20 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Batı’nın çöküş alâmeti olarak eşcinsellik ve Foucault(1)

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

Günümüzde eşcinselliğin (LGBT) bazı sol çevreler tarafından, “özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir unsuru, bir bileşeni” olarak kabul edilmesi ve siyasal-toplumsal taleplerinin ilerici bir içerikte görülüp desteklenmesi ne anlama geliyor? Toplumsal-siyasal bir kimlik talebi olarak ilk kez Avrupa’da 1970’ler, Türkiye de ise 90’lardan itibaren gündeme getirilen eşcinselliğin, sol’un/sosyalizmin ideolojik temelleri ve ana hedefleriyle bağdaştırılması mümkün müdür? Peki, nasıl oldu ve neler kökten değişti de toplumsal-kültürel –hatta siyasal- bir kimlik olarak (*) eşcinselliğin, onunla birlikte lezbiyenliğin, hatta fahişeliğin seks emekçisi olarak tanımlanması meşru bir hak olarak savunulmaya başlandı?

* Ulusal devlet biçiminde örgütlenen çağdaş toplumlarda, hepsi de hayatı/doğayı ve insanı değiştirme, daha ileri, gelişkin bir toplum kurma temelinde örgütlenen, ulusal kimliğin altında, ressam, şair, doktor gibi meslekler olarak da ifade edilen alt kimlikler vardır. Bir de, insanlığın bir canlı organizma olarak varoluşunun gerektirdiği kadın-erkek cinsel kimliklerinin yanında, eski (faodal) toplumdan kalma ve giderek işlevsizleşerek varlık nedenini yitiren etnik, cemaatsal kültürel kimlikler vardır. Eşcinsellik, toplumların varoluş ve gelişme dinamiklerinin dışında, ancak bir sapma, bir bozulma, yozlaşma unsuru olduğu için yukarıdaki tanım çerçevesinde, mevcut kimliklerle ifade edilen insani haklarının dışında, toplumların temel dokusal unsuru değildirler, olamazlar.

Sorunun kuşkusuz kesinlikle ve titizlikle birbirinden ayrılması gereken iki boyutu var; 1) bireyin iradesine bağlı olmayan nesnel, yani biyolojik boyut, 2) toplumsal-kültürel koşullara, dolayısıyla ideolojik belirlemelere bağlı olarak kişinin iradesinin, tercihlerinin ağır bastığı öznel-ideolojik boyut. Kuşkusuz inceleme ve tartışma alanımız ikincisiyle sınırlı olacaktır. Sorunu, Yeni Ortaçağ’ın ideolojik-kültürel ifadesi postmodernizm, “Tüketim Toplumu / Tüketim Kültürü” ve “Kültürelcilik / Çokkültürcülük” bağlamlarında ele alıp inceleye çalışacağız.

Tüketim Toplumu ve insani çürüme

Batı’da son elli, bizde ise 1990’lardan sonra son 25 yılda gerçekleşen Küresel Karşıdevrimle hortlatılan Yeni Ortaçağ kültürü ve değerlerinin belirleyiciliği ve kuşatıcılığı tam olarak anlaşılmadan olguları bütünsellik içinde ve tutarlı olarak açıklamamız olanaksız. Çünkü eşcinsellik ve onun gibi bütün negatif, ters özgürlükçülük, insanı ve toplumu özgürleştirici değil, çökertici, yıkıcı/köleleştirici, yozlaştırıcı/bayağılaştırıcı, kısacası yaşamsever değil ölümsever nitelikteki “özgürlük”lerdir. Bunlar, çöken bir uygarlık olarak kapitalist sistemin Yeni Ortaçağ kültürünün bütünselliği içinde oynadığı rolle önem kazanmaktadır.

O nedenle bugün, üretim, tüketim, etik/ahlak, estetik/sanat, gerçek/hakikat, bilim, hukuk vb bütün alanlarda olduğu gibi cinsellik alanında da birbirine karşıt iki düşünce, iki anlayış karşı karşıya gelmiştir. Aydınlanma, modernite/modernizm ile postmodernizm arasındaki uygarlık boyutundaki derin çatışmadan sözediyoruz.

