29 Mart 2024 Cuma
İstanbul 22°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Halk yağcılığı ya da halkı ve kendini kandırmak

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

Halkın kutsal değerlerinin, inançlarının, dinini, hak ve adalet duygusunun, törelerinin, iyilik, yardımseverlik, konuksevarlik, vefa, vatanseverlik gibi manevi değerlerinin haksız ve bencilce çıkarlar için kullanılması, ahlaki çürümenin zirve yaptığı günümüzün en yaygın davranış biçimleridir. Başta siyaset, reklam ve medya üzerinden yapılan algı operasyonu olmak üzere, bu sahteciliğin ve düzenbazlığın her türlü biçimini siyaset düzleminde görmekteyiz. Liberal sandık demokrasisinde sistemleşmiş ve kurumsallaşmış olan bu aldatma oyunu, kuşkusuz çok ustaca, halkın bilgisizliğinin, geri bilincinin, acil günlük ihtiyaçların yaratığı çaresizliğinin arkasına saklanarak, yardımsever, iyiliksever görünümlerle yapılmaktadır. Bu siyaset anlayışının halktan yana gibi görünen “ilerici” versiyonunu ise, “halk dalkavukluğu” ya da “kitle kuyrukçuluğu” olarak tanımlayabiliriz. Batı merkezci söylemde buna “popülizm” dense de, bizde devrimci içeriğe sahip Halkçılıkla karıştırıldığı için anlatmak istediğimizi tem karşılamıyor.

Tabloyu tamamlayan diğer önemli bir gerçek; bilim ve sanat devletten ve toplumdan dışlanırken, Türk devriminin temel bir öznesi olan, bilimi ve gerçeği/hakikati temsil eden aydın ve sanatçının da aşağılara itilmesidir. Gerçeğin bilgisini halka ulaştırmak ve toplumu özgürleştirmek, çağdaşlaştırmak için her türlü özveriyi göze alan, her türlü maddi ve manevi sıkıntıya katlanan aydın ve sanatçı gözden düşürülüp değersizleştirilirken toplumun en altlarına sürülmüştür.

Bu büyük operasyonun ve dönüşümün sonucu yaratılan insan tipi de çok ilginç ve düşündürücü bir görünüm sergilemektedir. Çoğu “eğitimli” ve oldukça yaygın olan, hatta seçimlerin sonucunu büyük ölçüde belirleyen bu tipin karakteristik bazı özellikleri vardır. Bilim ve hurafe, gerçek ve gerçek dışı, haklı ve haksız doğru ve yanlış konularında, Türkiye'nin yaşadığı sorunlara doğru ve köklü çözüm konusunda inançsız ve tavırsızdır. Diğer yandan, günlük ihtiyaçları, mavra-geyik gibi günlük eğlence ve diğer “iletişim” ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde her tür ama sığ bilgiye sahiptirler. Ama gerçeğin, doğrunun ne olduğuna gelince buna fazla kafa yorulmaz, pek önemsenmez. Hatta büyük ve apaçık gerçekler bile görmezden gelinip yadsınır.

Çizmeye çalıştığım sözkonusu insan tablosunu, bir fıkrayla pekiştirmek istiyorum. Bir gece iki sarhoş meyhaneden çıkmışlar, caddede yürüyorlar. Bir elektrik direğinin dibine gelip yaslanırlar. Yanyana sallanırken biri direğin tepesindeki ışığa bakıp, arkadaşına “bu güneşşğ, değil mi...” der. Öbürü, “hayır arrğğkadaş, o güneş değil ay, ayyy!..” der. Böyle bir süre tartışırlar. O sırada, uzaktan, kendilerine doğru gelmekte olan bir vatandaşı görürler. “Gel hele hemşerim sana bir şey soracağız” derler. Adam yaklaşır ve sorarlar: “Kardeş, biz bir türlü anlaşamadık ve karar veremedik, şu yukarıdaki güneş mi, ay mı?.. Adam, karşısındaki kendine göre güçlü kuvvetli, iri yarı iki adamı şöyle bir süzer ve kısa bir muhakemeden sonra, “Vallahi hemşerim, ben buraların yabancısıyım, güneş mi, ay mı bilemeyeceğim” der ve işin içinden sıyrılır...

