Kadim Türk-İslam uygarlığının merkez ülkesi: Özbekistan
Özbekistan, bağımsızlığını kazandıktan sonra ulusal değerlerine ve tarihsel Türk-İslam kültürüne sıkı sıkıya sarılmış. Taşkent’in geniş şehir meydanları anıtlar ve turkuaz renkli tarihi eserlerle süslenmiş. Gökyüzüne doğru uzayan, mavi ve yeşil çinilerle süslü minareler tarihin yansıyan görüntüleri.


Mayısın son haftasında, bilinmeyen, uzakta kalmış, gizemli “ata yurda” doğru yolculuğumuza sevinç ve heyecan eşlik ediyordu. Saatler sonra sabahın kızıllığı içinde, mavi ışıkların parladığı, Orta Asya'nın kalbi Taşkent gözlerimizin altındaydı. Uçaktan ayrılıp olağan işlemler sonrası otobüse bindiğimizde rehberimizin “Ata yurduna hoş geldiniz,” sözleri duygusal bağların ötesinde, tarihsel bağları anımsatıyordu.
ÖZGÜVENLİ ÖZBEKİSTAN
Yeşil ve mavinin bütün tonlarının yansıdığı turkuaz renkler Özbekistan’ın simgesi olmuş.
Bağımsızlığını kazandıktan sonra Özbekistan, ulusal değerlerine ve tarihsel Türk-İslam kültürüne sıkı sıkıya sarılmış. Taşkent’in geniş şehir meydanları anıtlar ve turkuaz renkli tarihi eserlerle süslenmiş. Gökyüzüne doğru uzayan, mavi ve yeşil çinilerle süslü minareler, mabetler, medreseler canlı tarihin yansıyan görüntüleri.
Maveraünnehir, Turan devleti adıyla anılan Özbekistan; Kur’an’da cennetten çıktığı varsayılan Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasındaki bölge üzerine yerleşmiş genç bir ulusal devlet.
Özbekistan bağımsızlığına kavuştuktan sonra tarihsel mirasa uygun bir bayrak benimsenmiş. Mavi, beyaz ve yeşil renkler, yaşama gücünü temsil eden kırmızı bir şeritle ayrıştırılmış. Bayrak üzerindeki hilal yeni bir ulusun doğuşunu, 12 yıldız 12 şehri simgelemekle birlikte, mükemmellik ve mutluluk arayışını ifade ediyormuş.
DOĞUDA YÜKSELEN UYGARLIK
Başkent Taşkent semalarında, ışığını yüce Tanrı Dağları ve Pamir Dağlarından alan, doğası ve tarihiyle uyumlu Özbekistan bayrağı güvenle dalgalanıyordu.
Taşkent; geleneksel Türk-İslam mimarisi ve modern şehirciliğin çok güzel kaynaştığı bir kent. Orta Asya'nın merkezinde yer alan modern Taşkent, tarihsel dokunun güvencesi gibi göz alıcı.
Türk-İslam uygarlığını çağrıştıran bütün eserler onarılmış, Özbekistan’ın tarihi evreleri gün yüzüne çıkarılmış. Kazılarda elde edilen eserler modern müzelerde sergileniyor. Tarihi eserler ve yaşayan kültürel miras Özbekistan’ı dünyayla birleştiren en önemli bağ.
Canlı tarihsel dokusu titizlikle korunan Özbekistan, ileri bir çağı yaşıyor. Özbekistan’da hayranlık uyandıran eserlerin onarılıp gün yüzüne çıkarılmasında ve modern müzeciliğin gelişiminde Sosyalist Sovyetler Birliği’nin katkıları dikkatlerden kaçmıyor.
TİMUR’UN BÜYÜK İMPARATORLUK RUHU
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte uygarlığın yükseliş gösterdiği bir dönem başlar. İslamiyet'in kabulü ile birlikte büyük imparatorluklar dönemi başlar. “Yenilmeyen imparator” Timur ve büyük imparatorluk ruhu, Özbekistan’ın en önemli tarihsel mirası.
İslamiyet’in gelişme gösterdiği yıllarda geometrik şekillerin kullanıldığı, ince ince işlenmiş çinilerle süslü camiler, medreseler ve kaleler insan aklının gelişimini gösteren eserler. Binlerce yıl öce yapılan devasa eserler, ileri bir akıl ve uygarlığın canlı kanıtları.
