25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 25°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Keşke daha karanlık olsaydı

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Haftanın yeni filmlerinden “Karanlık Yerler” (Dark Places), çeşitli avantajlarını yeterince kullanamayan, ne yazık ki vasatlığın sınırlarında gezinen bir çalışma. Beklentiler yüksek tutularak seyrediliyor, menü kâğıt üstünde epeyce zengin ama film bittiğinde kendinizi sofradan yarı aç kalkmış gibi hissediyorsunuz. Öte yandan, ABD’nin derinliklerine yansıyan ekonomik krize, bankalar karşısında dayanamayıp un ufak olan insana ve kapitalizmin ölümcül yüzüne dair akılda kalıcı ilginç şeyler de söylemeye çalışan, “suç gizemi” nitelikli bir film bu.
Öykünün odağında, 28 yıl önce işlenen ve bir ailenin yarıdan fazlasını yok eden cinayetlere tekrar ışık tutma çabası var. Ana gerilim hattı bu doğrultuda uzanıyor, fakat polisiye boyut oldukça cılız kalıyor, “Karanlık Yerler” satanizme kadar uzanan bir aile öyküsü, bir kadın öyküsü, bir gençlik öyküsü, bir yoksulluk öyküsü ve kardeşlik öyküsü olmakla olmamak arasında gidip geliyor. Anlayacağınız, “Keşke daha karanlık olsaydı” dedirten parçalı bulutlu bir Hollywood filmi var karşımızda.
Öykü, geçen yılın sükseli yapımlarından “Kayıp Kız”ın (Gone Girl) uyarlandığı romanın da yazarı olan Gillian Flynn’a ait. Yönetmen koltuğunda ise Fransız Gilles Paquet-Brenner oturuyor. Ve başrolde özellikle saç stili dolayısıyla Ömür Gedik çağrışımları yapan Charlize Theron...

FİLMİN KURGUSU BAŞARILI
Alkolik, berduş, uyuşturucu satıcısı babanın eve ancak para tırtıklamak için geldiği, zavallı annenin bir yandan üç küçük kız ve ergen erkek çocuğunu yetiştirmeye çalışırken diğer yandan da banka borçlarıyla boğuştuğu ve doğup büyüdüğü Kansas’taki aile yadigârı çiftliği idare etmek için debelendiği kasvetli koşullarda bir gece yarısı anne ve iki kızı öldürülüyor. Kurtulan küçük kız Libby Day, cinayetleri abisi Ben’in işlediğini söylüyor, Ben de mahkemede suçu itiraf ediyor. Biz olaya 28 yıl sonra Ben hapiste çile doldururken, olaya eski cinayetlerle ilgili yeni tezler geliştiren bir kulübün üyelerinin sıfırı tüketmek üzere olan Libby’yi bulup para karşılığı konuşturmalarıyla dahil oluyoruz. Geri dönüşlerle aileyi ve çevresindekileri tanıyor, o gece neler olup bittiğini öğrenmek ve artık varlığına emin olduğumuz sırrı aydınlatmak için pür dikkat kesiliyoruz.
Bol geri dönüşlü, birkaç katmanlı ve çok karakterli filmin kurgusu hayli başarılı ve senaryodaki kimi sarkmalar bu sayede konsantrasyon kaybına neden olmuyor. Theron başta olmak üzere oyuncu kadrosu da hiç fena değil ve “Karanlık Yerler” her şeye rağmen seyredilebilir olmaktan çıkmasa da dediğim gibi bir türlü yüksek güç kazanmıyor.
Filmin bir sahnesinde, yıllardır ortalıkta olmayan babasını ararken Libby’nin yolu kimyasal atık çöplüğüne düşüyor ve oradaki insanların sefil çöplük-komün yaşamına kısaca göz atıyoruz. Öykünün sürprizini ilan ve sırrı ifşa etmeyeyim ama “Karanlık Yerler”, altta kalanın canının çıktığı, düşene el uzatılmayan ABD’nin “atık insanları” üzerine bir film niyetine de seyredilebilir diyerek, işe iyi tarafından bakmış olayım.

KUTLUĞ ATAMAN’IN TOMA’SI
Pazar günü İstiklal Caddesi’nde 13. kez düzenlenen LGBTİ (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transgender, İnterseks) yürüyüşü polis saldırısı sonucu bu kez gerçekleştirilemedi ve iki üç saatlik bir eylem altı yedi saatlik alışıldık biber gazı şovuna dönüşmüş oldu.
İşin şeklini şemalini ve içeriğini tartışmayayım, hatta AKP’nin bu konudaki muazzam ikiyüzlülüğünü de bir kenara bırakayım. Merak ettiğim, eşcinselliği ve AKP’liliği bir onur rozeti gibi yakalarında taşıyanların, mesela yandaş sinemacı Kutluğ Ataman’ın o gün nerede olduğu, neler düşündüğü... Geçen hafta yayımlanan bir röportajında “Stalin posterleri bana TOMA’dan çok daha korkutucu geliyor” diyordu Ataman. Pazardan bu yana ölü taklidi yapmaktan vazgeçse ve hemcinslerine tazyikli su sıkan TOMA’lar, biber gazı sıkan robocop’lar hakkında bir iki kelam edip merakımızı giderse, ne iyi olur.