ZÜBÜK KÜLTÜRÜ VE AYDININ TOPLUSAL, KÜLTÜREL ROLÜ

Konuyu, Ermenekli, edebiyat öğretmeni değerli bir hemşehrim ve dostumdan aldığım biraz da sitem yüklü bir eleştirisi ile daha açmak ve somutlamak istiyorum. Şöyle diyordu hemşehrim: Siz (Vatan Partili) devrimci aydınlar, üst düzeyde, teorik ve halkın anlamayacağı fikirler ve siyasetlerle uğraşıyorsunuz; halktan uzaksınız. Ayrıca bir Ermenekli olarak, doğup büyüdüğün bölgenin sorunlarına yabancısın ve halkın ve bizim bile zor anlayacağımız yüksek teorik konularla ilgili yazılar, kitaplar yazıyorsun. Ben ise, bölgemin güncel sorunlarıyla ilgileniyorum, haberler yapıyorum, yazılar yazıyorum, bazı toplantılarına katılıyorum vb... Hemşehrimin son seçimde CHP'ye oy verdiğini ve Doğu Perinçek'in Cumhurbaşkanı adaylığı için 100 bin imzaya 4 kişilik ailesiyele katıldığını da belirtmeliyim...

Diğer bir yanıyla bu tartışmanın benim için özel bir önemi var. Doğduğum ve 17 yaşıma kadar havasını soluduğum, buz gibi sularıyla gençliğimi, ruhumu yeşerttiğim, yaylalarında davar güttüğüm, Karacoğlan türküleri söylediğim, ama yıllardır bir türlü gidemediğim köyümle ilgili kimi anılarımı çağrıştırdığı için... Anılarıma, kişiliğime, devrimci kimliğime ve hayat kavgama yansıyan; Başköylüler/Başyaylalılar odaklı, yaklaşık 70 yıllık göçler, değişimler, dönüşümler, kültürel/töresel yabancılaşmalar, başkalaşmalar, ihanetler, yozlaşmalar ve öze/köke dönüş arzuları ile yüklü bir büyük ve dramatik serüven sözkonusu olan... Kuşkusuz buna, Türk ulusunun son 50 yıllık kentleşme ve dönüşme-yabancılaşma macerasını benzer küçük bir modeli de denebilir.

Yukarıdaki içten eleştirel cümlelerin, girişte tanımını yaptığım düşünce ve davranışlarla elbette doğrudan bir ilişkisi yok. Ama, hemşehrim ve benzer birçok arkadaşın savunduğu bu düşünceler malzemelerini, kavramlarını hangi ideolojiden ya da kültürel çevreden alıyor? Şarlatan ve halk avcısı, siyaset tüccarı Zübük kültüründen mi, yoksa bilime, gerçek aşkına, doğruluk sevdasına bağlı Kemalist, devrimci kültürden mi? Elbette tartışmasız birinciden. Çünkü, bilimsel bilginin, gerçeğin ve bunu temsil eden aydının, entelektüelin rolünü ve önemini, “üst düzeyede, teorik ve halkın anlamayacağı fikirler, siyasetlerle uğraşıyorsunuz; halktan uzaksınız” diyerek yok ediyor.

Oysa Türkiye'de ekmek ve su kadar ihtiyaç olan gerçeğin ve doğrunun birincil ölçütü, kolayca anlaşılması değil, hakikatin bütün boyutları ve derinliğiyle ortaya konuyor olmasıdır. Yani öncelikle neyin nasıl söylendiği değil, ne söylenmek istendiğidir önemli olan. Hemşehrim işin bu yönünü hiç anlamamış, kavramamış görünüyor, o nedenle de yapılan fikri çalışmaları küçümsediği gibi öğrenmek de istemiyor. Bu anlayışa göre gerçek ve doğru yarım da olsa, kıyısından kenarından yontulup, sivrilikleri alınıp kuşa döndürülmüş de olsa bilgi bilgidir, gerçeği öğrenmek için yeterlidir. Halkın, sıradan insanın tepkisini almayan, onu rahatsız etmeyen, huzurunu kaçırmayan, önyargılarını okşayan, gönlünü hoş eden bir “gerçek”!... Oysa yarım gerçek, özünü, ruhunu yitirmiş, bozulmuş, sahte bir gerçektir. Sıradan, bayağı taleplere göre hazırlanan yarım gerçek, gerçek değildir.