Siyasal aklın somutluk kazandığı ortamda Türk-İslam uygarlığının öncüleri ortaya çıkar. Devlet adamı ve bilgin Mirza Uluğ Bek, Zehiriddin Babur, Ali Şir Nevai, Abu Ali İbni Sina, Abu Rayhan Biruni, Al-Harezmi, Al Farabi gibi yüzyılları silkeleyen büyük alimler Özbekistan topraklarında yaşamış. Türk-İslam tarihinde çığır açan öncüler Özbekistan bilim ve kültürüne katkılar yapmakla kalmamış, insanlığın gelişimine katkıda bulunmuş.
Büyük imparatorluklar döneminde edebiyat, sanat ve kültürde görülen hızlı gelişmenin, emirlikler döneminde gerilemeye uğradığı görülür. Merkezi otoritenin zayıfladığı, “dirlik ve düzenin” bozulduğu gerileme dönemi başlar. Emirlikler arası başlayan çatışmalar, Türk-İslam uygarlığının hızını kesmeyle kalmaz, uygarlık ekseni kaymaya başlar. Emirlikler dönemi aynı zamanda kültür, sanat ve akli ilimlerin yer değiştirdiği bir döneme denk düşer.
YALANCI DÜNYANIN DOĞUŞU!
Batılı tacir ve gezginler doğunun maddi zenginliğini taşımakla kalmaz, soyut kültürel zenginlikleri alıp götürür. Uygarlıkta görülen değişim, doğunun kültürel zenginliğinin içinin boşalma sürecini hızlandırır. Bu dönemden itibaren Doğu; ‘tutucu’, ‘mistik’ değerlerle damgalanmaya başlar. Bir dönem Özbekistan medreselerinde başlayan ileri düşünüş, Batıcı düşünüşün temeline oturtulur.
İnsan aklında görülen eksen kayması sonucu “geri, mistik ve tutucu” Doğu ve “ilerlemeci” Batı ayrışması başlar. Düşüncenin, sanatın ve insan aklının kaynaklarına yabancılaşmış “Doğu dünyası” imajı yaygınlaşır. Batı’nın insanlığa yaptığı ilk kötülük “yalancı dünyanın” yaratılmasıyla başlar.
“Yalancı dünya” egemenliği, pek çok ulus gibi Türk ulusunun yönünü Batı’ya dönmesine, düşünsel bağımsızlığın gerilemesine neden olur. Zihinsel gerilemenin, Atatürk’ün “çağdaş uygarlığın üstüne çıkma” düşüncesiyle aşılması hedeflenir. Ancak 20. yüzyılın ortalarında “AB değerleriyle bütünleşmeye” projesi Batı’ya olan bağımlılığı güçlendirir. Batı’ya bağlanma projesi, Türk-İslam uygarlığının kaynaklarına yabancılaşmayı güçlendiren bir dönemi doğurur.
SSCB'nin dağılması sonrası ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleriyle ilişkiler, ABD ve Batı’nın büyük devletleri bir yana, İsrail ve Yunanistan’ın bile gerisinde seyreder. Özbekistan-Hiva’lı genç kadın rehberimiz, bu olumsuz gelişmeyi “Siz atlarınıza binip gittiniz.” şeklindeki sitem dolu sözleriyle yüzümüze çarpar!
‘TEK ULUS, ÇOKLU DEVLET’ İLİŞKİLERİ
Adeta açık hava müzesi durumunda Özbekistan. Büyük imparatorluklardan kalan tarihi miras Özbek halkına güven veriyor. Özbekistan’ın her yanında Atilla ve Timur’un ruhu yükseliyor. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti ve kurucu önderi Atatürk’e duyulan sevgi, saygı ve güven gurur verici.
Genç rehberimizin “Atilla diz çökmedi, Timur yenilmedi, Atatürk yanılmadı.” sözleri, Türk ulusunun İç Asya’ya uzayan ilişkilerini ifade ediyor. Aynı zamanda bu sözler Türk ulusunu oluşturan bütün parçaların, ulusal yekinme eşiğinde bulunduğunu göstermez mi? Oldukça kısa bir gezinin en önemli sonucu şu: Uzun bir tarihin mirasçıları arasındaki ilişkilerin daha güvenli bir düzeye çıkarılması, Türk tarihi gelişiminin önünde duran en önemli görevdir.
TİMUR’UN RUHU!
Doğudan batıya, turkuaz renklerin yansıdığı Özbek şehir meydanlarına yerleştirilen dev Timur anıtları dikkat çekici. Özbekler, iki gezegenin birleştiği bir dönemde Timur’un dünyaya geldiğine inanır.
Türk tarihinde “yenilmeyen imparator” Timur’a karşı gereken ilginin gösterilmemesi, Timur’un çocuklarının canını sıkıyor olması, bizi üzdü elbette. Timur’a duyulan soğukluk, Ankara Savaşı’nın galibi olması biçiminde algılanıyor. Tarihi yapanlardan çok tarihi yazanların öznel anlayışı, Büyük İmparator Timur’un değerini azaltmaz. Özbek halkı Timur’un ruhuyla geleceğe bakıyor.
