25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hemdert olanlar yekdiğerini arar

Şule Perinçek

Şule Perinçek

Gazete Yazarı

A+ A-

Bugün 26 Ağustos. Birkaç gün sonra 30 Ağustos olacak. Zafer kazanılacak. Ama nasıl?
7 Temmuz 1922’de Sovyetler Birliği Büyükelçisi İran Büyükelçisi şerefine ziyafet veriyor. Aynı geminin milletleri.
Atatürk konuşuyor:
“Aralof arkadaşımız diğer arkadaşlarımız gibi daima Doğu’nun masum ve mazlum olan milletlerinin hissiyatını temsil eden insanları bir araya getirmek ve onları dertleştirmekle pek büyük bir vazife yapmaktadır. Bundan dolayı kendilerini tebrik ederim. Hemdert olanlar yekdiğerini arar ve bulurlar. Aynı samimiyetle mütehassis olan arkadaşlar, aynı samimiyetle mütehassis olan milletlerin temsilcisi olarak epey zamandan beri burada bulunuyorlardı. İçimizde hakikaten büyük bir boşluk vardı; o da İran milletinin temsilcisinden mahrumiyet! Bugün ona da muvaffak olduğumuzdan dolayı bahtiyarız.”
Evet, İran da mutlaka bu gemide olmalıydı. Bu duygulara dayanan bir tavır değil. Atatürk çok açık koyuyor, siyasetinin “değiştirilemez” esaslarını:
“Türkiya halkının Doğu milletleriyle, Rusya ile, Azerbaycan ile, Afgan ile, İran ile olan bağları yalnız hissiyat üzerine kurulu değildir. Hakiki, maddi, değiştirilemez birtakım esaslara dayanmaktadır. Bu suretle düşmanlarımızın içimize girerek yapacakları telkinler ile bu bağların sarsılmasına imkan tasavvur etmek doğru değildir. Bugün dostlarımız emin olabilirler ki, biz dünyada dostla da, düşmanla da temasa gelebiliriz ve onlar da bizimle temas edebilirler. Fakat bu temas mevcut samimi bağları, dostluğu daima sarsılmaktan korunmuş bulunduracaktır.”
BÜTÜN DOĞU’NUN DAVASIDIR
İçeride ve dışarıda aynı gemide olmanın esasları da çok açık. Emperyalistlere karşı olmak. Mazlumlardan, mazlum milletlerden yana olmak:
“Türkiya’nın bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiya’ya ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız ifade etmiş iseler de, bunu bir defa daha teyit etmek lüzumunu hissediyorum. Türkiya’nın bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi.
“Türkiya azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği dava, bütün mazlum milletlerin, bütün Doğu’nun davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiya, kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”
ATATÜRK NASIL ATATÜRK OLDU
İşte Atatürk’ü belki de diğer komutanlardan ayıran önemli bir özellik. Tarihin “gerçek icaplarını” görebilmek. Maddeyi anlayabilmek. Hepsini yırtıp yeni bir tarih yazabilmek.
“Türkiya şimdiye kadar mevcut tarih kitaplarının icaplarını değil, tarihin hakiki icaplarını takip edecektir. Hakikaten mevcut tarihlerin kaydettiği hadiseler, milletlerin hakiki fikirleri ve emelleri, hareketleri değildir. (...)Biz onların hepsini yırtacağız, yeni bir tarih yapacağız!” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.13, s.136-137)
Bir Zafer Bayramı’nı daha kutlayacağız!
BAKİ ÖZİLHAN VE GÜNGÖR URAS
İki çok eski dostumuzu kaybettik.
Kaç yıllık acaba.
Hesabı zor.
Bir rastlantı mı?
İkisinin de arkasından konuşulanlar birbirine benziyor.
Aslında birbirlerinden çok başkaydılar.
Ama buluşturan belli ki aynı toprak.
Alçakgönüllü, özverili, işini iyi yapan, ciddiye alan, çalışkan, saygılı, insan ve vatansever... iyi gazeteci...
Güngör Abi’yle her başımız sıkıştığında dertleştik, paylaştık. 12 Eylül’de de, SS Kararnameleri’nde, en son Silivri’de de...
Bir süre önce çok lüks bir otelde bir düğünde herkes kendi havasındayken bir kenara çekilip oturduk, Türkiye’yi konuştuk. Çözüm önerilerimizi.
Bir de uzun uzun tam da bunu. İlginç.
Arkasından konuşulanları.
Normal ve sıradan olanın sanki artık nasıl “olağandışı” gibi algılandığını.
“Prof.” olduğunu kimseler bilmez. Kimi de var, olmadığını biliyorum, ama “Prof” denmesine ses çıkarmaz, duymazdan gelir, gazetecilikte bırakınız abiliği elinden gelse yanında çalıştığı gençlere ayakkabılarını boyatır...
Baki’yle üstelik uzun siyasi birlikteliğimiz de var. Onu çok kısa süredir tanıyan genç arkadaşların arkasından söylediklerini dinliyorum, okuyorum. Ne kadar benziyorlar...
Cenazesinin Cemevi’nden kalkacağına öyle şaşırdım ki. Kan tahlilindeki değerlerini biliyorum da... Alevi olduğunu hiç duymamışım. Belki de lafı geçmiştir de o kadar yıl içinde öylesine; unutmuşumdur.
Yıllarca en üst görevlerde bile bir emekçi gibi tempolu çalıştı. En son görevinden ayrıldı. Otur bir kenarda “hatıralarını” yaz değil mi...! Görüşelim ... görüşelim... Görüştük. Ulusal Kanal’da program yapayım. Sevinçten uçtum. Ankara-İstanbul, nasıl olacak? Olsun ne var... gelir giderim...
Gerçekleştirmekte geciktik. Kıvrandım. Olur... olur...
Gönlümüz yüreğimiz birlikteydi.
Ulusal Kanal’ın Cumartesi sabahlarını değiştirdi. Maaşını Aydınlık’a vermiş. Onu da yeni duydum. Şaşırmadım.
Bunlar bizi besleyen değerler.
Cumhuriyet’in suyu toprağı.
Ne oldu bu toprağa?
Neden olağandışı oldu?
Yaparız, yaparız... yine yaparız.
Cumhuriyet, Pera’dan nasıl İstiklal caddesi yaptıysa, ki daha zordu; yine yaparız.
Baksanıza arkalarından olağandışıydı ama “ne deliydi... şöyle yapardı, böyle yapardı” demiyorlar...
“İyiydi” diyorlar. Umutluyum.
KIRIN SOSYAL MEDYA ZİNCİRLERİNİZİ!
“New York Times’in Ocak 1923 tarihli haberi şöyle der: ‘Bir avuç Türk dünyaya meydan okudu.’
İşte o Türkler... Bir avuçtular ama kazandılar. (@koy_enstitusu)”
Ben de bu fotoğrafı paylaştım.

