18 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Edebiyatta sahte özgürleşme ve köksüzleşme

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

Küresel karşıdevrimin kültürel boyutunun postmodernizm olduğu, Türk aydınının yaklaşık 40 yıllık bir yanılma, savrulma, bocalama ve toparlanma deneyimi sonunda, giderek anlaşılmaya başlandı. Ancak, çok daha eskilerden başlayan, kültür ve sanatın hücrelerine kadar işleyen bu sürecin etkileri bütün boyutlarıyla kavranmış değildir. Bunun en açık göstergesi, üretilen sanat eserlerinin düzeysizliği, anlam ve toplumsal içerikten yoksunluğu ve halka yabancılaşmışlığıdır. Hatta bir adım daha atarak, bizzat kendini postmodernist olarak tanımlayanlar dahil, birçok yazarın kabul ettiği, sanatta ve edebiyatta bir çölleşmeden, sığlaşma ve yavanlaşmadan sözedebiliriz rahatlıkla.

Batı ile Doğu’nun; çürümekte olanla fışkıran binlerce filizin, umutsuzluk ve teslimiyet ile büyük umutların ve ideallerin, ihanetin ve ölümüne direnmenin bütün unsurlarının iç içe ve karşı karşıya yaşadığı... Nietszche’nin çok sevdiği betimlemeyle söylersek, derin uçurumlarla göğü delen zirvelerin peşpeşe, yanyana yer aldığı… Kısaca Doğu’nun, doğmakta olanın bütün dinamiklerini bağrında taşıyan bir coğrafyada yaşıyoruz. Anadolu coğrafyasında, bu kadar verimli bir toprağa rağmen, sanatın ve yaratıcılığın bu kadar cüce, sığ ürünlerle yetinmesi, piyasayı doldurmuş niteliksiz, sıradan nicelikleri sineye çekmesi kahredici bir şey değil mi?...

Elbette olguyu tespit etmek yetmez. Nedenlerini ortaya koymak çok daha önemli bugün. Çünkü, kitsch denen bu ucuz, kalitesiz, işporta sanat ve edebiyatının en önemli özelliği, günübirlik, fastfood tüketim malzemesi olması, anlam ve içerikten yoksunluğu, yani toplumsal insani bir iletiden kaçışıdır.

İdealsizlik; anlamsızlık ve içeriksizlik!... İşte, “tarihin sonu”, “sanatın sonu”, “anı yaşa!”, “bilinmeyen bir gelecek için bugünü feda etme” vb sloganlarıyla piyasaya sürülen postmodern karşıdevrimin şifresini oluşturan temel kavramlar! Anlamın reddedilmesi, tarihsel boyutun, yani geçmiş ve gelecek boyutunun da reddedilmesidir. İdealsizliğin ve anlamsızlığın yerini ne almaktadır? Estetikçilik!.. Artık estetik her şeydir, etik, bilim önemsizdir!.. Yani, onlara göre sanatta biçim herşeydir, içerik ve anlam hiçbir şey!…

Bu perspektiften bakıldığında, emperyalizmin uzantısı büyük medyanın egemen olduğu “kültür-sanat” piyasasında parlatılan kalemlerin, bu postmodern kültürel karşıdevrimin değer ve ölçütleriyle fikir ürettikleri rahatlıkla görülebilir. Örneğin bizim karşıdevrim olarak gördüğümüz 1980 sonrası süreç onlara göre bir devrim; büyük bir “değişim”, yenilenme, “özgürleşme”!.. Yalanın ve sahteciliğin bu kadar arsızlaştığı ve küstahlaştığı bir dönemde, aydın sorumluluğu, ahlakı çöpe atıldı; gerçeğe ve halka bağlılık alay konusu oldu. Çünkü, yalakalık, ikiyüzlülüktü para eden!