TANZİMAT'TAN GÜNÜMÜZE AYDIN-HALK BÖLÜNMESİ VE DEĞİŞEN/DÖNÜŞEN İÇERİKLER

Sorunu tarihsel olarak ele alırsak, Türk aydınına, okumuşa yönelik bir suçlamayı, yabancılaşmaya tepkiyi içeren ve iyi bilinen yukarıdaki fikirlerin kökü çok eskilere dayanmaktadır. 200 yıllık çağdaşlaşma tarihimizde aydın-halk bölünmesi olarak tanımlanan toplumsal-kültürel bir gerçekliğimizi dile getiriyor. Ancak, bu bölünmeden kaynaklanan ve halkına-köylüsüne yabancılaşan aydına yönelik haklı tepki, zamanla eski doğal, samimi içeriğinden uzaklaşarak bozulmuş, yozlaştırılmıştır. En azından, özellikle “küçük Amerika” döneminin başladığı 1950'lerden sonra ikili bir nitelik göstermeye başlamıştır. Çağdaşlaşma, modernleşme derken Batıcılaşan, düşünce ve pratiğiyle köyüne olduğu gibi ulusuna da hizmet etmeyen ve Cumhuriyetin halkçı-toplumcu ruhunu yitirenlere yönelik köylünün güvensizlik dolu eleştiri ve suçlaması bugün de aynı içtenliğini ve haklılığını korumaktadır.

Diğer yanıyla ise, Kemalist Devrim'le doğru bir temele oturtulan ve okumuş/aydının halka çağdaş bilim ve kültürü taşıma göreviyle karakterize edilen ilişkinin, 1950'lerden sonra aydının dışlanıp, yarım bilgili, cahil ve düzenbaz kasaba politikacısının onun yerini almasıyla tamamen çarpıtılıp yozlaştırıldığına tanık oldık. DP'den günümüze kadarki süreçte, özellikle tarımın çökertildiği ve köylülüğün de neredeyse ortadan kaldırıldığı AKP iktidarı yıllarında, -emperyalizm piyonu, mandacı ve Sevrcileri dışta tutarsak- ulusalcı ve devrimci-halkçı Türk aydınına yönelik suçlama ve eleştiriler, haklı içeriğinden tamamen uzaklaştı. Köylünün, halkın gerçek taleplerinden, samimi duygularından uzak sahte söylemlere dönüştü.

Kemalist Devrime ihanet eden egemen sınıfların politikacı tipi Aziz Nesin'in mizahi romanı Zübük'te en yetkin ifadesini buldu. Fütursuz yalanlara, laf cambazlıklarına, her türlü üçkağıda dayanan bir siyasetçi tipiydi sözkonusu olan. Türkiye emperyalizme daha sıkı bağlandıkça ve ortaçağ güçleri yeniden hortlatıldıkça, özellikle 1980'lerden sonra ve günümüzde, bu ilkesiz, ahlaksız, idealsiz karakter devletin en üst noktalarında her şeyi belirler hale geldi. Aydın, entelektüel, sanatçı ve dürüst, namuslu insan ise, toplumun en altlarına, en yoksul kesimlerin içine sürüldü.

HALK YAĞCILIĞI YA DA SIRADANIN VE YARIM BİLGİNİN YÜCELTİLMESİ

Bugün de bilimin ve hakikatin temsilcisi, taşıyıcısı aydına karşı sahte halkçılık, sahte köylücülük yapılmakta ve onun toplumsal rolü ortadan kaldırılmak istenmektedir. Halkın gerçek taleplerini değil, medya tarafından yönlendirilen, özellikle tüketime dönük günlük, geçici, ilkel ve geri taleplerini öne çıkaran, halkın sıradan, geri bilincinin arkasına sığınan “Popüler Kültür”ün versiyonları olarak “halk dalkavukluğu”, “halk kuyrukçuluğu” ya da halka yağcılığı sözkonusu olan. Samimiyeti ve dürüstlüğü açısından kesinlikle farklı olmakla birlikte, hemşehrimin durduğu yerden bakarak, Türkiye'nin ulusal ve toplumsal temel sorunlarına bütünsel bir çözüm programı olmadan bir yere varmak mümkün değildir. Sadece yerel sorunlara yönelik, üstüne biraz da siyaset sosu eklenmiş yüzeysel değinmelerle hiç bir anlamlı çözüm üretilemeyeceği kesindir. Kimse kusura bakmasın, bu ve benzeri yaklaşımlar, derinliksiz ve sığ ve yarım bilgilere dayanan yarım aydın yakjlaşımları ve tavırlarıdır. Eh, madem okumuşuz, bilgi açısından halktan ilerdeyiz, kıyısından köşesinden bir şeyler biliyoruz -ayrıca emekliyiz, boş durmak olmaz, ortada korkacak bir şey de yok- biraz siyaset yapmaktan zarar gelmez!... diye düşünülmektedir.

