18 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Dört pencereli ev

Rıza Zelyut

Rıza Zelyut

Eski Yazar

A+ A-

Doğu Perinçek’in pazartesi günkü “Hatıralarda Paslanma” başlıklı yazısını bilgisayarıma kaydettim. Son günlerde hissettiklerimi, mükemmel biçimde örneklemiş, yorumlamıştı. Bunu neden ben yazamadım diye kuvvetli bir kıskançlık duyduğumu da itiraf ediyorum. 

İnsanoğlunun zayıflıklarından birisini çok güzel açıklamaktaydı. 

Kendisini, geçmiş zamanın en sevdiği veya en nefret ettiği anına kilitlemek… Böylece yalıtılmış bir dünyada yaşamak, böyle mutlu olmak. 

Lakin gerçek dünya anılarla yaşanmıyor; anılardan ilham alınarak yeniden yeniden yaratılıyor. 

Her gün yeniden bir doğuş değil midir? 

Peki devrim nedir? 

En basitinden söylersek, değişmedir… 

Değişimin yetmediği yerlerde kitlelerin ortaya çıkıp değişime omuz vermesidir. 

Peki devrimci bir insan; kendisini geçmişe hapsedip de değişimin dışında kalır mı? 

Türk solu biraz böyle… 

1960’lara 70’lere göçüyor… Anılar pas tutuyor; değişime direniyor… 

Dünya ise ayağının altından kayıyor… 

Geçmişle uğraşmak yerine bugünle, bugünü de kullanarak gelecekle uğraşanlar kapıp götürüyorlar dünyayı. Bize ise ağıt yakmak kalıyor… 

ÇOK GÖZ 

Perinçek’i okurken aklıma dört pencereli ev geldi. Sol kanattan gelen arkadaşlar, bu evdeki geçmişe bakan pencereyi çok seviyorlar. Hayat ise şimdiyi (ânı) gösteren pencereden akmakta. Büyük çoğunluk buraya yığılmış izlemekte dünyayı. Az bir kısmı ise gelecek penceresinin önünde.  

Dördüncü pencere ise geniş zamanlı olan… Yukarıdan 360 derece ile izliyor evreni ve onu kuşatan zamanı… Büyük insanlar işte o geniş zaman penceresinden bakıyorlar. 

Perinçek’in verdiği örneklere, ben de çok bilinen başka birisini ekleyeyim: 

Hz. Muhammet, Mekke’de, o çöllük, taşlık-kayalık şehirde ortaya çıkıp da toplumcu bir düzen isteyince tüccar-tefeci takımı onu yok etmeye kalkıştı. Muhammet, az sayıdaki yandaşıyla Medine’ye kaçmak zorunda kaldı. Mekke sömürücüleri onu yok etmek üzere Ebu Süfyan yönetiminde 2 kez ordu düzüp üstüne gittiler. Bunlardan ilkinde, Ebu Süfyan’ın karısı Hind’in yönlendirdiği Vahşi, Peygamber’in amcası Hamza’yı mızrakla vurup öldürdü. Hind, öyle kindardı ki Hamza’nın ciğerinden bir parçayı çiğ çiğ yedi.  

(Bugün Suriye’de Alevileri canlı canlı parçalayıp yüreğini yiyen IŞİD’cilerin anası işte bu kadın olsa gerektir.)  

Hz. Muhammet yenilgi kadar bu duruma da çok üzüldü. Lakin, 6 yıl sonra Mekke’yi ele geçirince Hind’e de kocası Ebu Süfyan’a da dokunmadı. Kan davası gütmenin, kurmakta olduğu yeni düzeni tehdit edeceğini anlıyordu. Çok zamanlı bakmasını becerdiği için, kabilelerden oluşan ilkel bir topluluğu, Arap milleti denilen yeni topluma evirmesini bildi. 

Aynı çok zamanlı bakışı Mustafa Kemal’in macerasında da görmüyor muyuz? Sadece geçmişe ve o sıralar çok kötü görünen âna baksa idi, asker rütbesini bile atarak yanmış yakılmış, yoksul Anadolu’nun yollarına düşüp de yeni bir dünya kurma mücadelesine girebilir miydi? 

HANGİMİZ SEVMEDİK? 

Müslüm Gürses’in çok güzel okuduğu o şarkının dediği gibi: Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi? 

Hangimiz 60’ları, 70’leri unuturuz. 

Ama görüntümüzü orada dondurmak, hele hele o görüntüye benzemeyeni kırıp dökmek, bizi, geleceği inşa etme sürecinin dışına atar. Devrimcinin görevi ise, geleceği kuran her eylemin bir yerlerinde olmaktır. 

İnsanoğlu ne yaptı? 

Gücünün yetmediği yerlerde kendisine organlar icat ederek varlığını kat kat kuvvetlendirdi. Daha hızlı gitmek için otomobili, daha fazla yük kaldırmak için vinci ekledi kendisine… 

Eğer geleceği kurmada yerimiz olsun istiyor isek, etkimizi artıracak bu tür organlar yaratmalıyız. Siyasette kullanabileceğimiz kaldıraç ise az çok bize benzeyen öğelerdir. Bu yüzden, farklı kümelerin kesişme noktalarını bulup orayı enerji üretim merkezine çevirmemiz gerekir. 

Süleyman Demirel; bize benzemiyordu. O ayrı bir çemberdi biz ayrı… Lakin kesişen yönlerimiz vardı… 

Şimdi onu gericiliğin imalatçısı gibi gösterip dışlarsak, cumhuriyeti kiminle savunacağız? 

*** 

Üstüne üstlük ona yüklenen suçlamaları 1945-50 arasında CHP işlemiş olmasına karşın…  

Geçmişte yaşayanlar; biraz arşiv çalışması yaparlarsa, bu dönem CHP’sinin 1965-70 Adalet Partisi’nden çok çok geride olduğunu göreceklerdir. 

Bu yüzden 1996’da yayımlanan Din ve Siyaset isimli çalışmamın ana başlıklarından birisini, “Gericiliğin Mimarı: CHP” olarak koymuştum. 

Ne yapacağız şimdi? 1945-50 CHP’sine bakarak o kanadı da mı aforoz edeceğiz? 

Böyle yapa yapa bir gün şu kocaman gezegende tek başımıza kalacağız. Son bir umutla; o yalnızlık çölünden beğenmediklerimize sesleneceğiz ama bizi duyan olmayacak.