25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 24°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'Biz bu .oku niye yedik!..' ya da baştan başlamak...

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

En sonunda, ağanın marabasına itiraf ettiği “Madem başladığımız yere dönecektik, biz bu .oku niye yedik!” noktasına gelmiş bulunuyoruz. Türkiye'nin acı ve ibret dolu, kabullenmesi zor, dramatik bir gerçeğidir bu. 1980'lerde küresel merkezlerin emriyle uygulamaya konan serbet piyasacı “tüketim toplumu” modelinin yıkıcı, zehirleyici bir iflasıdır. Serbest piyasacılığı en uç noktasına götürerek sanayiyi ve ulusal ekonomiyi çökerten AKP iktidarı, şimdi yarattığı derin kriz çukurunda debeleniyor, çırpınıyor. Ama bir taraftan da oynadığı yıkıcı rölü görmek istemiyor; bu zihniyetle göremez de. Cumhuriyetçi, Atatürkçü maskelere bürünerek temize çıkmaya çalışıyor.

Durumun bu noktaya geleceğini, bunun kaçınılmaz olduğunu ulusal devrimciler, Vatan Patililer 17 yıldır bütün açıklığıyla döne döne belirttiler, vurguladılar. Ancak ne majestelerinin iktidarının ne de muhalefetinin, mevcut ideolojik ve düşünsel kapasiteleri, ne de teslim alınmış kafa ve mideleriyle çağın ve ekonominin mecburiyetlerini görmeleri ve kavramaları olanaksızdı. Biz yine de onların bu vahim tabloyu önlemek için en küçük olumlu adımlarını desteklemeye çalıştık ve bunu da yaptık. Çünkü, iktisat, toplumbilim, tarih, bütün bilimsel veriler bize bunu emrediyordu. Bilim ve Kemalizm düşmanlığı, ruhunu satmışlık ise, bütün gerçekçi, vatansever vicdanlı kaygılara, önerilere karşı kulaklarını tıkadı ve körcesine direndi.

Ve şimdi, kapitalizmin piyasa tanrısının emriyle başlayan kriz kapıya dayandı ve piyasa tapıcılarının siyasal iktidarını büyük bir telaş, korku sardı. İktidarlarını korumak ve seçmen tepkilerini yatıştırmak için tanzim satış merkezleri kurmak gibi gülünç numaralara giriştiler.

Öyle görünüyor ki, 2008 küresel krizinin bütün sarsıcı ve uyarıcı sonuçlarına rağmen, üretim ekonomisi, yani sanayileşme hâlâ gündemlerinde yok. Bundan sonra olsa bile, öyle görülüyor ki yıkılan yıkılacak, çöken çökecek... Halk deyişiyle buna “ordu geçti...” ya da “testi kırıldı...” derler. Onlar, her yaptıklarıyla günü kurtarma derdinde olduklarını gösterdiler. Çünkü, uzun vadeli ve kurtaracı nitelikli gerçek program, bu konuda atılacak her adım kendi siyasal-ideolojik-sınıfsal varoluşlarının inkarı olacaktı.

Dolayısıyla tek seçenek kaldı: Yeniden başlamak... Ama nasıl? Hepsi piyasacı sistem partileri ile mümkün mü?

40 YILLIK PİYASACI DENEYİMİN YIKICI SONUÇLARI

Baştaki soru sadece siyasal İslamcılar için geçerli değildir. 1980'lerden bu yana neoliberal karşıdevrimi, onun dayattığı özelleştirmeleri şu veya bu düzeyde olumlu ve olağan karşılayan sol'un büyük kesiminin aymazcasına paylaştığını düşünürsek, ilgili herkes için geçerlidir bu. Madem ki tekrar devletçi-planlamacı Kemalist karma ekonomiye dönecektik, “kuyu kazıp doldurma” misali bu kadar zamanı ve enerjiyi niye ve hangi akla uyarak boşa harcadık, heba ettik?

