20 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Annemin yarısı

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Emir Kusturica’dan “Yeraltı” (1995) ve “Hayat Bir Mucizedir” (2005), Milcho Manchevski’den 1994 yapımı “Yağmurdan Önce”, Boro Draskovic’in gene aynı yıl imza attığı “Vukovar” ya da Goran Paskaljevic’in “Barut Fıçısı” (1998) gibi az sayıda örneğin dışında Yugoslavya iç savaşını konu edinen filmlerin büyük çoğunluğunun, yaşananlara Batı’nın gözlüğüyle baktığı çok açık.
Oysa o güzelim sosyalist ülkede yaşanan vahşette ve dökülen kanın her damlasında başta ABD ve Almanya olmak üzere Batı ülkelerinin büyük payı var. İç savaşın tüm sorumluluğunu ülkenin bütünlüğünü savunan Sırpların üzerine atmak ve yalnızca Hırvatlar, Boşnaklar adına mağduriyet söylemleri üretmek, yaşanan onca acının gerçekliğini de eğip bükmeye yol açıyor neresinden bakılsa.
Örneğin neden hiç Boşnaklara yönelik “Hırvat zulmü”nden söz edilmez de hep Sırpların gerçekleştirdiği katliamların üzerinde durulur... Bosna’nın Selefi Cihatçılar için “ilk laboratuvar” işlevi gördüğüne, şeriatçı militanların Sırp köylerindeki akıl almaz dehşetine neden hiç dikkat çekilmez de yalnızca Sırplar katil, tecavüzcü ve ırkçı olarak gösterilir... Kötü adamlar neden hep Sırp olmak zorundadır... İç savaşlarda taraflardan birinin baştan aşağı kötülük, diğerinin tepeden tırnağa masumiyet taşıması mümkün müdür...
“Çok Filim Hareketler Bunlar” ve “Sen Kimsin?” gibi iki zayıf komedinin ardından, iki yıl önce “İstanbul’da uzun sıcak yaz gecesi gerilimi” şeklinde tanımlanabilecek “Silsile”yle zayıf değilse de vasat bir yapım ortaya koyan yönetmen Ozan Açıktan, bu kez filmografisinin en iddialı halkası olan “Annemin Yarası”yla karşımıza çıkıyor.
Baştan söyleyeyim,“Annemin Yarası” Yugoslavya dramına, yukarıda değindiğim bakış açısıyla ve “mağdur”un cephesinden yaklaşan, pek çok özgün yanına rağmen gene de “sürüden ayrılamayan” bir film. Açıktan, Yugoslavya iç savaşının en kirli sayfalarını bir tecavüz vakasından hareketle çevirerek, bir “arayış” öyküsü sunuyor dördüncü filminde. İşin ilginç yanı, tüm bunlardan soyutlayarak ele alındığında kâğıt üzerinde etkileyici ve akıcı bir öykü hemen kendini belli ediyor. Bunun gibi oyunculuk performansları da, çok üst düzeyde. Ozan Güven, Okan Yalabık, Meryem Uzerli, Bora Akkaş ve bence filmin en iyisi Sabina Toziya, gerçekten oyunculuk dersi veriyorlar. Hep iddialı karakterlere bürünmesine rağmen bugüne dek fazla bir parıltı yansıtamayan Belçim Bilgin de yalnızca birkaç sahnede aksıyor, o kadar.

SENARYO ZAAFI
Çekimleri Türkiye’nin yanı sıra Makedonya, Sırbistan, Bosna-Hersek ve Hırvatistan’da gerçekleştirilen “Annemin Yarası”nın etkileyici bir öyküye dayanmasına rağmen ciddi senaryo boşlukları taşıması ise en büyük zaafı. Tesadüflerin, gerilim noktalarının ve sürprizlerin çoğu kez inandırıcılıktan uzak biçimde verilişi tempoyu da olumsuz etkiliyor. Şimdiye dek hiçbir yerli filmde rastlamadığım kadar kalabalık senaryo grubu (altı kişi), belli ki dezavantaj oluşturmuş ve sahneler-sekanslar arasında uyumsuzluğa yol açmış. Ozan Güven’in canlandırdığı Borislav Milic karakterinin çok iyi çizildiğini söylemeliyim. Ancak gene de yeterince değerlendirilememiş bir karakter olarak öne çıkıyor Borislav. “Big Lebowski” çağrışımları yapan bu karakter, iyi yazılmış bir senaryoyla filmi “uçurabilecekken”, ne yazık ki yalnızca “kanat çırpmakla” yetinmek zorunda kalıyor.
Zaman zaman uzaklaşsa da yapısal olarak tipik bir Yeşilçam filmi “Annemin Yarası”. Dram ile melodram arasında gidip geliyor... Zaten tüm Sırp ve Boşnak karakterlerin filmin başından sonuna kadar Türkçe konuşması da (Meryem Uzerli’nin Alman aksanlı kırık-tatlı Türkçesi dahil) sanki seyirciye bir Yeşilçam nostaljisi yaşatma arzusundan kaynaklanmış gibi.