Uzun yıllar mezarında sessizce uyuyan Timur’un kabri, Stalin’in merakı sonucu açılıp kemikleri incelenmiş. Özbek halkı mezarın açılmasına karşı çıkmış. Mezarın açılması halinde “dünyaya kötülükler yayılacağı” kehanetinde bulunulmuş. Halkın direncine rağmen Timur’un mezarı açılıp kemikleri incelenmiş ve yeniden kabrine konulmuş. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Özbek halkının “kötülükler yayılacak” kehanetinin doğrulanması algısını ortaya çıkarmış.
Büyük İmparator Timur hiçbir zaman “Ben sıfırdan bir devlet kurdum.” dememiş. Günümüzde kibirli yöneticilere benzemeyen bir karaktere sahip olduğunu anlıyoruz. Timur’un “Her zaman atalarımdan devraldığım devleti büyüttüm.” sözleri, “ben... ben yaptım” diyenlere yönelen ağır eleştiriler biçiminde algılanabilir.
Büyük ve bilge komutan Timur’un çıktığı bir seferinde parası tükenir. Karısı Bibi Hatun’a parasının bittiğini bildirir. Bibi Hatun, “Paran bittiyse itibarında mı bitti.” diye haber yollar. Bunun üzerine Timur, askerlerin yedikleri etin kemiklerini imzalar. Sefer sonrası imzalı kemikleri getiren her askere paralarını öder.
Timur’un ölümünden sonra Özbekistan’da emirlikler dönemi başlar. Türk kavimleri arası gerginlikler ve çatışmalar emirlikler dönemine denk düşer. Emirlikler arası çatışmaları fırsat bilen Rus Çarlığı, emirliklerin üzerine çöker. Çarlığın Ekim Devrimi’yle yıkılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri geniş haklarla donatılmış özerk devletlere dönüşür.
SOVYETLER BİRLİĞİ DÖNEMİ
Özbekistan’da Sovyetler Birliği’nin halkçı, eşitlikçi, dengeli kalkınma ve uygulamalarının ülkede önemli değişiklikler yarattığı görülüyor. Çölün ortasında yer alan, gelişme yolundaki Özbekistan, ileri bir tarihi yaşıyor. Gezi boyunca görülen, uzun ve köklü kültürel tarihin ortaya çıkarılması ve korunmasında Sovyetler Birliği'nin büyük çabaları yabana atılamaz önemde.
Özbekistan’ın dış dünyaya açılmada, üzerine oturduğu ve hiçbir ülkeye nasip olmayan kadim Türk-İslam uygarlığı en büyük dayanağı. Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında kalan tarihi Maveraünnehir, Özbekistan'a can veren doğal alan. Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin sunduğu olağanüstü olanaklar sayesinde gelişme yolunda ilerliyorlar. Ayrıca farklı nüfus yapısı ve karmaşık sınırlarıyla Özbekistan’ın iç ve dış çatışma yaşamadan, ekonomik gelişmesini sürdürmesi önemli bir başarı.
SEMERKANT VE UYGARLIK MERKEZİ BUHARA
Seyhun Nehri’nin hemen kuzeyinde kurulu Taşkent'ten güneye, Semerkant’a doğru hızlı trenle yolculuk yaptık. Müstahkem kale anlamına gelen, 2 bin 750 yıllık Semerkant, 15. yüzyılda 220 bin km alan üzerine kurulu, Orta Asya’nın en büyük şehriymiş. Cengiz Han tarafından yıkılmış. Timur’un oğlu Uluğ Beğ tarafından yeniden kurulan Semerkant, yüzlerce yıl bilim, kültür ve sanatın merkezi olmuş. Turkuaz renkli çinilerle süslü görkemli minare, cami ve medreselerden yayılan akılcı düşünceler toplumsal devinime öncülük etmiş.
Kaşgarlı Mahmut, Semerkant’ın Türk şehri olduğunu yazmış. 11 katmanlı bir kent olduğu söylenir Semerkant’ın. Türk şehri Semerkant’ta İbni Sina ve ondan 16 yaş büyük olan Biruni de yaşamış. Erol Toy, “İlk Kırılma” adlı romanında âlim Biruni’nin ağzından, “Tarihi olaylar, ancak ve ancak ve yalnız ekonomik nedenlerle açıklanabilir. Din açısından bakış da, görüş de bilime aykırı.” dediğini nakleder.
