28 Mart 2024 Perşembe
İstanbul 22°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Okumak

Bayram Yurtçiçek

Bayram Yurtçiçek

Eski Yazar

Aydınlık geleneğinin önemli özelliklerinden biri, okumaya, araştırma ve incelemeye çok önem vermesiydi. 1980 öncesi, diğer sol guruplar, Aydınlıkçıları çok okumakla eleştirirlerdi. Bizim emekçi kökenli, akademik bir eğitim almayan arkadaşlarımız bile zaman içinde kendini eğiterek, emekçi aydınları haline geldiler. Diğer sol gruplar, bizim sempatizanlarımızla bile tartışmaya gözleri kesmezdi.

Başkan Mao’nun “Araştırma ve inceleme yapmayanın söz hakkı yoktur.” Sözleri bize her zaman yol gösteriyordu. Mustafa Kemal Atatürk’te bize yol gösteren bilimdir fendir dememiş miydi? 68’lerde çılgınlar gibi okuyorduk. Büyük bir öğrenme, araştırma ve inceleme aşkı doğmuştu bizim kuşakta.

Hiç unutmam. Mersin’in yerel televizyonlarından birinde milletvekili adayları sağlık programları üzerine tartışıyorlar. Anavatan Partisinin adayı Prof. Dr. Halil Cin. Bizim adayımız (İşçi Partisi) Kaynakçı ustası, Çimsa işçisi, Çimsa grevinin önderlerinden Süleyman Çelikcan. Halil Cin, daha önce Dicle Üniversitesi Rektörlüğü yapmış, tanınmış bir akademisyen ve kendisi bizzat tıp doktoru. Tartışmalar alevlenir ve Süleyman Çelikcan, Halil Cin’i uygulanması düşünülen sağlık programları konusunda sıkıştırır. Programın en hararetli bölümünde Halil Cin dayanamaz sorar, “Süleyman Hocam, siz hangi Tıp Fakültesini bitirdiniz.” Süleyman Çelikcan’ın cevabı Halil Hoca’yı şok eder. “Hocam, ben kaynakçıyım. İşçi emeklisiyim. Tıp eğitimi almadım. Ben İşçi Partisi üniversitesinden mezunum. Bilgilerimi partimin sağlık programından edindim.” Bu parti Süleyman gibi yüzlerce emekçi aydını yetiştirdi. Süleyman şimdi Mersin yerel gazetelerinden birinde köşe yazarlığı ve yine yerel bir Televizyonda Program yapmaktadır.

Üzülerek söylemeliyim ki, bu gelenek bozulmaya başladı. Okumak artık gereksiz gibi görülüyor. Bilime, kültür ve sanata karşı bir ilgisizlik oluşuyor. Bunun nedeni olarak ta pratik faaliyetler mazeret olarak ileri sürülmektedir. Bilmezler mi? Savaş koşullarında bile Mustafa Kemal sabahlara kadar, okurdu. Mao, bütün yazılarını cephede, dağda kaleme almıştı. Yeni bir toplum, yeni fikirlerle kurulabilir. Aydınlıkçı geleneğin solun ana damarı haline gelmesinde, okumaya, araştırma ve incelemeye verdiği önemdendir. O günkü toplum da okumayı özendiren bir yanı vardı. Okuyan bilgili insanlara büyük saygı gösterilirdi. Şimdiki gibi köşe dönücülük bu kadar etkili değildi.

Birden hatıralarım zihnimde canlanmaya başladı. Öğretmen okulu ikinci sınıftayım. Sanırım 1967 yılıydı. Yatılı okuduğumuz için akşam yemeğinden sonra etüt yapıyoruz. Etütlerin amacı öğrencilerin ders çalışmasını sağlamak. Gece bir nöbetçi öğretmen olur. Öğrencilerin ders çalışmasına nezaret etmek için bulunuyor. Usulen bir yoklama yapılıyor. Sonra nöbetçi öğretmen odasında zaman geçiriyor. Arada sırada, ya da gürültüler ayyuka çıkınca sınıfları geziyor.