Ne yazık ki tarih, büyük yıkımlara ve kayıplara karşın, yaratıcı gelecek projeleri ve yeniden kurucu programlarla ve uygulamalarla ilerliyor. Daha geniş tarihsel bir perspektiften bakıldığında, her devrimci atılımın arkasından belli bir geri çekilmenin, gerici yıkımların kaçınılmaz olduğu ve karşıdevrimci bir dalganın gelebileceği bilinmektedir. Dolayısıyla, bu nesnellik ışığında, 1980 küreselci karşıdevrimi ve sonrasında kaybettiklerimiz bir karamsarlık ve yakınma vesilesi olmamalı. Aksine, derin ve sistemli, katı dersler çıkarma ve kendimizi yenileme, aşma vesilesi olarak değerlendirilmelidir.

Şu da bir gerçektir ki, bütün devrimci süreçler, en az iki ya da üç büyük atılım dalgasıyla tamamlanmıştır. Bizim açımızdan, özellikle Kemalist Devrim'in ilk atılımı kurucu temelleri atmakla birlikte, bunun bilincini ve kültürünü temsil eden bir kuşağın/kuşakların yaratılması daha sonradır. İkinci atılım dönemi olan 27 Mayıs ve sonrasında bile böyle bir kültürün yeterince yaratılamadığı içindir ki 12 Eylül karşıdevrimi geçekleşmiştir. Bu son dönemde, kaybedilme sürecini bütün sıcaklığı ile yaşadığımız için Kemalizmin önemini ve değerini köklü bir biçimde kavramaya ve derinlemesine bilince çıkarmaya başladık. Kaybetme korkusu bilinçlerde ve kararlılıkta bir sıçrama yaratıyor.

Demek ki, toplumların bilinç gelişimi açısından kafayı duvara vurarak ve belli bedeller ödeyerek öğrenme yöntemi ve yasası işliyor. Bu, yenilgiler ve büyük bedeller ödeyerek öğrenmedir. Kitlelerin bu deneyiminin ve belli bir bilince varmasının sonuçlarını beklemek ne yazık ki, öncü-aydınların kaderidir ve bu toplumsal yasaya uymak zorunluluğu vardır. Değilse, ulusun nabız atışından ve gerçeklerden kopulur, etkisiz kalınır.

Mafyalaşmış, yasa ve hukuk tanımaz, vurguncu, rantçı ve tefeci bir sınıfsal temele dayanan, sanayicilerin sıkıntı ve kaygılarını hiç önemsemeyen bir siyasal iktidarın, 17 yıldır kendi yarattığı büyük yıkımı, borç batağını ve ulusal güvenlik riskini görüp, kavraması mümkün mü? Hangi iktidar ve siyasi lider kendi yarattığı tahribatı ve felaketi açıkça kabul eder? Hele bu, onun hem iktidar olarak sonunu, hem de arkasından yüce divanlık büyük yargılamaları getircekse... Dolayısıyla bütün bu uygulamalara yön veren İslamcı-Osmanlıcı ideoloji ve program, strateji ve siyasetlerden vazgeçmeleri ya da ciddi değişikliklere gitmeleri olası değilidir. Girilen yoldan geri dönüp durumu düzeltmek için köklü bir değişime girecek çapa, erdeme, ufka, çağdaş anlayış ve etik sorumluluğa sahipler mi? Hayır.

Peki sözünü ettiğimiz bu temel konularda Soroscu ve piyasacı bir Kılıçdaroğlu yönetiminin farklı bir çözümü var mıdır? Her ikisi açısından da yanıtın hayır olduğu açık. Bunu bilsek de asıl vurgumuz, piyasacılıklarının ötesinde ve ona ek olarak, hızla yönelinmesi gereken üretim ekonomisini ve sanayileşmeyi neden gerçekleştirmeyecekleri noktasındadır. 2018 genel seçim ve 2019 yerel seçim programları da açıkça bunu göstermekte.

