25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 25°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Festivalde Yeşilçam onuru

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Bugün artık küllenip gitmiş, taraflar çok büyük oranda aynı mecrada buluşmuş olsa da Türk sinemasının 1970’li yıllarına damga vuran büyük bir “kavga” vardır... “Kavga” dediğime bakmayın, yaşanan epeyce sert bir siyasal-sanatsal tartışmadır.  

Çok genel hatlarıyla, yüzü dünya sinemasına dönük, sinemanın öncelikle bir sanat olduğunu savunan, sol eğilimli Sinematek Derneği ile aralarında gene solcu isimlerin de bulunduğu, Yeşilçam’ın bir halk sineması olduğunu ileri süren, Sinematekçilerin Yeşilçam’ı küçümsediğini söyleyip buna tepki gösterenler arasındadır tartışma. “Sinemanın işlevi nedir?”den hareketle taraflar zaman zaman birbirini ihanetle suçlamış, birbirlerinin yüzüne bakmaz hale gelmişlerdir ama neticede bir sanat tartışmasıdır bu, sinemanın kime ve nasıl sesleneceğiyle ilgilidir.  

Bu yıl 34 yaşına basan İstanbul Film Festivali, Sinematek geleneğinin devamcısı sayılabilir. O nedenle de uzunca bir süre “Yeşilçamcılar”ın mesafeli bakışlarıyla karşılaşmıştır ama yıllar geçtikçe ve “Yeşilçam kayboldukça” aradaki buzlar erimiştir.  

Geçen cuma akşamı gerçekleşen açılış törenindeki sıcak manzaraya bakıldığında da 45-50 yıl öncesinin “Sosyalist Gerçekçilik”, “Toplumcu Gerçeklik”, “Sanat, sanat içindir”, “Sanat, toplum içindir” tartışmalarını çok geride bırakan, bir anlamda “Sanat, yalnızca para kazanmak için yapılır” anlayışına karşı birleşen Sinematekçiler ile Yeşilçamcıları yan yana görmek mümkündü. Genç kuşak sinemaseverler kavramakta biraz zorlanabilir; İKSV gibi bir kurumun Safa Önal, Yılmaz Atadeniz, Süleyman Turan, Cahit Berkay, Nebahat Çehre gibi tepeden tırnağa Yeşilçam’ı temsil eden isimlere onur ödülü vermesi başlı başına büyük olaydır. Benzer ödüllendirmeler geçen yıllarda da yapıldı kuşkusuz ama bu yıl ki bana sorarsanız bir tür gövde gösterisi gibiydi. Açılış töreni, deyim yerindeyse, Sinematek’in sahnesinde Yeşilçam’ın bir kez daha onurlandırılması anlamına geldi ki sinema kültürümüz açısından ortaya çok önemli bir fotoğraf çıktığını not düşelim.  

KÜBA’DAN NORVEÇ’E  

Açılış filmi olarak gösterilen Küba yapımı “Hal ve Gidiş”, bu yoksul ama onurlu ülkenin “aile içi” sorunlarına bakan, yalın, sevimli, etkili bir filmdi. Yıkık dökük apartmanın terasında güvercin besleyen, alkolik ve hapçı annesinin sorumluluğunu da üstlenen, babasının kim olduğunu bilmeyen, evin geçmini köpek dövüştürerek sağlayan 11 yaşındaki Chala ile ona kol kanat geren yaşlı ve kalp hastası öğretmeni Carmela’nın ilişkileri zemininde akan öykü, okul-eğitim olgusunun evrensel boyutlarına da dikkat çekiyordu. Köpek dövüşçülüğü ve ilkokul arkadaşına aşk temaları yönünden bizim “Sivas”ı çağrıştıran filmde Küba okullarında her sabah “Che gibi yaşamayı” öğütleyen marşlar söylendiğini, sınıf panolarına dinsel içerikli resim ve semboller asmanın yasak olduğunu da öğrenmiş bulunduk.  

Festivalin ilk günü seyrettiğim Norveç filmi “Doğada Tek Başına”yı da oldukça sevdim. Evli, bir çocuk babası beyaz yakalı bir ofis çalışanı adam, hafta sonunu “spor amaçlı” olarak tek başına dağda geçiriyor. Küçük sırt çantası ve uyku tulumundan başka bir şeyi yok ama zihninden geçen o kadar çok şey var ki... Kuzey insanlarının neden melankoli ve cinnetin eşiğinde yaşadıklarınının resmi gibiydi bu “doğanın kucağında” öyküsü.  

İlk günün “geceyarısı çılgınlığı” filmi, geçen yıl Cannes’da çok ses getirdiği ve “yılın en iyi korku yapımı” olduğu söylenen “Peşimdeki Şeytan”ı ise müziği ve efektleri dışında pek tutmadım, açıkçası hiç gerilmedim, korkmadım, irkilmedim. Cinsel ilişkiyle aktarılan bir tür “hayalet görme” hastalığı öyküsü, demode bir AIDS çağı korku-gerilim serüveninden ötesini içermiyordu bana sorarsanız.