25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Beylikdüzü'nde sorun: Niteliksiz ziyaretçi!

Fuarda söyleşiler, paneller, atölyeler, sergiler “renk” katan öğeler değil, pastaya dahil olan “şey”lerdi Tepebaşı’nda… Ancak Beylikdüzü’nde önce kenar süsü oldular, sonra “olmasa da olur”a döndüler. Sık sık iptal edilen etkinlikler yüzünden, fuar çalışanları bir gün önceden etkinliği düzenleyen yayınevini ziyaret edip, “Sahiden yapacaksınız etkinliği değil mi? Emin misiniz? Son kararınız mı?” diye sormaya başladılar. Öyle etkinliklere tanık olduk ki: Konuşmacısı izleyicisinden fazla!

Beylikdüzü'nde sorun: Niteliksiz ziyaretçi!
A+ A-

MURAT BATMANKAYA

1982… Bülent Ersoy’un intihara teşebbüs ettiği; Bülent Ecevit’in bir Hollanda kanalına verdiği demeç nedeniyle mahkûm olduğu; Banker Kastelli olarak bilinen Cevher Özden’in İsviçre’ye kaçtığı; Yılmaz Güney’in vatandaşlıktan çıkarıldığı; lanet, benzersiz, tuhaf, berbat vs. bir yıl. Öyle ki, “barış”ı savunmak bile suç… Erdal Atabek, Ali Taygun, Uğur Kökden, Ataol Behramoğlu, Ali Sirmen, Gencay Saylan, Orhan Taylan ve daha niceleri içerde… 453 kitap yasak…

Kaba hatlarıyla çizdiğim haritada bir nokta: Etap Marmara Oteli. Bu otelin alt katında, 500 metrekarelik bir salon… Salonda hepi topu 28 yayınevi… Toplanıp tek bir ağızdan “düşüncenin özgürlüğü” türküsünü çığırıyorlar sanki… “Yıkılmadık ayaktayız”ı belki de…

O dönem, Hatay’dan Isparta’ya, Malatya’dan Trabzon’a yayılan D&R mağazaları yok tabii… Hele hele NT mağazaları; şimdilerde kayyum atanan hani… İdeefixe, kitapyurdu; internet üzerinden kitap satışı yapan siteler yani, o kadar uzağında ki okurun. Henüz internet yok çünkü… Kitaba ulaşmak zor!

Bu açıdan bakıldığında bir ihtiyaca karşılık geliyor TÜYAP’ın girişimi; hem ideolojik/sosyolojik bir tatmin yaratıyor, hem de maddi bir yarar sağlıyor. Tevekkeli değil, kısa sürede etlenip butlanıyor ve 1986’da Tepebaşı’ndaki İstanbul Sergi Sarayı’na taşınıyor. Fuar alanı 500’den 2 bin 770 metrekareye zıplıyor; yayıncı sayısı 28’den 180’e… Ve sürpriz sayılabilecek bir şey oluyor: ziyaretçi sayısı 300 bini aşıyor.

Gazetelerde “kuyruk” fotoğrafları… Darbe ve öncesinden alışık olduğumuz petrol, şeker ya da yağ kuyruğu değil ama… Sabah işe geçerken, öğle yemeği arasında yahut akşam eve dönerken uğruyor insanlar fuara… Öğrenciler sınıf sınıf, okul okul geliyorlar, getiriliyorlar… Hal böyle olunca da fuara giriş kuyruğu kıvrılıyor ve önce aşağıya, sonra Odakule’ye, Perukar (eski Berber) Çıkmazı ile Saka Salim Çıkmazı arasında yükselen iş merkezine doğru uzuyor. Hepimizde tanımı imkânsız bir mutluluk: Yaşasın, nur topu gibi kuyruğumuz var! Okuyoruz galiba!

İğne atsanız yere düşmüyor…

Tepebaşı’ndaki ikinci fuarda, yani 1987’de ilk kez bir “onur yazarı” belirleniyor: Fazıl Hüsnü Dağlarca. Ve 1989’da da bir “tema”: Barış ve Kitap.

Kabul etmek gerek ki, bunlar yalnızca küçük hoşluklar… Kültür endüstrisinin diretmelerine sessiz sedasız boyun eğme teşebbüsü ya da… (Lakin ilki üzerinden okuma yapmak insanı mutlu ettiği için ikincisinin üzerinde durmayalım isterseniz)

Kitapla münasebeti hep sıkıntılı olan “yurdum insanı” zihni sinir bir projeye imza atıyor bu arada: bavulla kitap satın alıyor! Yanlış okumadınız; bildiğiniz seyahat çantalarına bir yıl içinde okumayı düşündüğü yahut bulundurmaktan hoşlanacağı kitapları tıkıp, geziyor keyifli keyifli, stant aralarında…

Bir başka ilginçlik: Fuar girişindeki güvenlik görevlileri üst aramasından çok, giriş-çıkış trafiğine düzenlemekle meşgul. Zira öyle çok ziyaretçi var ki, birileri çıkmadan birilerini içeri almak mümkün değil. Stant araları da dar olunca… İğne atsanız yere düşmüyor! İklimlendirme sistemi var mı, yok mu, hatırlamıyorum; ancak yüz metre ilerlemek için kan ter içinde kalışımı hiç unutmuyorum.