Küreselleşmenin sahte “özgürlük” malları

Yazar ve eleştirmen Semih Gümüş’ün 2010 yılı içinde çıkan Modernizm ve Postmodernizm; Edebiyatın Dünü ve Yarını adlı kitabı, durumu daha somut ve canlı anlatabilmemize yeterince yardımcı olmaktadır: “1980’lerden sonra yeni kuşaklar ile eski kuşakların arasına giren kopukluğun, bir tür yazınsal özgürleşme biçiminde yaşandığını saptayabiliriz. Dolayısıyla bu dönemde yazılanların edebiyatımızın ana gövdesine bağlanma zorunluluğunu terk etmesi, onlara egemen anlayışın dışında yeni arayışlar ve yenilikçi, deneysel biçimler içinde kendilerini gerçekleştirme fırsatı tanıdı. Böylece Orhan Pamuk’tan Latife Tekin’e, Murathan Mungan’dan Cemil Kavukçu’ya, Hasan Ali Toptaş’tan Faruk Ulay, Doğan Yarıcı, Murat Yalçın, Sema Kaygusuz ve Faruk Duman’a, her biri edebiyatımız için gerçek kazanımlar olarak anlatılabilecek özgünlük alanları yaratıldı.”*

Semih Gümüş, birikimi ve üretkenliğiyle, edebiyat dünyasında sivrilen bir eleştirmen. Nurullah Ataç-Fethi Naci geleneğini sürdürme

misyonunu üstlenmiş görünüyor. Ancak çok önemli bir farkla. Ataç ve Naci, Cumhuriyetin, sosyalizmi de kucaklayan, ulusal, laik ve halkçı geleneğine ve Aydınlanmacı değerlere yaslanan bir sanat-edebiyat çizgisinin eleştirmenleriydiler. Gümüş ise, modernist bir söylem içinde olmasına rağmen, günümüzdeki gerçek saflaşmada, olguları yorumlayışına ve tarihsel süreçlere ve kavramlara yüklediği anlamlara bakıldığında pek öyle görünmüyor. Pratikte postmodernist, yani aydınlanma ve uluslaşma karşıtı bir noktada duruyor.

Önce şu basit soruyu soralım: Semih Gümüş’ün yukarıdaki değerlendirmesi gerçeği ne kadar yansıtıyor? Son otuz yılda sanatta ve edebiyatta gelinen nokta, sanatta bir özgürleşmeyi mi gösteriyor, yoksa, bazılarını ihanete götürecek kadar derin bir özgürlük yanılsaması mıdır bu?

Batı ve Türk insanı, son kırk yılda, küreselci yapay söylemlerin arkasına gizlenen sahte bir “özgürleşme” süreci yaşadı. Bu sahte ya da sanal özgürleşme, hiç kuşkusuz, emperyalizmin merkezlerinde çok ince ayarlar verilip süslenerek, cilalanarak hazırlanmıştır. Bu sahte özgürleşmeyi, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye halkları, kitlesel katliamlar, etnik ve dinsel boğazlaşmalar ve parçalanmalar olarak yaşadı. Özetle, insanlığın en büyük özgürlük yanılsamasına mahkum edildiği kapsamlı bir kültürel karşıdevrimdir yaşanan.

Büyük sanat eserleri büyük toplumsal mücadelelerinden doğar

“Yazınsal özgürleşme” ne demektir? Yazarın, edebiyatçının, toplumun ve bireyin özgürleşmesinin, yaratıcı ve üretici yeteneklerinin rahatça gelişmesinin koşullarının oluşması ve böylece büyük yazınsal eserlerin ortaya çıkmasıdır. Peki Türkiye, ulus olarak 12 Eylül’den itibaren bağımsızlığını ve özgürlüğünü adım adım yitirirken, toplumun bireyleri bunun dışında kalarak özgür olabilir mi? Türkiye halkı köleleşirken, sömürgeleşirken, aydın, sanatçı, bu köleleştirmeye direnmeden, yani bir bedel ödemeden özgür olabilir mi; sanat eserleri özgürleşmeyi temsil edebilir mi? Özgürlük bu kadar ucuz mu? Orhan Pamuk’un “büyük eserler vererek” Nobel ödülü alması, Türkiye’de edebiyatın niteliğinde bir yükselme midir yoksa başka bir şey mi?