Birincisi, bilim, ahlak, sanat vb hayatın her alanında üretimin, üreticiliğin, yaratıcılığın, yani hayatı yeniden üretmenin dinamiklerini yüceltir ve temsil eder. Üretici olmayan, üretimle bağını büyük ölçüde koparmış diğeri ise, hayatın, doğa ve insanın sınırsız yağma ve talanını, asalaklığı temsil eder. İnsanlığın binlerce yıllık uygarlaşma sürecinde kazandığı insani değer ve ölçüleri görgüsüzce, sorumsuzca ve arsızca çiğneyen, adına “özgürlük” diyen bu karşı-kültür, özetle tam bir çözülme ve dağılmayı, soysuzlaşmayı, kısacası toplumsal Entropiyi* ortaya koymaktadır.(1)

Aydınlanma/modernizm; bilimsel düşünce, akılcılık, sanayi ve üretim/üretim toplumu, emek-çalışma ahlakı, yaratıcılık ve nitelikli sanatsal etkinlik, daha güzel ve mutlu bir geleceğe yönelik büyük iyimserlik, proje, tasarım ve planlar geliştirme enerjisi demektir. Postmodernizm ise, bilim ve akıl düşmanlığı, tarihin reddi, cehalete övgü ve hurafe, tüketim toplumu ve asalaklık, üretim/üreyim karşıtlığı, dağılma, popüler kültür, sıradanlık, bayağılık, sevgi ve onur değerlerinin günlük tüketim ve haz malzemesine indirgenmesi demektir. Cinselliğin her türlüsünün ve pornonun tüketim kültürünün temel bir nesnesi haline gelmesi, etik/ahlak, estetik/sanat değerlerinin üretici ve insanı yüceltici, yetkinleştirici kültürden kopartılarak anlamsızlaştırılması vb bu kültürün doğal bir parçasıdır.

Yukarıdaki karşılaştırmalı tablodan görüleceği gibi, bugün mafyalaşmış küreselci emperyalist Batı’nın egemen kültürü liberal-postmodern Tüketim Kültürüdür. Diğer bir deyişle, Tüketim Kültürü, kapitalist Batı uygarlığının üretimden kopuk, asalak karakterdeki mafyatik burjuva sınıfının, büyük bir karşıdevrimle kendi çürümüşlüğünü bütün topluma yayarak ve modernitenin bütün üretici ve ilerici niteliklerini yok ederek, “benden sonrası tufan” misali geldiği kaçınılmaz çöküş aşamasının kültürüdür.

“Gelişmiş” kapitalist Batı, bugün en temel üretici güç olan insanının (emekçisinin) üretim ve üreyim dinamizmini çökertip tüketmiş, manevi değerlerini tahrip etmiştir. Daha ileri yeni bir topluma sıçrama enerjisini ve moralini yok etmiş durumdadır. Bir toplumda –Mısır, Yunan, Roma, İslam ve Osmanlı uygarlıklarında görüldüğü gibi- üretimle pozitif/özgürleştirici ve yetkinleştirici bir yönde harcanmayan insani enerji, üretici olmayan, üretimle bağını koparmış ölçüsüz, kontrolsüz, talan edici bir tüketiciliğe yönelir. Bu, maddi-manevi enerjinin yıkıcı ve insanı alçaltıcı bir yönde harcanması demektir. Bütün hayvanlarda olduğu gibi insanda da temelinde türünün devamını sağlama güdüsü olan, ama kuşkusuz uygarlıkların ve insanlığın gelişimiyle incelen etik ve estetik biçimlerde geniş ifade biçimlerine bürünen cinsellik, uygarlıkların çürümesiyle birlikte yozlaşır, soysuzlaşır, sapkınlaşır.

Emperyalist- kapitalizmin insanları, -belli bir insani, toplumsal amaçla, idealle bağını kopartmış olarak- tıpkı kurulmuş bir makine gibi, sorumsuzca ve amaçsızca, ne bulursa tüketen budalalara, tüketim manyaklarına dönüştürmesi, Tüketim Toplumu projesinin temel itici gücünü oluşturur. Kontrolsüz yeme-içmenin ürünü obezlikle, gardolabında düzinelerce takım elbise, ayakkabı vb bulundurmak ve günde üç sefer giyecek değiştirmek, bir giyeceği bir kez kullanıp atmak hastalığıyla, yılda bir otomobil eskitme görgüsüzlüğüyle, cinsellik konusundaki sınırları çiğneme ve her türlü cinsel ilişkiyi deneme ve bunun bir parçası olarak eşcinsellik, lezbiyenlik, geylik, yani “cinsel tercih özgürlüğü” hepsi de aynı kültürün ürünleridir. Biri beslenme giyim vb ile ilgili ürünlerin yağmalanmasıdır, diğeri de cinsellikle ilgili insanlığın onbinlerce yıllık deneyimlerle üretip insanileştirdiği sevgi, aşk, dostluk, evlilik, arkadaşlık vb değerlerinin... Bunlar, “Tüketim Toplumu” denen “Sodom ve Gomore”ye özgü insani çürüme ve sapkınlaşma durumunun farklı alanlardaki görünümleridir.