Hemdert olanlar yekdiğerini arar - Resim : 1

Sosyal medya benim için gerçekten bir medya, yani basın gibi. Yerel ve dünya haberlerini okuyorum, yabancı dillerden çeviriyorum, paylaşıyorum. Bazen yanıt yazıyorum, tartışıyorum.
Fotoğrafı ise hep sevmişimdir. Basında çok önemlidir. Gazeteci olmak istiyenlere ilk kurduğum cümlelerden biridir. Aman görsel malzemenize özen gösterin. Yazının, haberin en önemli unsurudur. Başlık, başlık altı. Çok şey anlatır. Yazınızı, haberinizi okutturur ya da vazgeçirtir...
Yukarıdaki fotoğrafı kimbilir kaç kez paylaştım. Yüzlerine bakmak hoşuma gidiyor.
Biri bu kez bana ileti göndermiş:
“Tamamda o zaman recep yoktuda kazandılar
Bir adam çıkıp demiyorki tek sorun receptir.”
İmlasına da dokunmadan olduğu gibi aldım.
Yani dondum kaldım. Öyle baktım.
Ne alaka??
Tıpta adı var biliyorsunuz. Bildiğiniz hastalık.
Takıntılı düşüncelerin, saplantıların günlük yaşamımızı etkileyecek, günlük aktivitelerimizi kısıtlayacak düzeye gelmesine obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) deniyor.
Kafayı buraya taktırıyorlar da... İnsan bu kadar mı yönlendirilmesine “izin” verir!
Bu da bir çeşit sosyal medya hastalığı. Belki de “sosyal medyanın” varlık nedeni. Bulaşıcı. Düğmeye basıyorsun. Kolunu bacağını kafasını oynatıyor. Bazen farkediyorum. Şimdi o da moda ya, biri rastgele uyduruyor; güldürmece olsun diye bir şey yazıyor. İnanın; o çoğalıyor, paylaşılıyor, dönüyor dolaşıyor, ilk yazana geliyor. Bizimki seviniyor, yakından izliyor. “Şu kadar paylaşıldı, bu kadar...” Ama gariptir ki bu kez kendisi de inanıyor. Demek ki doğruymuş diyor.
Ne ilkellik!
Ne kişiliksizlik!
Bi silkelenip kendimize gelelim!
Zincirlerimizi kıralım. Özgürleşelim.

Hemdert olanlar yekdiğerini arar - Resim : 2
Kendi matbaamız! Düğmeye Levent Kırca ve Tuncer Cücenoğlu ile bastık. Taze taze Aydınlık! Sayenizde başardık. Daha güzelini başaracağız!