Yandex
24 Haziran 2025 Salı
İstanbul 17°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Çin Yeni ‘Plaza Anlaşması’na boyun eğer mi?

1985 yılında Japonya’ya dayatılan Plaza Anlaşması, ABD hegemonyasının o dönemdeki koşullarından kaynaklanan bir sonuçtu. Bugün Çin, bu türden bir ekonomik zorbalığı kabul edecek bir ülke değildir

Çin Yeni ‘Plaza Anlaşması’na boyun eğer mi?
ORÇUN GÖKTÜRK / PEKİN

22 Eylül 1985’te New York’taki Plaza Otel’de ABD, “Kapitalist Blok” içerisindeki müttefiklerini ağırladı. Batı Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin davet edildiği görüşmelerde ana hedef, aşırı değerlenmiş Amerikan dolarının özellikle Japon yenine ve Alman markına karşı değerini düşürmek ve ABD’nin dış ticaret açığını azaltmaktı. Bugün liberal anlatıya göre basit bir para politikası değişikliği gibi lanse edilen süreç, aslında ABD’nin kendi müttefiklerine dahi ekonomik zorbalık uygulayarak ekonomik zorlukları aşma girişimiydi.

Çin Yeni ‘Plaza Anlaşması’na boyun eğer mi? - Resim : 1
ABD, 22 Eylül 1985’te New York’taki Plaza Otel’de “Kapitalist Blok” içerisindeki müttefiklerini ağırladı. Batı Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin davet edildiği görüşmelerde ana hedef, aşırı değerlenmiş Amerikan dolarının özellikle Japon yenine ve Alman markına karşı değerini düşürmek ve ABD’nin dış ticaret açığını azaltmaktı.

SANAYİDEN FİNANSA KAÇIŞ

1970’lerde yaşanan petrol krizleri ve Amerikan ekonomisindeki stagflasyon, ABD’nin önemli bir ekonomik paradigma değişikliğine gitmesiyle sonuçlandı. 1980’de Ronald Reagan’ın ABD Başkanı seçilmesiyle “Reaganomics” olarak adlandırılan sürecin dünya geneline etkisi oldu ve neoliberal dönem başladı. Yeni sürecin hedefi kamunun piyasadaki rolünü azaltmak, özelleştirme politikalarına ağırlık vermek, vergileri düşürmek, sendikal güçleri zayıflatmak, finansal piyasaları serbestleştirmek ve kamu harcamalarının kısılmasıydı. Ayrıca gelişmekte olan ülkelere amansız bir şekilde milli devlet yapısını zayıflatma baskısı başlatıldı.

ABD, bu süreçte imalat sektörünün ciddi şekilde daraldığı bir finansallaşma süreci yaşadı. 1979’da ülkedeki toplam işgücünün yüzde 22’si imalat sanayisinde iken 1985’e gelindiğinde bu oran yüzde 17’ye geriledi. Neoliberal politikaların ilk beş yılında ABD’nin otomotiv ve çelik üretiminde keskin bir düşüş yaşandı. “Big Three” olarak bilinen General Motors, Ford ve Chrysler bu dönemde büyük pazar kayıpları yaşadı. Ülkede, daha ucuza üretilen Toyota, Honda ve Nissan gibi Japon; BMW, Audi ve Mercedes gibi Alman araba markalarının pazar payı arttı. Amerikan üreticileri, bu ülkelere karşı rekabet gücünü kaybetmek üzereydi.

Amerikalı büyük sanayiciler, özellikle Japonya’ya karşı kaybedilen pazar payı ve büyük ticaret açıkları için Reagan’a baskı yapmaya başladı. Japon para birimi yenin, dolar karşısında aşırı değersiz olması suçlu bulundu. Amerikalılar durumu “adil olmayan rekabet” olarak adlandırdı. Japonya’nın yüksek teknolojili ürünlerdeki başarısı, ABD’deki otomotiv ve elektronik sektörlerinde büyük kayıplara neden oluyordu. Oysa sorun, Japonya’nın başarısından çok, ABD’nin kendi sanayisizleşme süreci ve finans merkezli yapısal dönüşümüydü.

1985 yılına gelindiğinde, ABD’nin dış ticaret açığı 150 milyar dolar seviyesine ulaşarak rekor kırdı. Amerikan büyük sanayicilerinin Reagan’a baskı oluşturması sonuç verdi ve Plaza Anlaşması ile ABD dolarının Japon, Fransız, İngiliz ve Alman para birimlerine karşı değeri düşürüldü. 1985’ten 1987’ye kadar ABD doları, Japon yeni karşısında yaklaşık yüzde 51 oranında değer kaybetmiştir. Alman markı ve diğer Avrupa para birimleri karşısında da benzer değer kayıpları yaşanmıştır. Bunun dışında Japonya ve Almanya’ya siyasi ve ekonomik baskı yapılarak Amerikan ürünlerine olan talepleri artırmaları sağlanmıştır.

Çin Yeni ‘Plaza Anlaşması’na boyun eğer mi? - Resim : 2

JAPONYA’DA ‘KAYIP ON YIL’

Anlaşmanın beklenmeyen ve olumsuz bir sonucu, Japonya ekonomisinde uzun süren bir durgunluk dönemi olan “Kayıp On Yıl”ın (Lost Decade) başlangıcı olmuştur. Yenin aşırı değerlenmesi Japon ihracatını olumsuz etkilemiş, Japonya Merkez Bankasının bu durumu engellemek için uyguladığı düşük faiz politikaları ise varlık balonlarına yol açmıştır. Bu balonların patlamasıyla Japonya ekonomisi uzun bir deflasyon ve düşük büyüme sürecine girmiştir.