Batı’da kültürel gericiliğin ve insani çürümenin geldiği nokta

Karl Marks Alman İdeolojisi adlı eserinde, insanın hayatı yeniden üretme etkinliğinin zorunlu iki biçimi, uğrağı olduğunu belirtir. Birincisi, insanı insan yapan, insanın toplumsal bir varlık olmasını sağlayan üretim etkinliğidir. İkincisi ise, canlı bir organizma olarak neslini sürdürmek, türünün devamlılığını sağlamak için üreyim/üreme, yani çocuk yapma ve yetiştirme etkinliği. İnsanlık ya da toplumlar, tarihi yaparken tarihin her anında, her dönemecinde ya gününü gün etmenin, “gününü yaşamanın” sorumsuzluğu, umursamazlığı, ilkel hazcılığı, ya da yarını, geleceği üretmenin, planlamanın, toplumun ve insan türünün devamlılığını sağlamanın, sorumluluğundan, iradi, ahlaki davranışından birini tercih etmekle karşı karşıyadır.

Çürüyen ve çökme sürecindeki kapitalist Batı uygarlığı, insanın bu iki temel eğilimi arasındaki ayrımı ve çatışmayı muğlaklaştırıp önemsizleştirerek, hatta yer yer, üremeye ve üretmeye karşı bir kültürü meşrulaştırarak birinci eğilimin öne çıktığı bir uygarlıktır. Haliyle, üretim ve üreyim dinamiklerini temel alan bütün ideololik-kültürel düşünce ve davranışlar; etik/ahlaki ve estetik değerler de terk ediliyor. Kısaca, küreselci mafyatik emperyalizm üretmeye, üremeye ve onların bütün türevlerine düşmandır artık.

Negatif, sahte ya da karşı-özgürlükçülük ve eşcinsellik

Küresel karşıdevrimin en büyük operasyonlarından biri, hatta en belirleyicisi, Aydınlanma ve modernitenin temel değerlerinin içeriğini boşaltıp gerçek anlamlarını ters yüz ederek sahte bir içeriğe dönüştürmesidir. Bunu yaparken, özellikle özgürlük, demokrasi, kadın ya da cinsel haklar gibi kavram ve kurumları aşırıya, ifrata varan ve toplumsal dinamikleri tahrip eden bir düzeye vardırmaktadır. Böylece özgürlük, tarihsel ve toplumsal gerçeklikten, bütün yabancılaşmalara son vererek insanlığı geliştiren, yetkinleştiren bağlamından tamamen kopartılmaktadır. Bu kopukluk, toplumların sağlıklı gelişmesi için gerekli iç dinamiklerinin –bilimsel gelişme, sınıf mücadelesi, toplumsal refah unsurlarının daha adil dağılımı vb- önünü tıkamaktadır. Emperyalist tekelci burjuvazinin en son durağı olan Yeni Ortaçağ sistemi, çağdaş görünümünü koruyarak saltanatını böyle sürdürmeye çalışıyor.

Bir talebin gerçek anlamda özgürlükçü bir içeriğe sahip olup olmadığı, onun tarihsel ve toplumsal olarak insanlığın özgürleşme süreciyle, dinamikleriyle uyumlu olup olmadığıyla ölçülür. Özgürlük kavramının felsefi diyalektik-materyalist özünü tekrar hatırlayalım: Özgürlük, doğanın ve toplumların zorunluluklarının bilincine varmaktır; yani özgürlük, zorunlulukların derinlemesine kavranmasıdır. Doğayı, toplumları ve insanı, tarihin ileri doğru akışının nesnelliği içinde bu bilinçle değiştirme çabasına girmektir.