Yalnız stant önleri yahut araları dolu, tıklım tıklım değil; paneller de öyle… Küçücük ve sınırlı salonlara sığamıyor izleyici. Nasıl bir açlıksa bu! Merdivenler bile dolu…

Ancak konuşanlar Ahmet Oktay, Serol Teber, Server Tanilli, Rıfat Ilgaz, Demirtaş Ceyhun, Yaşar Kemal, Attila İlhan, İlhan Selçuk, Vedat Günyol, Şükran Kurdakul, Fethi Naci vs. Bir derdi, söyleyecek sözü olan insanlar yani. Tirajdan ziyade kaygıları olanlar…

Attila İlhan… Nevzat Çelik…

Tepebaşı’ndaki fuar, bir şehir efsanesini de yıktı aslında: Yazarlar ulaşılmaz kişilerdir! Eserlerini hayranlıkla okuduğu yazara bir imza mesafesinde olmak düş gibi bir şeydi. Ona dokunamıyordu belki, ama konuşabiliyordu. Gözlerinin içine, kalem tutan eline yakından bakabiliyordu. (On beş yahut on altı yaşında olmalıyım; Attila İlhan’ı karşımda gördüğümde heyecandan donakalmış, halimi anlamayan tezgâhtarlar beni kekeme sanmışlardı)

İşte böylesi bir süreçte Nevzat Çelik hapisten çıkmıştı. Çıkmasıyla soluğu fuarda alması bir olmuştu. Tanrım, ne ilgi! Fuar fuar olalı böyle kuyruk görmemişti sanırım. Ziyaret saati dolmasına rağmen başı hâlâ kalabalıktı. Muhtemelen Ahmet Kaya’nın da payı vardı bu ilgide… Bestelediği “Şafak Türküsü” dillere pelesenk olmuştu zira.

TÜYAP, bu ilginin karşılığını, alt salonu açarak verdi: Daha geniş alan, daha çok yayınevi, daha çok kazanç… Ancak yayınevleri yerlerinden ve hallerinden memnundu. Aşağı kata inmek istemiyorlardı pek. E, dışarıda kalan yayınevi sayısı da çok değildi. Çünkü bugünkü gibi üç bin, beş bin yayınevi yoktu; kırk kişiydiler ve herkes birbirini biliyordu.

Baktı, olacak gibi değil, bazı yayınevlerini “koz” olarak kullandı TÜYAP; tek fiyata hem üst katta hem aşağı katta yer verdi. Nitekim bu hamle sonuç verdi. O dönem için lokomotif kabul edilen kimi yayınevleri her iki katta da yer alarak cirolarını ikiye üçe katladılar. Alan memnundu satan memnun…

Ulaşım zorluğu hikâyeleri…

Bu saadet 2002 yılına kadar sürdü. TÜYAP Beylükdüzü’ne, kullanım alanı 40 bin metrekareyi bulan Fuar ve Kongre Merkezi’ne taşındı… Son günlerde yer darlığından, havasızlıktan, şundan bundan yakınanlar için bulunmaz nimetti burası. Stant araları, bir stant alacak kadar genişti. Üstelik arzu ettikleri kadar büyük tutabilirlerdi alanlarını…

Nitekim benzersiz bir şey yaşandı Beylikdüzü’ndeki ilk iki sene: 60 metrekareye yayılan iki katlı stantlar gördük; yetmedi tabii, kasap kıyafeti giyen tezgâhtarlara, kör kılıçlı korsanlara, pembe jartiyerli prenseslere tanıklık ettik. Misafirler için kahve pişirilen, çay demlenen alanlar açıldı. Bunları ikram edecek hostesler tutuldu. Yazarlar için VİP odaları hazırlandı. Körün istediği bir göz… Daha ne olsun!