SANAYİLEŞMEK, ÜRETİM DEVRİMİ, BİR KÜLTÜR DEVRİMİ SORUNUDUR

Temel tezimiz şudur: Üretim ekonomisi olarak ifade ettiğimiz sanayileşme ve onun siyasal biçimi olan uluslaşma bir devrim sorunudur. Bu devrim bir süreçtir, ardarda birçok atılımları gerektirebilir. Ulusal devrim, aynı zamanda bir kültür devrimidir. Üretim devrimi ise, sözkonusu bütünsel gerçeği ve zorunluluğu ifade ediyor. Ancak bu, toplumu salt ekonomik planda değil, daha önemlisi, aydınlanmacı ve akılcı, ahlaki, estetik/sanatsal planda köklü bir dönüşüme uğratmak anlamına gelmektedir. Sözkonusu devrim süreci, emperyalizmle işbirliği içindeki karşıdevrim güçlerinden, sınıfsal tabiatlarının ötesinde, asla yapmayacakları şeylerin beklentisine girerek hafifletilemez.

Geçtiğimiz 40 yılın ve özellikle son 17 yılın deneyimi, üretim ekonomisine geçişin ve sanayileşmenin basit, kaba bir dış ve iç borçtan kurtulma, ekonomik dengeleri kurma, enflasyonu düşürme ve günübirlik tüketiciyi tatmin etme (kandırma) vb hesabı olmadığını, yani görünüşte bir ekonomik canlılık ve sahte bir bütçe dengeleme muhasebesi olmadığını göstermektedir. Tam bir balon, ya da köpük niteliği taşıyan küreselci “büyüme” masalı, özü emperyalizme bağımlılığa son vermeyi amaçlayan, kamucu ve planlı gerçek kalkınma ve gelişme stratejisinden bilinçli bir kopuştu. Bu demektir ki, Türkiye, Çin, Hündistan, İran gibi benzeri ülkelerin ulaştığı gelişme düzeyleriyle karşılaştırıldığında en az kırk yıllık bir gerileme ve boşa giden dinci hayaller ve boş inançlar içinde bir debelenme süreci yaşamıştır.

1980'lerde başlayan bu kopuşa, ancak tekrar başa, kamucu ve planlı karma ekonomiye dönerek son verilebilir. Bunun diğer bir ifadesi olan Üretim Ekonomisi ve Sanayileşme, aynı zamanda gerçek anlamda bir uluslaşma, gerçek anlamda bir bağımsızlık ve çağdaşlaşma demektir. Daha geniş açılımı, ulusal ve demokratik devrimin toplumsal ve kültür-sanat alanında birleşik, bütünsel bir atılımının gerçekleşmesidir.

12 Eylül sonrası yaşanan karşıdevrim salt ekonomik ve siyasal değil, kültürel bir karşıdevrimdi. Dolayısıyla uluslaşmayı ya da Kemalist Devrimi tamamlamak, üretim kültürünü, genel bir kültür ve sanat-edebiyat atılımıyla tamamlamaktan geçmektedir. 1930'larda Kemalist Devrim'in, ekonomik-siyasal atılım yanında, Halkevleriyle gerçekleştirilen dil, tarih ve kültür-sanat alanındaki atılımları, bugünkü yapılması gereken devrimci çalışmaların kurucu ve başlangıç temellarini oluşturuyor.

Avrupa'da modernleşmenin 18. ve 19. yüzyılları kapsayan 200 yıllık tarihine bakarsak, bu büyük devrimci atılımın bilimde, kültür, sanat ve teknolojide birbirini tamamlayan bütünsel bir süreç izlediğini görürüz. Türk Devrimi ise, bütün bu süreci Atatürk'ün de vurguladığı gibi, çağın dinamiklerinin dayattığı bir zorunluluk olarak, 500 yılda değil, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Bilimsel Devrim ve Sanayi DevrimiNin içiçe geçtiği 50 yılda tamamlamalıydı. Kemalist Devrimi, Rus, Çin, İran ve bütün Ezilen Dünya devrimlerini aynı çağdaş zorunluluk mantığıyla değerlendirmek gerekiyor.