Türk tarihi ve uygarlığı adına Semerkant’ta gördüklerimizin daha fazlasını 2 bin 500 yıllık Buhara’da görüyoruz. Firdevsi’nin Şehnamesi’nde Alper Tunga’nın damadı tarafından kurulduğu yazılıymış.
Medrese ve saraylar şehri Buhara’nın bir aşk öyküsüyle kurulduğu anlatılır. Buhara’nın en ünlü kalesi Erg Kale, Buhara Emiri’n kızına âşık olan bir usta tarafından yapılmış.
MASALLAR ŞEHRİ ANTİK KENT HİVA!
Tatlı su, serin su anlamına gelen Hiva, İlber Ortaylı’ya göre ölmeden önce görülmesi gereken iki şehirden biri. Hiva, Siriderya (Ceyhun) Nehri yakınlarına kurulu, Harzemşahlar Hanlığı’nın başşehri.
Uzun Kızıl Kum Çölü, Buhara-Hiva arasında bulunur. Kızıl Kum Çölü’nün bitiminde Hiva başlar. Erol Toy’un anlatımıyla, Pamir Dağlarından doğan Ceyhun Nehri. “kav döken bir yılan gibi kıvrım kıvrım gözlerimiz” önünde akıyordu. (İlk Kırılma)
İpek Yolu üzerine kurulu Hiva’da 50 civarında devasa anıt var. UNESCO'nun koruması altına alınan, bütünüyle toprak renginden oluşan Hiva, 26 hektarlık bir alan üzerine kurulmuş. İç Han Kale’nin içi ve çevresinde yer alan evlerin modern tarzda restore edilmesi yasaklanmış. Binlerce yıl öncesi antik şehrin dokusu bozulmadan korunmuş.
Gerçekten açık hava müzesi Hiva, görülmeye değer eserleriyle büyüleyici bir kent. Hiva’nın daracık sokaklarında dolaşırken, yüzlerce yıl geriye, bin bir gece masalları içinde yer alıyor.
Turkuaz renklerle süslü gök minare Hiva’nın sembolü durumunda. Rivayete göre bir örneğinin daha yapılmaması için İç Kale’yi yapan usta öldürülmüş.
Özbekistan’ın en büyük camisi, adına Cuma Camii de denilen 1000 yıllık cami Hiva’da yer alır. El oymalarıyla süslü, 213 ahşap sütunla desteklenen caminin bir noktasından bakıldığında bütün sütunlar görülüyor. Cami içi sesin duyulabilmesi için ses yayıcı özel çömlekler kullanılmış. Caminin sütunları ceviz ve kara ağaçtan yapılmış. Ahşap sütunların yüksekliği 5 metre. Her bir sütunun hazırlanmasının 13 yılı bulduğu söylenir. Sütunların tabanları çürümemesi için deve yünü ile sarılmış. Minareyi yapan usta “Nefsini tutamasaydım bu minareyi yapamazdım.” demiş. Bu yüzden adına ‘Nefis Minaresi’ deniyor.
Hiva’nın medreselerinde, matematik, cebir ve astronomiyle uğraşan büyük alimler yetişmiş. Akli bilimler alanında Hiva medreseleri oldukça ileri düzeyde düşünceler üretmiş. Cebir’in kurucusu Muhammed Musa Hiva’lı. Gökyüzünü inceleyen Biruni de Hiva’lı.
GÖRÜNENLER ANLATILAMAYANLAR!
Batı’nın kentlerini görüyor, gördüklerimizi anlıyor ve anlatabiliyoruz. Gökdelenler, büyük alışveriş yerleri, parklar, müzeler... Aklımıza dokunan görüntüler. Ama Özbekistan farklı. Masalların içine giriyoruz. Zaman zaman Orta Çağ diye dudak büktüğümüz bir çağda atalarımızın çağın ötesine geçmiş olmasının verdiği gurur, içimizi dolduruyor. Yaşamın büyük bir durgunluk içine düştüğü Batı’nın tersine Doğu’da insan aklı yücelmiş. İnsan aklının zirve yaptığı dönem Türklerin İslamiyet'i benimsedikten sonraki yıllar. Denir ya; “Türkler İslamiyet'i zorla benimsedi!” Zorun olduğu koşullarda insan aklı gelişebilir mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye değin gördüklerimizin çok ötesinde büyük bir uygarlığı gördük. Bu büyük uygarlığa Türkler damga vurmuş. İslamiyet'le birlikte Türk-İslam uygarlığı zirve yapmış. Batı’nın çok yönlü ve sinsi saldırıları sonucu o büyük uygarlığa yabancılaştırılmışız!
Gerçekten Özbekistan gezisinde gördüklerimizi anlatmak çok zor.