İştahlı, hatta obur yayıncılar sığamadılar tek salona tabii… Hemen ikincisi açıldı. Derken üçüncüsü…

Ancak hafif hafif söylenmeler başladı: Fuar şehir merkezine uzak! Sardı dört bir yanı ulaşım zorluğu hikâyeleri… Şehrin dışında fuar mı olurmuş canım teraneleri…

Bu hoşnutsuzluk yerleşim planındaki yerinden şikâyetle filizlendi. İlk sene gitmemiş olmanın cezasını çekiyorlardı güya…

Hafta içi çocuklar, hafta sonu yetişkinler…

Bunlar halledilebilir şeylerdi. Asıl sıkıntı başkaydı: çocuklar! Fuar, 18 yaş sınırı getirilmesi gereken bir aktiviteye dönmüştü neredeyse. Yaklaşık 400 bin ziyaretçinin yarısından fazlası çocuktu. Ve bu çocuklar, ya önceden kararlaştırılmış “belli” yayınevlerine gidiyor ve diğer yayınevlerine yüz vermiyorlardı ya da kaynak kitap, test kitabı satanlara hücum ediyorlardı. Çocuk kitabı satmayan, o “belli” yayınevlerinden değilseniz, hafta içi kitap satmanız mümkün değildi adeta. Zira yetişkin için sabah işe giderken yahut akşam eve dönerken yahut öğle arasında fuara uğrama faslı, merasimi bitmişti. Fuar ayakaltında değil, şehrin çeperindeydi. Ancak o civarda oturanlar gelebiliyordu. İşte bu da şu ayrımı getirdi: Hafta içi çocuklar, hafta sonu yetişkinler!

Halbuki Tepebaşı’nda böyle miydi?

Homurdanmalar nihayet karşılık buldu; ders kitabı, test kitabı, kaynak kitap üretenler bir salonda toplandı. Hafta içi kültür kitabı satanların önleri boşaldı. Şimdi sıkıntı, hitap edecek kişilerin azlığıydı. Zira trafik testçilere kaymıştı. Zamanla bu da oturdu. Ve uyanık, girişimci yayınevleri, testçilerin boşalttığı alanı da kiralayarak, müthiş bir atılım yapmanın dayanılmaz hafifliğini yaşadılar!

Sıcak para avcılığı…

Derken özel okullar adım adım geri çekilmeye başladılar. Artık bazıları ya fuar öncesi ya da fuar sonrası, kendi okul hollerinde, teneffüs alanlarında “mini” kitap şenlikleri düzenler oldu. Bazıları da “belli” yayınevlerinin ayrıcalıklı konumlarından, pıtrak gibi çoğalmalarından rahatsızlık duyup gelmemeyi tercih etti. Sonuçta kitaba artık internet üzerinden de ulaşmak mümkündü. Hatta, itiraf etmeli ki, internet üzerinden alım yapmak, fuardan da ucuzdu.

Yayınevleri Tepebaşı’nda makul oranda, mesela yüzde 35-40, hatta 45 oranında indirimler yaparken, Beylikdüzü’nde yüzde 20-30 aralığını tercih ediyorlardı. Sebep, yıldan yıla artan yer kirasıydı. TÜYAP, enflasyon yüksek yahut değil, her sene istikrarla zam yapıyordu. Yayıncı da bunun acısını okurdan çıkarıyordu.

Öte yandan, dağıtım ritüelinde de kimi değişiklikler olmuştu. Eskiden üç ay vadeli çek veren dağıtımcının kulak memesi dahi kızarırken mahcubiyetten, şimdi bir yıllık çek vermekte bir sakınca görülmüyordu. Dahası: çeki karşılıksız çıkan, utanmadan sıkılmadan dolaşabiliyordu. Ne Yayıncılar Birliği’nin, ne de TÜYAP’ın umurundaydı bu.

İşbu ahval içinde nakite sıkışan yayıncı, yüksek yer kirasına, her sene azalan gelirine rağmen, vazgeçemiyordu TÜYAP’tan. 4-5 aylık senet imzalıyordu, ama bir miktar sıcak para giriyordu kasasına hiç değilse… Allah büyüktü, nasıl olsa o senetleri de öderdi bir şekilde…

Artık okur panele gitmiyor…

Fuarda söyleşiler, paneller, atölyeler, sergiler “renk” katan öğeler değil, pastaya dahil olan “şey”lerdi Tepebaşı’nda… Ancak Beylikdüzü’nde önce kenar süsü oldular, sonra “olmasa da olur”a döndüler. Sık sık iptal edilen etkinlikler yüzünden, fuar çalışanları bir gün önceden etkinliği düzenleyen yayınevini ziyaret edip, “Sahiden yapacaksınız etkinliği değil mi? Emin misiniz? Son kararınız mı?” diye sormaya başladılar. Öyle etkinliklere tanık olduk ki: Konuşmacısı izleyicisinden fazla!