Oysa, en azından bilime, akla, gerçek bilgiye çok önem veren, o tür insanları ilk bakışta, bir kaç soruyla, bir iki davranışını izleyerek gözünden tanıyan bilge Türk köylüsü açısından okumuşun, aydının tanımı, görevi bu değildir. Onların gözünde Türk aydını çağın en ileri bilgisine sahip olandır ve olmalıdır. Bu bilgiyle ülkesinin sorunlarına çözüm getirirken bölgesinin de sorunlarına ciddi olarak kafa yoran, bütünsel, kökli, kalıcı çözüm üretendir. Ancak bu şekilde halkın yarasına melhem olabileceğini çok iyi bilmektedir. Geçici, yüzeysel, yarım ve sahte çözümlerden bıkmıştır halk.

Ayrıca şu çok önemli bir gerçektir: Ne kadar kapsamlı, derinlikli ve karmaşık görünürse görünsün gerçeğin bilgisi özünde sadedir, anlaşılır bir bilgidir. Yeter ki, o bilgiyi almak için gerekli asgari çabayı gösterelim, alınterini dökelim. Yarım bilgi ise, gerçeğin bütünlüğünü yansıtamadığı için, postmodern anlatılar, eserler gibi karmakarışık ve anlaşılmazdır. Yarım ve sığ bilgi, yanlış bilgidir. Yarım bilgi ile ancak, niyetimiz ne olursa olsun, halkı kandırırız, aynı zamanda kendimizi de kandırmış oluruz. Yarım bilgi, gerçek hastalığı teşhis edip, onun tedavisine yönelmeden, hastalığın yan etkisini, ağrısını geçici dindiren ilaçla sorunu geçiştirmeye benzer. Şu halk özdeyişi çok güzel anlatıyor durumu: “Yarım imam imandan, yarım doktur candan eder.”

Ermenek'in ya da köyümün, yeni adıyla Başyayla ilçesinin hiç bir sorununun yerel düzeyde, ilçe imkanlarıyla çözülmesi mümkün değildir. Çünkü, Ermenek'in, Başyayla'nın sorunu Türkiye'nin sorunudur; ulusal çapta yıkıma uğratılmış tarımın sorunudur. En başta iştir; kömür madenlerindeki işçinin, ücretidir, sosyal haklarıdır iş ve can güvenliğidir. İkincisi, çok sınırlı toprağa sahip Ermenekli ve Barcın yaylasının, Başyayla veSarıvelilerin aztopraklı yoksul köylülarinin kiraz, elma ve cevizinin pazar bulmasıdır, aracı vurgunculardan kurtulup hak ettiği fiyata satılmasıdır. Üçüncüsü ise, topraksız ve yoksul, ama zeki, çalışkan bölge köylüsünün her zaman tek çıkış yolu, okuyarak devlet memuru veya benzer bir iş bulmak olmuştur.

YARIM BİLEN BÖLER, TAM BİLEN BİRLEŞTİRİR

Aydının tavrına gelince, iki seçenek vardır. Ülkeyle ilgili gerçekçi, doğru bir temel programa sahip olmak kaydıyla, ya bölgede somut mücadelenin içinde ve dolayısıyla en önünde yer alacaksın, bu da, eğer başarılı olunacaksa çok ileri toplumsal ve siyasi bilgilerle donanmış olmayı gerektiri; ya da bölgede değilsen ülke geneliyle ilgili yarım, yüzeysel değil, en yetkin, en doğru program ve siyasetlere ulaşacak, onları geliştirecek ve savunacaksın. Yerel mücadeleye de ancak en iyi bu şekilde katkı yapılabilir.

