyimleri ta 1946’dan beri dinledi. Bütün bu laflar seçmen yığınlarını artık etkilemiyor. Geçenlerde İstanbul’da bir parti toplantısında yükselen “evdeki tencereden ne haber?” sorusu her bakımdan anlamlıdır.
1948 Aralık ayında, karların çamurlaştırdığı vıcık vıcık Keşan alanında, kim bilir kaç saattir umutla bekleşenlere bir D.P. politikacısının söylediklerini her zaman hatırlarım. 1950 ve 1954 seçimlerinde milletvekili seçilen o D.P. li “sizler” diyordu, “Çaldıranlardan Viyana kapılarına at koşturan büyük Türk milletinin çocuklarısınız” “Türk” ve “büyük” kelimeleriyle coşan yarı çıplak ve çarıksız binlerce insan “Yaşa demokrat...Varol...”diye gürlüyor ve alkışlıyordu. Sonra boyunlarını büküp bekleşiyordu. Onların bu bekleyişine, Demokratçının dişe dokunur bir şeyler söylemesini bekliyordu. Demokratçı da bunun sezmiş gibi “Şu gördüğünüz cigarayı beş kuruşa içeceksiniz. Buğdayınızı daha pahalıya satacaksınız” diye savuruyor ve savuruyordu...
1946, 1950, 1954, 1957 ve 1961 seçmen yığınları: Evdeki tencere nasıl kaynayacak? Sorusuna hala cevap bekliyor. Bu koskoca soru hep havada bırakıldı...”
Bazı şeyler üzerinden onca yıl geçse de hep havada kalıyor, hiçbir zaman insan ölçeğindeki yüksekliğe düşmeyip Cumhuriyet dönemindeki tüm seçimlerin, bir bakıma klasik, alışıldık sloganının ötesinde adete değişmeyen bir geleneğini oluşturuyor...
Bazen, herkese olur ya, gündelik yaşamın bilinen sorunlarından/dertlerinden kaçmak, geçmiş zamanın içinde kimselere görünmeden kaybolmak, bir çatı katında eskimiş kitaplar arasında bir şeyleri unutmak isterken, ne gariptir ki, yine şimdiki zamanın içinde bir şeylere ansızın kıskıvrak yakalanıveriyorsunuz...
Nostaljinin o bilinen avuntusuna da güveni kalmadı artık insanın...