20 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

En yaşlı yönetmen öldü

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Clint Eastwood’un 85 yaşında kamera arkasına geçip yönetmenlik yapması ve aksiyonu bol filmler yapmayı sürdürmesi herkes tarafından takdir ediliyor, sanatçıya “uzun ömürler” dileniyor ama geçen 2 Nisan’da 107 yaşındayken gözlerini yuman Portekizli usta sinemacı Manœl De Oliveira’nın ardından gözyaşı döken pek olmadı. Yalnızca yaşı gereği değil, pek çok açıdan ilginç ve saygın bir sinemacıydı De Oliveira... İki yıl önce İstanbul Film Festivali’nde seyrettiğimiz son filmi “Gebo ve Gölge”yi çektiğinde 104 yaşındaydı ve doğrusunu söylemek gerekirse yarı yaşındaki pek çok sinemacıdan daha fazla “sinema bilinci”ne sahipti.  

Portekiz’de de diğer ülkelerde de ona “tutkun” sinemaseverler olduğunu pek sanmıyorum, çünkü filmleri hayli zorluydu, sabır istiyordu, çoğu zaman seyircinin tahammül sınırlarını zorluyordu ama çok yaşlı bir yönetmen tarafından büyük bir tutkuyla, sinema aşkıyla yapıldıkları için de saygıyı hak ediyorlardı. Claudia Cardinale ve Jeanne Moreau gibi iki büyük oyuncuyu buluşturan “Gebo ve Gölge” de öyleydi. Herkese göre değildi, sıkıcıydı ama saygındı.  

1983’te festival henüz 2 yaşındayken ve İstanbul Uluslararası Sinema Günleri adını taşıyorken sinemaseverlerimiz 1974 yapımı “Benilde ya da Bakire Ana” ile tanımıştı Manœl De Oliveira’yı. Sonra 1988’de “Durumum” geldi... 1998’de, yani festival 17 yaşındayken başka hiçbir filme benzemeyen “Dünyanın Başlangıcına Yolculuk” konuk oldu İstanbul’a. İki yıl sonra ise “Mektup” çıkmıştı karşımıza. 

2006, “Sihirli Ayna”nın yılıydı. Ruhsal huzura ermeye çalışan zengin ve mutsuz kadının öyküsünü anlatan dini-psikolojik dram, 137 dakikalık süresi de akla getirilirse “dayanma gücümüzü” test etmek için iyi bir fırsattı doğrusunu söylemek gerekirse.  

Festivalin 30. yılında, 2011’de en sevdiğim De Oliveira filmi olan “Angelica’nın Tuhaf Vakası” vardı. 102 yaşında çektiği film, yeni ölmüş genç bir kızı son kez görüntülemek için çağrılan fotoğrafçının kıza aşık olmasıyla gelişen süreci anlatıyordu ve son derece durağan kameraya rağmen “başdöndürücü”lük taşıyordu. Genç fotoğrafçı, allak bullak olan duygu dünyasında ölüme sessiz şekilde isyan ederken, Manœl De Oliveira’nın “yaklaşan ölüm” karşısındaki soğukkanlılığına hayran olmamak elde değildi. Gerçekten “tuhaf bir vaka”ydı bu film.  

SHAKESPEARE İSPANYOL MUYDU? 

İlginç olan, sıkı festivalseverlerin bile uzak durmaya çalıştığı Manœl De Oliveira’nın 1995 yapımı filmi “Saklı Hayat” (O Convento) 1997’de WB-Medyavizyon sayesinde ticari gösterime girmeyi başarmıştı. 22 Ağustos gibi bir tarihte gösterime sokulan, başrollerini Catherine Deneuve ile John Malkovich’in üstlendiği film, Shakespeare’in İngiliz değil İspanyol olduğunu kanıtlamaya çalışan Amerikalı profesör ile karısının bir manastırdaki çalışmalarını ve ilişkilerini anlatan, her zamanki gibi sıra dışı bir çalışmaydı. Manastırın tuhaf bekçisi kadından etkileniyor, kocanın dikkatini başka yöne çekmek için de tuhaf bir yol izliyordu. 27 Ağustos 1997 tarihli Radikal’deki “Saklı Hayat” eleştirimin bir bölümünü aktarayım: 

“Sinemanın tiyatro ve edebiyata aşırı bağımlı kaldığı, kendi ayaklarının üzerinde duramayarak bu iki sanat dalından gerekli kopuşu gerçekleştiremediği hemen her örnekte olduğu gibi, akademik anlatımın zirvelerde dolaştığı, ‘uzaklarda’, soğuk, yabancı ve ‘özel meraklılara, uzmanlara’ göre bir film Saklı Hayat. Zaten, De Oliveira’nın sinema anlayışını tiyatronun görsel ve işitsel olarak korunması üzerine inşa ettiği biliniyor. Durum böyle olunca da Saklı Hayat, her türlü çağrışıma karşın, örneğin Pasolini filmlerinin sinemasal tadından, görsel başarısından ve ‘derinliğinden’ uzakta, ‘içinden çıkamadığımız’ tuhaf bir film olarak yer alıyor kişisel seyir tarihimizde.”