ABD-Çin ilişkilerinde yeni dönem mi?
Çin yüksek teknolojide Amerikan devlerine kafa tutmaya başladı. Artık ABD’den gelen sermayeye eskisi kadar bağımlı değil ve kendi iç tüketimini artırarak, teknoloji tedarik zincirlerini millileştirerek bir ‘Amerikasızlaştırma’ süreci başlattı.
Güney Kore’nin Busan kentinde yapılan ABD Başkanı Donald Trump ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping görüşmesi, tarafların ticaret ateşkesiyle sonuçlandı. Bunun ardındaki gerçek, iki büyük gücün ilişkilerinde artık geri dönülmez bir yapısal değişimin yaşandığıdır. Eski düzen ölmek üzere ve yerine, her an alevlenebilecek, riskli bir kontrollü rekabet çağı geldi.
WASHİNGTON’A ÖDENEN ‘HARAÇ’ DEVRİ
1990’lardan itibaren şekillenen ABD-Çin ekonomik ilişkilerinin temelini ne oluşturuyordu? Basitti ve asimetrikti: Amerikan sermayesi, düşük işgücü maliyetlerinden faydalanmak için Çin’e akıyordu. Çin, bu yatırımlarla devasa üretim merkezleri kuruyor, ucuz mal ve hizmet üreterek bunları ABD’ye satıyordu. Buraya kadar bilinen bir hikâye. Ancak denklemin kilit kısmı şuydu: Çin, bu ihracattan kazandığı devasa ticaret fazlasını, bir nevi zorunlu yatırım olarak, Amerikan Hazine tahvillerini satın almak için kullanıyordu.
Bu sistem, Çin’in büyümesini finanse ederken, aynı zamanda Washington’a ucuz sermaye ve borçlanma imkânı sağlıyordu. Açık konuşacak olursak bu, Çin’in ekonomik sistemini korumak ve ABD ile olası bir çatışmadan kaçınmak için verdiği bir tür “haraç” diyebiliriz. Çin, yükselişinin bedelini, küresel finansal sistemin liderliğini Washington’a ödeyerek barış ortamını sürdürüyordu.
STRATEJİK OTONOMİ KAPIYI ÇALDI
Busan’da teyit edilen en önemli yapısal değişim de bu konuda yaşandı, bu asimetrik düzen sona erdi. Tamamen bitti demiyoruz elbet, ancak eski düzen geri döndürülemez şekilde değişiyor.
Çin, artık salt ekonomik büyüme yerine teknolojik otonomiye ve stratejik güvenliğe odaklanmış durumda. Birkaç ay önce Çin’in DeepSeek açıklaması üzerine Trump’ın, “Slikon Vadisi bunu bir uyarı çağrısı olarak görmeli” itirafını hatırlayalım. Çin yüksek teknolojide Amerikan devlerine kafa tutmaya başladı, artık ABD’den gelen sermayeye eskisi kadar bağımlı değil ve kendi iç tüketimini artırarak, teknoloji tedarik zincirlerini millileştirerek bir “Amerikasızlaştırma” süreci başlattı.
Çin medyasının bu zirveyi nasıl gördüğüne bakmak, Pekin’in ruh halini anlamak için kritik. ÇKP’nin birincil yayın organı Halkın Günlüğü’nden özel medya South China Morning Post (SCMP)’a kadar, önemli yayın organlarında çıkan analizler, görüşmeyi bir teslimiyet olarak değil, ilişkileri eşitler arasında “yönetme” sorumluluğu olarak gördüklerini vurguluyor. Xi’nin, “İki ülkenin farklı ulusal koşulları göz önüne alındığında, bazı anlaşmazlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır.” şeklindeki soğukkanlı ifadesi, artık Çin’in kendini ABD ile aynı seviyede gören, stratejik bir güç olarak konumlandırdığını gösteriyor.
Çin medyasındaki manşetlerde “ABD’nin dayattığı değil, karşılıklı çıkarların konuşulduğu bir masa” teması eşliğinde “ABD’nin iç krizleriyle uğraşırken Çin’in istikrarını koruduğu” mesajı verildi. Küresel kamuoyunda bile “ABD belirler, Çin uyar” döneminin geride kaldığı yorumları artıyor.
MÜZAKERE OLMAMASI ARTIK FELAKET DEĞİL
Busan’daki görüşmede taraflar bir yıllık ticaret ateşkesi konusunda anlaştı. Trump bunu “Amerikan işçisinin zaferi” diye sunarken, Çin tarafı bunu “istikrarlı ilişkiler için fırsat” olarak değerlendirdi. Ancak aradaki fark, Çin’in bu kez pazarlık masasına eşit bir taraf olarak oturması. Eskiden masadan kalkmak felaket olurdu, şimdi ise Çin için müzakere olmaması bile bir felaket anlamına gelmiyor.
Busan’da Çin’in fentanil kontrolü veya bazı tarım ürünleri alımı gibi konularda verdiği ufak tavizler, ilişkileri tamamen raydan çıkarmamak için atılmış taktiksel adımlardır. Bunlar, Çin’in uzun vadeli stratejik hedeflerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. En can alıcı nokta, Çin artık köşeye sıkıştırılabilecek bir aktör değil.
Eskiden, ABD ile olası bir çatışmadan kaçınmak ve ekonomik erişimi sürdürmek için Çin, “kötü anlaşmalara” razı oluyordu. Ancak bugün, Çin için bir müzakerenin olmaması felaket anlamına gelmiyor. Kendi teknolojik ekosistemini (yerel çipler, yapay zekâ) kuran, bölgesel ticaret anlaşmalarıyla (RCEP gibi) ve ŞİÖ ya da genişleyen BRICS ile ABD’yi dışlayan Çin, Washington’a alternatif bir albeni merkezi olma avantajını artırıyor.
Evet, Çin barışı korumak için hâlâ bazı tavizler veriyor ve vermeye de yer yer devam edecek. Ancak bu, geri adım değil, stratejik bir soğukkanlılık göstergesi. Xi yönetimi, küresel gerilimlerin arttığı bir dönemde “kalkınma önceliğini” kaybetmeden, gereksiz çatışmalardan uzak durmayı yine önceliyor. Elbette “çatışma olursa da kaçınmayız” mesajı vererek.
Fakat bunun altındaki fark şu: Eskiden verilen tavizler zayıflıktan kaynaklanıyordu; bugünse zaman kazanmak, daha avantajlı bir pozisyon yaratmak için veriliyor.
YENİ NORMAL: KONTROLLÜ REKABET
Busan zirvesi, ne bir zafer ne de bir yenilgidir; sadece yeni normalin kısa bir provasıdır.
ABD tarafı, 1990’lardan bu yana oluşturduğu konforlu bağımlılık ilişkisini geri getiremiyor. Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük yapma” söylemi aslında bu kaybın farkında olmanın itirafı. Bu, Washington’un yeni açmazıdır.
Bu yeni normal, stratejik işbirliği değil, kontrollü rekabet çağıdır. İki nükleer gücün, teknoloji ve jeopolitik üstünlük için kıyasıya mücadele ederken, aynı anda iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve finansal istikrar gibi konularda zorunlu bir asgari düzeyde etkileşimi sürdürme çabasıdır.
Busan’daki ateşkes, bize Çin’in artık küresel sistemin kurallarına uymaya çalışan bir öğrenci değil, kendi kurallarını koyan, stratejik özerkliğini kazanmış bir aktör olduğunu net bir şekilde gösterdi. Dünya, bu yeni ve daha simetrik, ancak gergin güç dengesine alışmak zorundadır.