Öğretmenlerin yazılı veya sözlü yapacağı günlerde genellikle ders çalışıyoruz. Eğer yazılımız veya sözlümüz yok ise etütlerde genellikle haytalık yapıyoruz. Yine böyle haytalık gecelerimizden birinde, kimi güreşiyor, kimi saz çalıyor, kimi mektup yazıyor. Kim kime, dumduma. Bu hengâme içinde, demek ki gürültümüz nöbetçi öğretmenin odasına kadar gitmiş ki, kapı açıldı ve nöbetçi öğretmenimiz sınıfa girdi. O gürültü patırtı arasında arkadaşlarımızın çoğunluğu nöbetçi öğretmenin sınıfa girdiğini fark etmedi bile. Nöbetçi öğretmenimiz hiç sesini çıkarmadan tebeşiri eline aldı ve kara tahtaya şunları yazdı:

“Günde bir gazete, haftada bir dergi, ayda bir kitap okumayan insan değildir.” Noktayı koydu ve tekrar geldiği gibi sessizce sınıftan çıktı gitti. Tabi bu arada nöbetçi öğretmeni fark edenler diğerlerini uyararak, sınıfta sessizliği sağladılar, ama öğretmenimiz yazacağını yazmış ve çekip gitmişti.

Öğretmenimizin çıkışından sonra büyük bir sessizlik oldu. Yazıyı okumuş, çok utanmıştık. Herkes önüne bakıyordu. Kimse kimsenin yüzüne bakacak hali yoktu.

Bu nöbetçi öğretmenim, resim öğretmenimiz Zafer Gençaydın’dı. Okuyan, aydın ve sosyalist bir kişiydi. Resim yapmayı öğrencilere sevdirmek ve mümkün olduğu kadar çok öğrencisini o zaman ki Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümüne gönderebilmek için çırpınıp dururdu. Bu hocamızın çabaları sonucu Diyarbakır İlk Öğretmen Okulundan yüzlerce vatanına milletine bağlı halkçı ve devrimci öğretmenler yetiştirdi. On yıl önce Gazi Üniversitesinde Resim Bölümü Başkanı iken telefonla konuşmuştum. Şimdi emekli oldu mu bilmiyorum. Ona ve onun gibi tüm öğretmenlerime müteşekkirim. Saygılarımı ve sevgilerimi iletiyorum.

Yine bir gün, okulun resim atölyesinde çalışıyorduk. Resim öğretmenimiz, aynı zamanda atölye şefi idi. Atölyede resim yapıyorduk. Boyam bittiği için boyaların muhafaza edildiği atölye şefinin odasın gittim. Boya almaya. Anahtarı genellikle bizde olurdu. Boya ararken birden çekmecelerden birinde yeşil kapaklı bir kitap gördüm. Daha o zamanlarda kitap okumayı çok severdim. Parayla kitap pek alamazdık. O nedenle kütüphaneden sürekli kitap alır, okurduk. Bizim okulunda büyük bir kütüphanesi vardı. Her ay kütüphaneden kitap alanlar açıklanırdı. Aramızda bir yarış olurdu. Neyse konumuz bu değil. Kitabın ismine baktım “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” yazılıydı. Yazarı ise o yıllarda yasaklı komünist, şair Nazım Hikmet Ran. Şöyle bir durdum. Ama okuma merakım baskın çıktı ve sayfaları çevirmeye başladım. Kendimi kaptırmışım. Zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorum. Kitabı neredeyse yarılamışken, resim öğretmenimiz Zafer bey birden içeri girdi. Birden ürktüm. Kitabı ondan izin almadan almış okumaya başlamıştım. Bana, ” Bayram ne okuyorsun” diye sorunca kitabı göstermek zorunda kaldım. Kitabı görünce, bu sefer kendisi tedirgin oldu. Baktı bana “bitirince, yerine koy ve dışarı çıkarma” diyebildi sadece. O yıllarda bir öğretmenin öğrencisine Nazım Hikmet’in kitaplarını okuttuğunun duyulması, hocanın başını büyük derde sokardı. En küçük ceza muhtemelen bir kasaba lisesine sürgündü. Karanlık basıncaya kadar okudum ve kitabı bitirerek, tekrar çekmeceye koydum. Yemeğe geç kalmıştım. Böylece Nazım Hikmet’in kitaplarıyla ilk tanışmam böyle oldu. Ertesi günü tekrar çekmeceye baktığımda öğretmenimin kitabı götürdüğümü gördüm. Ve bir daha kitap konusunu konuşmadık aramızda.