Futbolumuzu kim öldürüyor?
İzlanda karşısında Türkiye Ulusal Takımı’nın ortaya koyduğu futbolu izlerken, gerçekten de ölmüş futbolumuzun can çekişme görüntülerine tanık oldum gibi geldi bana. Zaten maçtan bir gün önce basın toplantısı yapan Türkiye Futbol Direktörü(!) Fatih Terim “Futbolu öldürüyoruz” demiş, özetle şunları söylemiş: “Açıkça futbolu öldürüyoruz. Bu unsurların içinde en masumu futbolcular. Çok ağır küfürler altında, mutlak kazanmaya endekslenmiş bir futbolcu olmak kolay bir şey değil. Koca koca insanlar protokol tribününde kavgalar, küfürler ediyor...”
İnanamıyorum! Yazmak da istemiyorum, kendi kendime yeter artık diyorum. Fatih Terim’in konuştuklarını, yaptıkları kusurlu hareketleri düzeltmekten bıktım, usandım! Ama ne var ki, her konuşması kuraldışı... Bu köşede ya da yazdığım başka gazetelerde defalarca altını çizerek yazdım. Futbolu öldüren başta futbolcular sonra teknik adamlar ve daha sonra da hakemler ve yöneticilerdir. Futbolun ölümünden birinci derecede futbolcular, ikinci olarak da teknik adamlar sorumludur. Bu sosyolojik bir gerçektir. Yandaşlar öldürülmüş futbolun içinde kendileri için bir yudum gönenç(mutluluk) arayan insanlardır.
Saygın okurlarım futbolu ben mi öldürdüm? Tam tamına 42 yıldır futbolun yaşaması için mücadele eden bu satırların yazarının, futbolu öldürenlerle mücadelesini ödün vermeden sürdürdüğünün en yakın tanığı sizlersiniz. Türk futbolunu öldüren bir numaralı kişi Fatih Terim ikincisi ise Mustafa Denizli’dir. Çünkü son 25 yıldır Türk futbolunun en tepe noktasında bu ikili vardır. Derwall ve Piontek’in kurduğu takımın nimetlerinden yararlanmışlar, teknik adamın yaşamını başkalarını geliştirmeye adamış bir sanatçı olduğunu her zaman yadsımışlar, nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontmuşlardır. Aralarına zaman zaman Şenol Güneş ve Ersun Yanal girmiştir. Ama kavgadan beslenen futbolumuzun içinde Şenol Güneş öğretmen ve efendi kişiliği ile eğreti kalmış, Ersun Yanal’ın başına örülen çorapları ise hepiniz biliyorsunuz. Türk futbolunun en tepe noktasında kavgadan beslenenler ile kavgaya karşı olanların arasındaki mücadeleden yengiyle çıkan hep Fatih Terim oldu. Çünkü en çok kavga ve küfür eden oydu.
***
Mustafa Denizli gündemde olduğu günlerde “İçimizdeki İrlandalılar” ile kavgaya tutuştu, en yakın arkadaşı, teknik adamlığının ilk yıllarında en büyük desteği bulduğu Hıncal Uluç ile birbirlerine girdiler. Fatih Terim’in ise futbolculuğundan bu yana hangi kavgaların içinde olduğunu biliyorsunuz. Osman Tanburacı’ya ettiği ağza alınmayacak küfürler yüzünden mahkemelerce cezaya çarptırılmış ve bu yüzden hala gözetim altında olan Türkiye Futbol Direktörü(!) şimdi kalkmış “futbolcular ağır küfür altında...” diyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu... Aynı Fatih Terim’in Galatasaray ve ulusal takımın başındayken yaptığı kavgalara değinmeyeceğim. Çünkü artık benim için kabak tadı verdi. Ama unutulmaması için, ülke futboluna karşı az da olsa duyarlılığı, sorumluluğu olan herkesin bunları yazması, gündemde tutması gerekmektedir.
“Koca koca adamlar protokol tribününde kavgalar, küfürler ediyorlar” derken sen kendini nereye koyuyorsun Fatih Hoca? Yoksa sen koca bir adam değil misin ki, kendine küfür etme hakkını veriyorsun. Yapılması gereken, ölmüş Türk futbolunu yeniden canlandırılması için atılması gereken ilk adım nedir? Hocamız bu konuda da düşüncesini açıklamış: “İyiler hiç mi savaşmayacak? Hepimiz el birliğiyle bir öncüye bakmadan, doğru ne ise yapmamız gerektiği düşüncesindeyim”.
İyiler hiç mi savaşmayacak? Buyurun bakalım! Fatih Hoca, senin öncülüğünü ettiğin kavgacı ve küfürbaz anlayış bütün iyileri gazi etti. Temizlediniz ya da futbolun dışına ittiniz bütün iyileri. Kala kala ortada kavgacı, küfürbaz, dindar ve kindar nesiller yetiştiren anlayış kaldı. Benim bu konuda net bir önerim var: Sizler yani kavgacı, küfürbaz, kindar ve dindar nesiller yetiştirenler bir kenara çekilin, ölüm yatağındaki Türk futbolunu biz kurtarırız...
ÇARŞI’YA YAPILAN HAKSIZLIK MI?
Çarşıya yapılanı sadece “haksızlık” ile açıklamak ne kadar doğru olur tam da bilemiyorum. Çünkü Çarşı’ya yapılan haksızlık ötesidir. Haksızlığın da bir anlamı hatta bazen bir değeri de vardır. Sokrates’in dediği gibi “Haksızlık etmektense, haksızlığa uğramak daha iyidir.” İşte bu gibi durumlarda haksızlık bir değer olarak çıkar karşımıza. Türkiye’de haksızlık etmediği halde haksızlığa uğrayan ne kadar çok insan var kim bilir?
Örneğin, kentsel dönüşüm adı altında yok pahasına evleri elinden alınan Tarlabaşı sakinleri ya da Sulukule’den kovulan İstanbul’un renkli insanları... Demokrasinin rafa kaldırılıp, ileri demokrasi yalanı ile toplumsal yaşama yön verildiği, hukukun güçlüden yana olduğu ülkelerde her şey güçlünün istediği şekilde düzenlenir, kanunlaştırılır. Bu bağlamda Çarşı haksızlık etmemiş ama haksızlığa uğramıştır.
Çarşı darbe yapmışsa eğer bugün iş başında olanlar Türk toplumuna kaç kez darbe yapmışlardır? Toplumun yaşamından, arkadaşlık, gönül ilişkilerine, içkisine, dinine, inancına, mezhebine karşı kaç darbe yapıldı? Gezi’nin yaptığı darbe ise başbakanın ODTÜ’ye üç bin polis ile girişi nedir?
Gezi, Türk toplumunun öz değerlerini korumak için yapılan bir öz değerlerini koruma girişimidir. Kimseyi yıkmak bir yana kimseye rahatsızlık vermek istemedikleri de Gezi Parkı’ndaki tutumlarından belli olmuştur. O direniş sırasında polisleri ve polis karakollarını bile korumuşlardır. Çarşı’da bu öz değerlerini koruma mücadelesinin sadece içinde bulunmuştur. Şimdi, Çarşı’ya yapılan haksızlıktan sonra içinde bulunmak istedikleri öz değerleri koruma hamlesinden bir üst aşamaya geçerek sivil toplum örgütü haline gelmişlerdir. Sizin onları yargılamanız ya da cezalandırmanız bu gerçeği değiştirmez. Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görürmüş. Darbe ile yatıp darbe ile kalkanlarda her şeyi darbe olarak görür, öyle değil mi?