28 Mart 2024 Perşembe
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Brecht’in kemikleri sızlarken...

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” romanına, hakkında yazılanlara da sıçramış bazı “tuhaflıklar”ı not düşerek devam edelim...  

“Kafamda Bir Tuhaflık”ı çok beğendiğini, çok önemsediğini belirten eleştirmen Semih Gümüş, 2 Ocak 2015 tarihli Radikal Kitap’taki “Büyük bir değişimin romanı” başlıklı yazısının girişinde aynen şöyle cümleler kuruyor:  

“Kafamda Bir Tuhaflık’ta ülkenin yaşadığı geçmişin öylesine önemli ve yoğun geçen bir kırk yılı anlatılıyor ki, bunun için akla önce Orhan Pamuk’un bu dönemi tanımak için yaptığı çalışma geliyor. Romancı, romanın merkezindeki sorunun ve onu hareket ettirecek kişilerin çevresindeki hikâyenin inandırıcı, sahici, tutarlı olmasını amaçlamak için yapar bu çalışmaları. Yoksa onları anlatmak için değil.” 

Gümüş, söz ettiği “araştırmacılığı” adeta kutsamak için sonraki paragrafta da Marguerite Yourcenar’ın, Roma’nın en önemli imparatorlarından Hadrianus’un “hayatının romanını” yazmadan önce yıllar boyunca araştırma yaptığını, “Hadrianus’u babamdan daha iyi tanıyordum” dediğini vurguluyor ve Umberto Eco’nun da romanlarını tasarlama sürecinde pek çok ayrıntılı çalışma yaptığını belirtiyor.  

İyi de Orhan Pamuk, 1952 İstanbul doğumlu bir yazar, “Kafamda Bir Tuhaflık” da 1969-2012 arasında geçiyor. Yani Pamuk, Yourcenar gibi I. yüzyılda yaşamış bir Roma imparatorunu ya da Eco gibi Ortaçağ İtalyası’ndaki manastır yaşamını, 19. yüzyıl Parisi’ndeki masonları, Cizvitleri falan değil, hemen hemen aynı yaşlarda olduğu bozacı Mevlut’u ve kendi döneminin İstanbul’unu anlatıyor. Zaten romandan da Orhan Pamuk’un, boza hakkında bir iki ansiklopedik bilgi vermek, belki bir iki seyyar satıcıyla konuşmak dışında öyle aman aman bir araştırma yapmadığı da kolayca anlaşılıyor. Romana fon oluşturan “ülkenin yaşadığı geçmiş” de bizzat yazarın kendi yaşamıyla çakışıyor ve örneğin gazete koleksiyonları ya da “Tarihte Bugün” gibi internet siteleri bu konularda pekâlâ iyi bir asistan işlevi görebiliyor. Kaldı ki bu toprakların her kırk yılının “öylesine önemli ve yoğun geçtiği”ni söylemek mümkün. 1910-1950 arası da öyleydi örneğin, 1930-1970 arası da... Anlayacağınız romanı öveceğim derken, bu “araştırma” işini çok abartmış Semih Gümüş. Keşke bir eleştirmen olarak biraz da “Hayatın vereceği huzur ve güzellik ancak hayatından uzakta başka âlemleri düşlerken ortaya çıkıyordu” (s. 120) gibi tuhaf cümlelerin üstünde dursaydı.  

“RASTLANTI DEĞİL”SE NE?  

Aynı tarihli Radikal Kitap’ta Asuman Kafaoğlu Büke ise Brecht’e benzettiği Pamuk’un “epik tiyatronun özünü romana taşıdığı”nı iddia ederek şöyle diyor: “Brecht elit üst sınıf için yazmazdı, seyircisi işçi kesimdi; Pamuk’un da ilk defa anlatmayı seçtiği işçi sınıfı için böylesi bir yöntem kullanması, büyük olasılıkla, rastlantı değil.” 

Büke, bu “rastlantı olmama” halinin, Orhan Pamuk’ta zuhur eden Brecht estetiğinin ayrıntılarına girmiyor ama eğer aynı romanı okuduysak, ben “Kafamda Bir Tuhaflık”ta “işçi kesim”e dair herhangi bir şey göremedim. Mevlut’un, akrabalarının, arkadaşlarının vb. işçi sınıfıyla hiçbir ilgisi yok ve olsa olsa “lümpen proleterya”yla ilişkilendirilebilirler. Bu konudaki ortak bilinçleri, “Zengin dediklerin bizden önce İstanbul’a gelip bizden önce kazanmışlar. Aradaki fark bu kadardır” (s. 66) düzeyinde.  

Romanın 462. sayfasında “Şehrin sokaklarında geceleri gezmek Mevlut’a kendi kafasının içinde geziniyormuş duygusu veriyordu” deniliyor. Galiba bazı eleştirmenler de romanın sayfaları arasında değil de kendi kafalarındaki Orhan Pamuk imajının içinde gezinmiş durumdalar.  

Ben, bu imajın dışından bakabilen ve “Kafamda Bir Tuhaflık benim açımdan düş kırıklığı oldu. Kurgu ve bakış açısında yenilik arayışlarından söz edilse bile, romanın bütününde Cevdet Bey ve Oğulları’nda, İstanbul: Hatıralar ve Şehir’de, Masumiyet Müzesi’nde işlenen temalara Kar’ın liberal ideolojisi eklenerek elde edilmiş bir ‘potpuri’ havası hissettim” diyen (Radikal Kitap, 2 Ocak 2015) eleştirmen A. Ömer Türkeş gibi düşünüyorum.