Neden ulusal devrimci bir kültür-sanat atılımının bu sanayileşme sürecine eşlik etmesi gerektiğini sanırım biraz açmak gerekiyor. Boşuna “Sanayi Devrimi” denmemiştir. Sanayileşme, bütün ortaçağ toplumsal-ekonomik, kültürel ilişkilerini kökten değişikliğe uğratan, özünde köktenci bir süreçtir. Bu sürecin temel amaçlarından bir de, kuşkusuz akılcılığın merkezi rol oynadığı düşünce tarzıyla, teknolojiyi üretme ve kullanma yöntemiyle, günlük yaşam biçimiyle, toplumsal ilişkileriyle ve geleceğe ilişkin beklentileri ile yepyeni bir insan yaratmaktı. Bu nedenle, burjuvazinin idealist ve ekonomist akılcı beklentisine uygun olarak sadece ekonomik-toplumsal zorunlulukların getirdiği mekanik aklı ve mantığıyla değil, duyguları/duyarlılıklarıyla, sezgileriyle, değer yargılarıyla, estetik/güzellik anlayışı ve beğenileriyle yeni bir insandı sözkonusu olan.

BAUHAUS DENEYİMİ VE SANAT-TASARIM-ÜRETİM BÜTÜNLÜĞÜ

Bu bütünsel bakışın, yarattığı sonuçlar açısından zorunluluğunun ve doğruluğunun en çarpıcı ve öğretici örneğini, Almanya'da Bauhaus ve onun Türkiye'deki yansıması Köy Enstitülerinde görmekteyiz. Bauhaus'un kuruluş felsefesi olan sanat-tasarım-üretim bütünlüğü, Türkiye'de özellikle Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi'nin de (TGSA) kuruluş ilkesini oluşturuyordu. Dolayısıyla TGSA ve Köy Enstitülerinin üretim ekonomisi/kültürü ile sanat ve yaratıcılığı birleştirerek sanayileşmede oynadığı önemli rol azımsanamaz düzeydedir.

Bauhaus'un resmen kuruluş tarihi 1919'dur ve içinde Sovyet Devrimine katkı yapanlar da dahil birçok komünisti barındıran devrimci bir kuruluş olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, kökü 1910'lara dayanan böyle bir kuruluşun doğmasında, Alman burjuvazisinin, bilim ve sanatın en son verilerini kullanarak, sanayileşmedeki büyük atılım projesinin önemli rol oynadığı da bilinmelidir.

Yani kapitalizmin ilerici niteliğinin ayırdedici ölçütünü oluşturan sanayileşme ile çağdaş sanatın gelişimi arasından derin ve çok yönlü bir koşutluk vardır. Sanatsal yaratıcılık ve estetik beğeninin önemi kavranmadan, özünde bilimin ürünü olan otomobilin, buzdolabının, bilgisayar, tv'nin, telefonların ve diğer bir çok çağdaş kullanım aracının bu kadar yaygın kullanılması ve çağdaş bir kültürün parçası olmasını anlsamak mümkün mü? Bütün bunlar, kuşkusuz estetik ve sanatla günlük yaşamın kalitesi, yüksek beğeni kültürü arasında güçlü bir bağ olduğunu gösterir.

Sonuç olarak; Türk Devrimi'nin bütün kazanımlarının ve karşıdevrimle yaratılan kayıplarının bir bilançosonu çıkarttığımızda yapılması gereken nedir? Bunun yanıtı, eldeki kazanımlara, deneyim ve bilgi birikiminin oluşturduğu büyük enerjiye dayanarak son yaşamsal atılımı yapmaktır. “Son” diyorum çünkü tarih ve olgular, hiç bir ulusa sınırsız deneme şansı vermiyor; Türk ulusu için bu, bir çok bakımdan bir varlık-yokluk sorunudur.

Devrim süreçlerinin ikinci ya da üçüncü atılım deneyimleri, artık rastlantılara şans bırakmaksızın eski toplumun son kalıntılarını geri dönüşsüz temizlemekle yükümlüdür. Özellikle 17 yıllık deneyimin de ortaya koyduğu gibi bu, ABD saldırısına karşı vatan savunmasının sonuca ulaştırılmasını da içeren çok yönlü, ideolojik, siyasal ve kültürel bir hesaplaşma zorunludur. Olgular gösteriyor ki, emperyalizmle savaş, içeride, onun yarattığı mafya- rarikat sistemi ve kültürüyle, serbest piyasacılıkla, dış borca dayanan vurgun ekonomisi ile savaş demektir. Üretim ekonomisi ve üretim kültürü bu iç savaşın ana eksenidir.