20 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Ayşe Şasa ve kâğıttan Kaplan

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Ayşe Şasa’nın ölümünün üstünden bir yıl geçti. Geçen yıl 16 Haziran’da 73 yaşındayken hayata gözlerini kapadığında, ardında pek çok senaryo, sinema yazısı ve çokça konuşulan, iniş çıkışlarla, keskin virajlarla dolu bir yaşam bırakmıştı. Atilla Dorsay’ın deyimiyle, “Bizimkilerden ne farklı bir macera”ydı onunkisi.  

Arnavutköy Amerikan Koleji ve Robert Kolej’de eğitim, Kemal Tahir’le dostluğu, Marksizm yılları, Atıf Yılmaz ve Bülent Oran’la evlilikleri, “Son Kuşlar”, “Ah Güzel İstanbul”, “Gramofon Avrat” gibi iz bırakan senaryoları, psikolojik rahatsızlıkları, şizofreni teşhisi, hidayete erip İslam’a bağlanışı, sinemadan kopuşu ve yıllar sonra “inançlı ve şuurlu bir sinema” arayışıyla dönüşü...  

Ayşe Şasa, İslami sinemanın ülkemizdeki çıkışsızlığına epeyce kafa yoran bir yazardı. Beyazperdede bir ışık yakalamaya çalışıyor ve gördüğü her saman alevini abartmaktan kaçınmıyordu. 1990’lı yılların başlarında bazı İslamcı yönetmenlerin alabildiğine zayıf, hiçbir derinlik içermeyen filmlerine bakıp “iftihar listeleri” oluşturuyor, “Olağanüstü bir değişimin eşiğindeyiz” diyordu. Ama o eşik bir türlü aşılamadı. Şasa’nın “Silahı aşk ve dua olan derviş sinemacıları” bir türlü zuhur edemedi. Şasa İslami Tarkovski, Bergman ve Bresson’ların gelmesini bekliyordu, gelmediler, gelemediler.  

Bu tavrın sonuçlarından birisi, İslami kesimin de Ayşe Şasa’yı alabildiğine abartması oldu. Örneğin Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, hani şu Anadolu’da ahlakın üniversiteler yoluyla bozulduğunu, Erasmus Programı’nın “orgasmus programı” olduğunu falan iddia eden Bilgi Üniversitesi profesörü, “Türk sinemasının tarihi, Ayşe Şasa’dan önce-Ayşe Şasa’dan sonra diye ikiye ayrılır” diyebildi. Kaplan’ın 17 Haziran 2014’te Yeni Şafak’ta yayımlanan “Bir Öncü, Film Düşünürü ve Milat Olarak Ayşe Şasa” başlıklı yazısına göre “Türkiye’de dünyaya özgün bir film dili armağan edecek entelektüel ve filmik aura’nın temellerini atan öncü bir yazar ve film-düşünürü olarak da” Ayşe Şasa bir milattı!  

Kaplan, birinci ölüm yıldönümü dolayısıyla Ayşe Şasa için iki gün önce Yeni Şafak’ta bir yazı daha yazdı. İlginç olan, bu yazının da başlığı “Bir Öncü, Film Düşünürü ve Milat Olarak Ayşe Şasa” şeklindeydi. Daha da ilginci, başındaki ve sonundaki birer ikişer satırın güncellenip değiştirilmesi dışında, ara başlıklarına ve noktasına virgülüne kadar bir yıl önceki yazısını “çaktırmadan” tekrar yayımlamıştı profesörümüz.  

Şu bizim “İslamcı düşünürler” bir âlem... En kaplanı, kâğıttan kaplan. Türk sineması onun öncesi ve sonrası olarak ikiye bölünür diyorlar, öncü düşünür diyorlar, milat diyorlar, temeller attı diyorlar da Ayşe Şasa için aradan geçen koca yılda ikinci bir yazı çıkaramıyorlar.  

Bunca zamandır, her türlü iktidar olanağına, paraya pula rağmen neden tek bir eser ortaya koyamadılar, kalıcı bir film çekemediler, dişe dokunur bir kitap yazamadılar, her şey neden bir patinajdan ibaret diye merak edenler, buyursun buradan yaksın.  

LEVENT KIRCA’NIN OYU 

Seçim sonuçlarıyla ilgili yorumlar, analizler, tartışmalar “koalisyon ihtimalleri” üzerinden sürüyor ve CHP-MHP-HDP üçgeninde çeşitli biçimlerde gerçekleşecek işbirliğinin Türkiye’nin temel dertlerine derman olabileceği gibi bir algı yayılmak isteniyor. Geçenlerde bir grup aydın bu yönde çağrı yaptı, imzalar toplandı. Levent Kırca ustamız da geçen pazar günü Aydınlık’taki yazısında, “Halk, hatta ben de oyumuzu CHP+MHP+HDP hükümet kursun diye verdik” diyordu.  

Hakikat işçiliğini ve doruklarda süzülen kartal tavrını hep örnek aldığımız Kırca, bildiğim kadarıyla Vatan Partisi Merkez Karar Kurulu’nun üyelerinden biri. Yani VP’nin rotasını çizen, Cumhuriyet devrimleri ve Türkiye’nin tam bağımsızlığı yolunda partinin siyasetlerini belirleyen isimler arasında yer alıyor. Kesinlikle ihtimal vermiyorum ama “Hatta ben de...” diye kurduğu cümlenin konumu itibariyle bazı yanlış anlamalara yol açabileceğini, “Kendi partisine oy vermedi mi” sorularına neden olacağını vurgulamak isterim.