19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Gibileşmek, nesneleşmek ve yabancılaşmak!

Cemil Gözel

Cemil Gözel

Eski Yazar

A+ A-

Meursault, Marie'nin beni seviyor musun sorusuna, “Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum.” diye cevap verecektir. Albert Camus'nün Yabancı romanından bahsediyorum. Romanda Meursault’un bütün duyguları “gibi duygulardır”; örneğin Marie'ye duyduğu his “mutlu hisseder gibi” olmasıdır.

Ecinniler’de Dostoyevski Trofimoviç karakterine, XIX. yüzyıl feodal Rusya’sının, gevşek iradesi, tembelliği, yiyiciliği ve kendinden başka herkeste sorumluluk arayan eleştiriciliğiyle eski kuşak aydını temsil ettirmiştir. Trofimoviç’in karakterine yön veren özelliklerden biri ve belki de en önemlisi, “gibi” olmasıdır. Örneğin Dostoyevski, Stepan Trofimoviç’in karakterini Ecinniler’in başında şöyle çizmişti: “…kendisi bir tür yurttaş rolü oynamış ve rolünü de tutkuyla sevmiştir; hem de onsuz yaşayamayacak denli…”

Sistemin krize girdiği dönemlerde gibileşmek bir aydın bunalımı olarak ortaya çıkıyor. Kendisini dayatan değişimin parçası haline gelemeyen aydın eski ve yeni arasında sıkışıyor ve esas olarak karamsarlık girdabı içerisinde debeleniyor. Bugün Türkiye’de, büyük ölçüde aydınların yaşadığı bunalım budur.

Trofimoviç, feodal sistemle ve Çarlık rejimiyle birlikte çürüyen aydının Ecinniler’deki prototipidir. Ünlü kişiliği tek avuntusudur fakat o da yanılsamadır; Trofimoviç için tam olarak ünlü denilemez; ünlü gibidir. Ünü için de hiçbir bedel ödemeyi göze almamıştır. Aksine asalak yaşamı ve hiçbir girişimi sonuna erdiremeyen tembelliğiyle, bir generalin dul karısı ve toprak sahibi Varvara Petrovna’nın hayatında antika bir eşyaya, basit bir nesneye dönüşür.

Meursault’un ise her şeye tepkisi ikirciklidir. Sevebilir de sevmeyebilir de, gelebilir de gelmeyebilir de, üzülebilir de üzülmeyebilir de… Daima “gibidir”, karar veremez ya da vermek gibi bir niyet taşımaz, hiçbir şeye hazır değildir ama her şeye alışkındır, alışır.

En nihayetinde, kendisini terleten ve rahatsız eden güneşe kızdığı için hiçbir şey hissetmeden bir adam öldürecek ve hapse atılıcaktır. Yargılamada yargıç şöyle bir yargıda bulunur Meursault için: “…bu adamda rastlanan türde bir kalpsizlik, toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini alırsa!”

Bu yargı kriz içerisindeki toplumlarda aydınların önündeki sorudur. Kalpsizliği, gibileşmek eğilimi olarak da okuyabiliriz. Roman isminden de anlaşılacağı üzere yabancılaşma üzerine kuruludur. Gibileşmek de bir tür yabancılaşma değil mi? Tam olarak “bir şey” olamamak, daima bir şeyin gibisi olmak. Yabancılaşma Meursault’u kendisi dışındaki her şeyi önemsizleştiren, absürdleştiren, hiçleştiren, bütün duygularını gibileştiren bir yaşamın içine sürükleyecektir.

Gibileşmek bir başka açıdan yabancılaşmayla, bir başka açıdan da nesneleşmeyle açıklanabilir. Trofimoviç en sonunda nesneleşmiştir; Meursault ise yabancılaşmıştır.

Camus romanın sonlarına doğru Meursault üzerinden bu yabancılaşma halinin eleştirisini yapmaktan geri kalmamış: “Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.”

Gibileşmenin, anlamsızlık üzerine kurulan bir hayatın, kararsızlığın ve hazır olmama durumunun yanlış tercihler yaratma ve savrulma dışında bir çıkışı yok. Konuyu tartışmayı sürdüreceğiz.