O nedenle Türkiye'nin toplumsal bir gerçeğidir; bugün kangren olmuş temel sorunların çözüm yeri, yerel yönetimler ya da kamuyu soymalarına, ulusal kaynakları yağmalamalarına izin verilen özel sektör büroları değildir. Bunu son 30 yılın tecrübesi ile gördük. Örneğin 1980'de, yani özelleştirmeden önce Türkiye ekonomisi ile Çin ekonomisi aşağı yukarı aynı düzeydeydi, hatta Türkiye daha ileriydi. Geldiğimiz noktada büyük uçurum ortada. Bunu nedenini kafa patlatıp çözmeden hiç kimse gerçeğe ulaştım, ülke için çözüm yolunu buldum diyemez. Derse, kendini ve halkı kandırır.

Başka deyişle, bugünün vahim ve yakıcı gerçekliğine çözüm üretme ve onu değiştirme görevi Türk aydınının varoluş nedenidir, namus, ahlak sorunudur, tarihe karşı büyük sorumluluğudur. İster ulusal çapta, ister yerel olsun, Türk aydını, gökyüzüne kuyunun dibinden bakan kurbağa pozisyonunu kabul edemez. Bilindiği gibi kuyunun dibindeki kurbağaya gökyüzü ne kadardır diye sormuşlar, o da kuyunun ağzı kadardır demiş... Ya da tersinden bakalım; bilindiği gibi şahinler avını daha net görebilmek için mümkün olduğunca yükseğe çıkar ve yerini belirlediği an avına bir kurşun gibi dalar. Kuş bakışı denen şey bu olsa gerek. Yani hedefi doğru görebilmek, isabetli atış yapabilmek için yeterince yukarıdan, ya da uzaktan, dolayısıyla bütünü görebilecek şekilde bakmak gerekir. Büyük tiyatro ve sanat kuramcısı Brecht bu yaklaşımı, “bilen böler, çok bilen birleştirir” diye teorileştirir. Buradaki çok bilen, gerçeği bir bütün olaran derinlemesine bilendir, bütünü bildiği için de bütünleştirici, birleştiricidir. Bilen ise, sıradan herhangi bir tekil olay veya nesneyle ilgili bilgi sahibi olandır; bu bilgi, bütünün değil herhangi bir parçanın veya bazı parçaların bilgisidir; o nedenle parçacıdır, parçanın bilgisini öne çıkardığı için de bölücüdür.

Yeterince yukarıdan, ya da geniş perspaktiften bakma çabası ya da “yüksek teorik konularla uğraşmak”, kibirlilik değil, aksine gerçeğe ulaşabilmek için büyük bir irade, özveri, çile, maddi-manevi sıkıntılara katlanmayı gerektiren şeylerdir. Hele bizim ülkemizde... Dolayısıyla alçakgönüllülüğü, engin bakışı gerektirirler, ya da bu çabaların kendisi insanı doğal olarak alçak gönüllü yapar. Bunun en veciz ifadesini Hz. Ali'de buluruz: “Bana bir kelime öğretenin 50 yıl kölesi olurum” demiş. Yarım bilgili ise, bütünsel gerçeğe ulaşamadığı ya da ulaşmak istemediği için kendi içindeki eksikliği, yarım kalmayı bastırmanın bir dışavurumu olarak kibirlidir, kendini beğenmiştir, gösterişçidir.

TOROSLARDAKİ YÖRÜK ÇADIRINDAKİ KÜLTÜREL ŞİFRE

Toros dağları, Türkmen yörüklerinin 1000 yıllık yurt edindiği, son 2-3 yüz yıldır Dadaloğlu'nun Türkülerinde dile getirdiği gibi biraz zorla, biraz gönüllü yerleşik hayata geçtiği büyük bir coğrafyamızdır. Bilindiği gibi Mustafa Kemal, Toros Türkmenindeki boyun eğmez, başı dik, gururlu yaşam kültürünü, aynı zamanda Anadolu'nun Türkler için sonsuza kadar kalıcı bir yurt olmasının güvencesi olarak görür. O şöyle der: "Ey ağalar beyler, Toroslara çıkın bir bakın. Nerede kara bir Yörük çadırı görürseniz, dumanı da tütüyorsa dünyada hiç bir güç bizi asla yenemez."

