29 Mart 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Kesintisiz eksiklik

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

Önce genel bir not düşeyim... Türk sinemasında bugüne dek 12 Eylül’de yaşananları öyküleştiren, darbenin toplumumuz ve bireyler üzerindeki etkilerini anlatmaya çalışan 59 film yapıldı. İlginçtir, senaryosunu sağ görüşlü gazeteci Avni Özgürel’in yazdığı yarı belgesel nitelikli “Zincirbozan” (2007) dışında, bu filmlerin dikkat çekici ortak noktası, şu ya da bu şekilde ABD’nin A’sından bile söz etmemeleri oldu. Sinemacılarımız, faşist cuntanın üstündeki CIA gölgesine bir iki cümleyle bile olsa değinmemek konusunda adeta sözleşmiş gibi davrandılar.  

Öte yandan, “Anti-emperyalizm, yabancı düşmanlığıdır” diyecek kadar meczuplaşmış Bülent Uluer’in “sol adına” HDP listesinden milletvekili adayı olduğunu düşündüğümüzde, belki de sinemacılarımızdan çok şey istiyor, haksızlık ediyoruz... Hatta belki de en iyisi, benzer süreçler yaşamış ve ortaya çok iyi örnekler koymuş Arjantinli, Şilili, Uruguaylı sinemacılardan birinin 12 Eylül’ü de anlatmasını beklemektir!  

Şaka bir yana, 34. İstanbul Film Festivali’ndeki “Kar Korsanları” ve “Eksik” filmlerini seyrettiğimde de durumun farklı olmadığını gördüm. Ancak bu iki film özelinde bu konuda çok fazla laf etmenin ve yüklenmenin anlamı yok; çünkü dediğim gibi 25-30 yıllık genel bir hastalık, genel bir apolitik olma hali, “kesintisiz bir eksiklik” söz konusu.  

Sinemalarımızda bugün ticari gösterime giren, yönetmenliğini Barış Atay’ın yaptığı “Eksik” de (Harfler aynı, “Kesik”le karıştırmayın!), her ne kadar “Bu bir ‘darbe’ filmi değildir” denilse de özellikle başlangıç sahnelerinde 12 Eylül’ü biçimsel olarak geceleyin evin kapısına güm güm vuran birkaç askerden ve birkaç işkence sahnesinden ibaret görmekle yetinmiş. Gerçi Atay, başrolü de üstlendiği filmin devamında bir anti-kahraman yaratmaya soyunuyor ve 12 Eylül’ü, yok etmeye çalıştığı gençlik kuşağının yerine oturttuğu lümpen bir karakter üzerinden eleştirmeyi deniyor. Kuşkusuz cesur bir çaba bu ama senaryo o kadar ciddi zaaflar barındırıyor, diyaloglar yer yer o denli havada kalıyor ki farklı şeyler anlatmaya çalışan öykü, sonuçta ne yazık ki heba olup gidiyor. 

YORGUN DEMOKRAT ŞURUBU 

Emekli bir subayın solcu oğlu, darbe sonrasında ikinci çocuğuna hamile karısıyla birlikte gözaltına alınır ve işkencede ölür. Genç kadın, aldığı darbeler sonucu zihinsel-bedensel engelli bir çocuk doğurur. Subay kayınpeder, gelinini ve yeni doğan sakat torununu evden kovar, ancak dört yaşındaki ilk torununu soldan sosyalizmden vb. kurtarmak için yanında alıkoyar, annesinden uzak tutar. Dedesi öldükten sonra, doğru dürüst bir eğitimi ve işi olmayan, alkolizm sınırlarında gezinen, yaşamda dikiş tutturamamasının sorumlusu olarak “hayatlarını bir vehme adayıp kurban olmuş” devrimci anne babasını gören delikanlı, 30 yıl sonra İstanbul’dan yola çıkıp annesinin ve bakıma muhtaç kardeşinin bulunduğu Antakya’ya gider. Orada hem ailesiyle hem kendisiyle yüzleşecek, kıymetini bilmeyeceği bir aşk yaşayacak, yokuş aşağı gidişatı değiştiremeyecektir. Devrim düşüncesi, işte şu tekerlekli sandalyede oturan zavallı kardeşi gibi sakat bir şeydir!  

ÖLÜLER EVİNDEN ANILAR 

“Eksik”, 1980-90’larda tüketildiğini sandığım “yorgun demokratlığın”, umutsuzluğun, nihilizme varan sol arabesk tavrın 2015 model tekrarı olmaktan öteye gitmeyen bir film. Örneğin o annenin 30 yıl boyunca oğlunu arayıp sormamasının hiçbir geçerli açıklaması yok senaryoda. Anne-oğulun 30 yıl boyunca görüşmemesine neden olan emekli subay ise Yeşilçam’ın gaddar kayınpederlerine taş çıkartacak nitelikte. Bir tutam sevişme sahnesiyle soslanmış aşk faslının başlangıcı ve gelişimi de inandırıcılıktan çok çok uzak. Final de ayrı bir âlem...  

Engelli kardeş Devrim’i canlandıran Özgür Emre Yıldırım’ın olağanüstü oyunculuğu da ne yazık ki karşılık bulamamış durumda. Oyuncu olarak Barış Atay ve sevgilisini canlandıran Toprak Sağlam durumu idare ediyorlar ama kadrodaki en deneyimli isimler olan Nur Sürer (anne) ve Uğur Polat (dede) için “Bu kadar kötü oynamaya hakları yok” demekle yetineyim. Annenin, onca yıl sonra oğlunu evde karşıladığı sahne ve karşılıklı diyalogları, görmelere, duymalara, akıllara seza...  

Kenan Evren’in 1982’de söyledikleri ile RTE’nin 2012’deki konuşmasından benzer vurguların aktarılması ya da iki kardeşin birlikte geçirdiği anlara dair iyi kotarılmış kimi yanlarının dışında, sonuç olarak “sürüden ayrılmayan” bir filme imza atmış Barış Atay. Yönetmenliğe devam edecekse, özellikle senaryo ve diyalog üzerine kafa yormasını, bol bol “sosyalist gerçekçilik” çalışmasını öneririm.  

“Eksik”te çok fazla ölü ve yarı-ölü var. Eksik olansa, devrimci canlılık.