Almanya cephesinde ise Bundesbank, para politikası üzerindeki dış müdahalelere mesafeli yaklaştı. Alman sanayi sermayesi ihracat kârlarını korumak adına üretimi Doğu Avrupa’ya ve Çin’e kaydırmaya başladı. Bu da küresel üretim zincirlerinin yeniden yapılanmasında Plaza sonrası sürecin rolünü artırdı.

Plaza Anlaşması, ABD’nin hegemonik gücünü sadece askeri ve diplomatik alanda değil, ekonomik düzlemde de nasıl kullandığının somut bir göstergesidir diyebiliriz. ABD, yaşadığı neoliberal krizi, Japonya ve Almanya gibi ülkelere ihraç ederek kısa vadede ticaret dengesini düzeltmiş, ancak bu süreç Japonya gibi ekonomilerde yapısal krizlere neden olmuştur.

TRUMP’IN EKONOMİK DANIŞMANI: HEDEF YENİ PLAZA ANLAŞMASI

Yakın zamanda Beyaz Saray Ekonomi Danışman Konseyi Başkanlığına getirilen, Trump’ın ekonomi kurmaylarından Stephen Miran, geçen yıl sonunda yeni Plaza Anlaşması’nı önerdiği bir makale yazdı. “Küresel Ticaret Sistemini Yeniden Yapılandırmaya Yönelik Bir Kullanıcı Rehberi” adıyla geçen kasım ayında yayımlanan makalede Miran, sık sık ABD dolarının yapay biçimde güçlü olduğunu ve bunun Amerikan sanayisine zarar verdiğini söylüyor. Yani doların güçlü olmasının “Amerikan imalat sektörüne ağır bir yük bindirdiğini” ve ABD ihracatının rekabet gücünü aşındırdığını savunuyor. Bu, tıpkı 1985’teki gibi bir düşünce: “Doları zayıflat, ihracatı artır.”

Miran’ın hedefinde bu sefer elbette Japonya yerine Çin var. Fakat Çin, Japonya gibi bu ekonomik zorbalığı kabul edecek bir ülke değil. Çin, ne ekonomik yapısı ne de jeopolitik duruşu bakımından Japonya’ya benzemektedir.

‘ÇİN BOYUN EĞMEYECEK’

İlk olarak Çin, Japonya gibi ABD’nin sözde kurallara dayalı uluslararası sistemine biat eden ülkeler içinde yer almıyor. Çinli resmi kuruluşlar gün aşırı, “ABD’ye boyun eğmeyeceğiz!” açıklaması yapıyor. Japonya ise dış güvenlik açısından ABD’ye bağımlı ve ekonomi-politik yapısı dış baskılara oldukça açık bir ülke. Japonya’nın dış ticaret fazlası nedeniyle baskı görmesine rağmen, karar alma süreçleri Washington’ın istekleri doğrultusunda şekillendirildi.

Ayrıca Çin’in ekonomik yapısı, devletin stratejik sektörlerdeki varlığına ve özel sektörlere yoğun müdahalesine dayanıyor. Enerji, finans, telekomünikasyon, ulaştırma gibi sektörler hâlâ kamu mülkiyetinde. Çin’in dış baskılara karşı çok daha dirençli bir ekonomik mimariye sahip olduğu gerçeği ortadadır.

Çin’in kur rejimi tam anlamıyla serbest değildir ve Merkez Bankası (PBOC), gerektiğinde yuanı stabilize etmek için müdahalede bulunur.

Çin, yaklaşık 3 trilyon dolardan fazla döviz rezerviyle uluslararası spekülatif saldırılara karşı oldukça dayanıklıdır. Ayrıca CIPS gibi alternatif ödeme sistemleri kurarak SWIFT’e olan bağımlılığını azaltma yönünde ilerlemektedir.

Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu, dış pazarlara bağımlılığı azaltmakta ve “çift dolaşım stratejisi” (dualcirculation) ile iç tüketimi ve üretimi (özellikle yüksek teknolojiyi) stratejik biçimde desteklemektedir. Ayrıca yarı iletken, yapay zekâ, batarya teknolojileri gibi alanlarda millîleşme süreci hızlanmıştır.

Askeri olarak, Japonya’nın aksine Çin, ABD askeri varlığına bağımlı değildir. Hatta Güney Çin Denizi, Tayvan Boğazı ve Asya-Pasifik gibi bölgelerde doğrudan Amerikan stratejilerine karşı koyabilecek askeri ve jeopolitik kapasiteye sahiptir.

1985’te Japonya’ya dayatılan Plaza Anlaşması, Amerikan hegemonyasının o dönemdeki koşullarından kaynaklanan bir sonuçtu. Bugün Çin, bu türden bir ekonomik zorbalığı kabul edecek bir ülke değildir. Kamucu yapısı, sermaye kontrolleri, rezerv gücü, stratejik sanayi alanlarında kendine yeten üretim yeteneği ve jeopolitik özgüveniyle Çin, Washington’ın eski reçetelerini boşa çıkaracak kapasiteye sahiptir.

Çin