Artık okur gitmiyordu böylesi etkinliklere… Belki de haklıydı. Devir Kahraman Tazeoğluların, Canan Tanların, Sinan Yağmurların, İclal Aydınların, Büşra Küçüklerin, Uğur Koşarların devriydi. Ve onları da “belli” bir kesim takip ediyordu zaten… Üstelik yalnızca hafta sonları…

Diğer “kesim” kitabı kitabevinden alma alışkanlığı edinmişti. Sıkıştığında imdadına internet yetişmekteydi. Üstelik birkaç kitap birden aldığında kargo bedavaydı. Niye kendini, bir gününü heba ederek yoracaktı ki…

O İhsan Oktay Anar seviyordu, Hasan Ali Toptaş seviyordu, Hakan Günday belki de… Ve bunlara bazen fakültede, bazen öykü günlerinde yahut İstanbul Modern’deki gibi “Sözünü Sakınmadan” türündeki etkinliklerde tesadüf edebiliyordu. Ayrıca esas olan eserin kendiydi, yazarı değil!

Çok para kazanma arzusu…

Tepebaşı’nda “mükerrer ziyaretçi” diye bir sorun üretilmişti (!), ama Beylikdüzü’nde sorun daha büyük: “niteliksiz ziyaretçi”… Üretime katılan, ister beyaz yakalı ister eli nasırlı olsun, mesai saatinde fuara uğramıyor; akşam da evin yolunu tutuyor. Meydan da boş gezenin boş kalfalarına, harçlığıyla dondurma mı yoksa kitap mı alacağını bilemeyenlere kalıyor.

Ancak Beylikdüzü’nde görmezden gelinemeyecek bir başka sorun var ki, çözümü neredeyse imkânsız: çok para kazanma arzusu!

Yalnız yayıncılar açısından değil, fuar organizatörü açısından da çözülmesi gereken ciddi bir sorun bu. Eskiden sivil toplum kuruluşlarına TÜYAP tarafından ücretsiz verilen yerler, artık bir bir, gıdım gıdım yayınevlerine kiralanıyor mesela. Yayıncılardan yüksek indirimle kitap alan dağıtımcılara, tedarikçilere, pazarlamacılara da yer veriliyor. Korsan kitap satışı yaptığı tespit edilen, hakkında tutanak tutulan yayınevleri, nedendir bilinir, bir sonraki sene yine aynı yeri tutabiliyor. Kamyon kamyon kitap getiren ve bunları ücretsiz dağıtan “belli” yayınevlerine ses çıkarılmıyor. Daha yüksek fiyattan satış yapabileceğini düşündüğü “belli” yayınevlerini kollayarak, tuttuğu yerin kirasını zar zor ödeyen küçük bütçeli yayınevlerinin yüzüne, “Gelmesen de olur.” deniyor utanıp sıkılmadan. En öndeki yer de, en arkadaki yer de aynı fiyattan satılıp, büyük firmalara yüksek sesle dile getirilmeyen ayrıcalıklar, kolaylıklar tanınıyor. Kırılan kolun artık nadiren yen içinde kaldığı unutuluyor.

Yayıncılar da çok para kazanma telaşında… İnternet üzerinden satış yapan firmalara yüzde 50, yüzde 70 iskonto yaparken, fuarda 20-30 aralığını aşmıyor. Kelepir diye tarif edilen kitaplarını dağıtımcıya verdiği fiyattan sunmuyor. Fuara satış yapabileceği kitapları getirip, daha az kişinin arayıp soracağı kitapları deposunda tutuyor. Fuar boyunca elma, armut satar gibi kitap satanlarla hizmet veriyor okura; içlerinden hiçbiri ne sattıklarını bilmiyor.

İtiraf etmek gerekir ki, artık okurdan ziyade, yayıncının ve organizatörün ihtiyacına karşılık gelen bir fuara dönmüş, evrilmiş durumda TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı. Tepeden tırnağa yenilenmesi gerektiğini üç gram aklı olan herkes biliyor, ama bilmekle kalmayı tercih ediyor.

İşte tüm bu ve daha sayamadığım sebeplerle yıldan yıla kan kaybediyor kitap fuarı… Başlarda edindiği misyonun çoook uzağına düşmesi kimseyi üzmüyor, yaralamıyor nedense… Fuar organizatörünün iktidarla flörtü, zaman zaman küsüp sonra hasretle birbirlerine sarılmalarını da kimse umursamıyor tuhaf bir şekilde. Varlığını “kitap”a borçlu olmasına rağmen, en çok “kitap”ı hakir görmesi, ihmal etmesi, düzenlediği diğer fuarları el üstünde tutması, tartışılmıyor hiç… Bir sofra kurulmuş da körler sağırlar birbirini ağırlıyor sanki…

Umarım yazdıklarım gece üstüm açıkken gördüğüm kâbusun dışavurumlarıdır ve hâlâ güzel günlere inananlar mevcuttur. Henüz “geç” kalınmamışken okurun yararına, ülke kültürünün yararına adımlar atılır. Ben de bu utançla yaşamak durumunda kalırım.

Son Dakika Haberleri