Toros Dağları'nın açılıp genişleyerek yaylalaştığı, bu nedenle göçebe Türkmenler için ideal bir yerleşim bölgesi olan Ermenek yaylaları, bu özelliğinden dolayı Karamanbeyliği'nin merkezi üs bölgesiydi. Karaman Beyliği'nin kurucusu Nure Sofi, aşiretiyle birlikte Selçukluya karşı Babai ayaklanmasına katılır, ayaklanmanın yenilgiye uğramasından sonra, Türkmenlerle iyi ilişkiye önem veren Alaattin Keykubat'la anlaşarak Ermenek yaylasına çekilir ve yerleşir. Daha sonra bu savaşçı Türkmen aşireti Ermenek Yaylasının, Barcınların doğal savunma olanaklarıyla Haçlı seferlerine ve Moğol İşgalcilerine karşı, gerilla şavaş taktiklerini de ustaca kullanarak direnir. İlginçtir ve çok önemlidir, Adana, Konya, Antalya ve Isparta arasındaki, adına Taşeli denen bu bölgeye ne Haçlılar ne de Moğollar girebilmiştir; ve sonraki 800 yıl boyunca hiç bir yabancı güç tarafından da işgal edilememiştir.

Ömer Seyfettin de bir yazısında, önemli bir kaynaktan aktararak (Evliya Çelebi olabilir) şunları söyler: Ermenek'te bol ceviz yetişir, o nedenle oranın insanı akıllıdır; ama bölgede çok keçi yetiştiği ve keçi sütüyle beslendikleri için de inatçıdırlar. Ömer Seyfettin'nn aktardığı bu bilgileri kuşkusuz herkes kendine göre yorumlayabilir, ama ben bu bilgiyi doğrulayacak yönde yorumlayacağım. Evet Ermenekliler akıllıdır ve de inatçıdır. Ancak bu potansiyel, ham yetilerin nasıl kullanıldığı çok daha önemlidir. Kuyunun ağzı ufkundan, yerelliğin küçük, sıradan, sığ sorunlarının ikide bir gündeme getirildiği, yenilik yapma enerji ve cesareti taşımayan dar ufkundan kutulmadan, aklı ve inadı geliştirici, yararlı yönde değerlendirmek olanaksızdır.

Kuşkusuz yukarıdaki bilgiler, her Ermenekli için gurur vericidir, övünç kaynağıdır. Ancak o kadar. Önemli olan, bugün, bu övünç kaynağı mirası, kültür birikimini, değerleri günümüze ne kadar taşıyabildiğimiz, çağımızın ve ülkamizin gerçekliğinde ne ölçüde yaşatabildiğimizdir. Hayatı yeniden üretmek ve yaratmak için bu kültürel birikim, bugünün bilimsel, teknolojik ve sanatsal olanaklarıyla çağdaş, yeni ürünlere, yapıtlara, yöntemlere, estetik-sanatsal duyarlılıklara, etkinliklere dönüşmediği ölçüdü, içi boş, yavan, bayat tekrarlar olarak kalacaktır. Daha özcesi, Yörük atalarımızın Orta Asya'dan binlerce yıl öncesinden günümüze taşıdığı Yörük/Türkmen kültüründeki, kalıcı, evrensel içeriği gönümüzde çağdaş, yeni biçimlerde nasıl yaşatabiliriz? Temel ve keritik soru budur.

İşte, Ermeneklilerin, Başyaylalıların, Sarıvelilerlilerin genlerinde var olan akıl, böylesi yeni bir hayat kurmaya, çağdaş, ulusal yeni bir kültür yaratmaya odaklandığı ölçüde bir değere sahiptir. Bu yeni hayatın yeni insanı, kendini düzenbaz Zübüklerin kullanmasına izin vermeyen, yurtseverliğin ve ulusalcılığın derin bilincine sahip, bilimsel bilgi eşiğinin üstüne çıkmak zorundadır. Pısırıklığı, korkaklığı yenmiş, medyanın maymunu da olmadan, araştırmaktan, sormaktan, sorgulamaktan, tartışmaktan korkmayan bir kişiliğe sahip olmalıdır. İnatçılık da, yalnız ve yalnız bu hedeflere ulaşmak için kullanılırsa anlamlıdır; boş bir başağın değil, dolu bir başağın, taşıdığı tanelerin ağırlığından dolayı başı hafif eğiktir; bilge bir insanın dik duruş inadıdır bu.

Atatürk'ün, sözünün ettiği yörük çadırındaki Türk ulusal karakterine ilişkin kültürel şifrenin günümüzdeki çözümünü ya da yorumunu böyle yapabiliriz.