Örneğin devrim yapmak özgürlüktür, karşıdevrim yapmak özgürlük yani özgürleştirici bir eylem değildir. Bilim yapmak, sanat yapmak, öğrenmek, bunun için her türlü çaba özgürlüktür. Ama bilim düşmanlığı yapmak, cehaleti savunmak özgürlük değildir.

Örneğin ortaçağın kurumlarını, otokrasiyi, teokrasiyi, padişahın bütün mülklerin sahibi ve halkın çobanı, halkın da reaya (sürü) ya da kul olduğu bir Osmanlı sistemini savunmak bir özgürleşme talebi olabilir mi? Ben tarikat şeyhinin kulu olacağım, ben kocamın kölesi olacağım ve türban takacağım, kocam ne isterse yapar, dört karıyla evlenmek isterse o da hakkıdır demek özgürlük müdür? Kadının erkeğe göre daha aşağı olduğu, daha az haklara sahip olması gerektiği savunulabilir mi? Hırsızlık yapmak, nedeni ne olursa olsun, bir çok insanın başvurduğu nesnel bir gerçeklik, ama bunu savunmak bir özgürlük talebi olabilir mi? İntihar etme özgürlüğü diye bir özgürlük var mı? Hayır. Bütün bunlar, insanlığın tarihsel ilerlemesine, uygarlaşarak özgürleşme ve yetkinleşmesine karşıt yöndeki, yani karşı-özgürlük ya da sahte özgürlük diyebileceğimiz “özgürlükler”dir.

Böylece, aşırıya vardırılan her şeyin karşıtını dönüştüğü gibi, burada da özgürlük, özgürlüksüzlüğe, yani kullaşma, köleleşme özgürlüğüne, demokrasi halk egemenliğine değil, mafyaların, zorbaların, vurguncu-hırsız çetelerin egemenliğine dönüşüyor. Kadını cinsel özgürlüğü ve eşitliği haklı talebiyle başlayan cinsel özgürlük, her şeyi metalaştırarak toplumsal manevi değerlerin doğal dengesini bozan sistemde toplumsal yaşamsal sınırları, ölçüleri yıkarak, erkek ve kadının cinsel köle haline gelmesine yol açıyor. “Cinsel özgürlük” kadın ile erkek arasındaki, temelinde insan türünün üremesi yatan ekseni yıkıp kadın-erkek ayrımı yapmayan doğa dışı her türlü cinselliği savunan sapkın noktalara varabiliyor. Peki, doğaya (nesnel doğa ve insan doğasına) karşıt bir düşünce özgürlük müdür, yoka eksi, sahte, karşı-özgürlük müdür. Kuşkusuz ikincisidir.

Özetle; çağdaş bir ulusal devletin hiçbir yurttaşının, çağdaş hiçbir insanın ben ABD’nin piyonu olacağım, ya da ben IŞİD’çi olacağım, ben Türkiye’nin bölünmesinden yanayım, ben vatan savunmasına karşıyım, askerlik yapmak istemiyorum gibisinden bir “özgürlüğü” savunma hakkı olamaz. Nasıl ben fahişe olacağım, vücudumu satacağım, çok sayıda erkekle yatmanın hazzını yaşayacağım ve mafyaların kölesi olacağım diye bir özgürlük olamazsa, biyolojik nedenler, insani haklar dışında, eşcinselliği haklı çıkarma, özendirme, onurlandırma diye de bir özgürlük olamaz.

Dipnotlar

*Entropi; en genel anlamıyla, doğada ve toplumlarda düzensizlik ve dağılma eğiliminin düzenliliğe göre daha güçlü olduğudur. Nevton Fiziği’nin yasalarına göre, var olan ve üretilen enerjinin hiçbir zaman yüzde yüz verime dönüşmemesidir. Toplumsal ve bireysel hayatta ise Entropi; insanlığın bütün tarihi için geçerli olan, uygarlaşma sürecinde ürettiği bilinçli, iradi, örgütlü/disiplinli davranışa karşı ilkelliğin, sıradanlığın, bayağılığın, yozlaşmanın, başıbozukluğun, günübirlik hazzın, kendiliğindenlik eğiliminin daha güçlü olmasıdır.

(1) Bu konuda bkz. Mehmet Ulusoy, Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim, Kaynak Yayınları, İstanbul 2011.