Özetle, yukarıda “yazınsal özgürleşme”ye örnek olarak gösterilen Orhan Pamuk, Murathan Mungan, H. Ali Toptaş vb, eserleriyle toplumun ve bireyin, Türkiye’nin ve Cumhuriyet yurttaşının özgürleşmesini mi yansıtıyor, tersini mi? Gerçek bir özgürleşmeyi mi, yoksa sanal, yalancı, sahte bir özgürleşmeyi mi? Örneğin sözkonusu yazarların, montaj tekniğine dayanan yapaylığı sırıtan kurgu yenilikleri ve dil/imge oyunlarına dayanan içi boş anlatım marifetleri, yani halk deyimiyle gevezelikleri dışında, içerik ve biçim olarak hangi sanatsal/estetik özgünlükleri ve derinlikleri var? Yok. Çünkü, Türkiyenin toplumsal gerçekliğine, ulusal kültüre ve tarihe, Türkiye özgülündeki insanlık dramının evrensel özgünlüğüne; yani kısacası hakikate ilgisizdirler, yabancılaşmışlardır.

Gericiliğin egemen olduğu dönemlerde, sanatta-edebiyatta özgürleşmeyi temsil eden eserler verilemez mi? Elbette verilir. Hatta, toplumun özgürleşmesine büyük ivmeler kazandıran, örneğin Namık Kemal, Nazım, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski gibi, en değerli, en nitelikli eserler böylesi, toplumsal özgürlük mücadelelerinin verildiği dönemlerin ürünüdür. Dün olduğu gibi bugün de kuşkusuz aynı şekilde olacaktır. Nasıl? Gericiliğe, zulme, yani en başta emperyalizme, ABD merkezli küreselleşme tezgahına karşı direnerek... Uluslar köleleştirilirken, önce ulusal özgürlüğü, onun için mücadeleyi, sanatsal etkinliğin, sanatsal yaratıcılığın, özgünlüğün merkezine yerleştirilerek...

“Yazınsal özgürleşme” ve ulusal-halkçı edebiyattan köklü kopuş

Gümüş’ün, “yazınsal özgürleşme” olarak ifade ettiği olay, Küreselleşmeci karşıdevrim sürecinin bütünlüğü içinden bakıldığında, gerçekte, ulusal ve toplumcu-halkçı edebiyat geleneğinden köklü bir kopuştur. Bu kopuş, aynı zamanda, emperyalizmin postmodernizm operasyonuyla, solcu, ilerici aydınları Aydınlanmacı-modernist geçmişin her türlü “otorite ve baskısı”sından kurtararak “özgürleştirdiği” yeni bir devşirme biçimidir. Diğer bir deyişle, yukarıda belirtildiği gibi, buradaki “özgürleşme” ya da “eski kuşaklardan kopma”nın anlamı, eskinin ulusal, halkçı, antiemperyalist özellikleri baskın edebiyat ve sanat geleneğinin terk edilmesidir.

“Yenilikçilik” olarak gösterilen şey de, gerek biçim gerekse içerik olarak, yaşamın, insanın daha önce işlenmemiş, değinilmemiş yeni bir gerçeğini keşfetmek değildir. Aksine, yeniymiş gibi sunulan şey, insanlığın sanatta, estetikte vb son iki yüz yıllık bütün büyük özgürleşme ve yaratıcılık atılımlarına kaynaklık eden Aydınlanma değerlerinin reddedilerek, ortaçağ değerlerinin, kültürünün, tarihin çöplüğünden çıkarıp postmodernizm etiketiyle –modernizmin ötesine geçildiği yanılsaması yaratılarak- yeniden piyasaya sürülmesidir. Yani kendi ulusal kültür zenginliklerini, tarihini kazarak, onları işleyerek, evrensel kültüre katkı yapan bir özgünlük üretmekten tamamen uzak, aksine cemaatleri, tarikatları, etnik kimlikleri demokrasinin, özgürlüklerin, sivil toplumun temel unsurları olarak keşfetme türünden yenilikler... Özetle, kökü kendi toprağında olmayan, kozmopolit ucube bir kültürden beslenen köksüz, köksüz olduğu için gelip geçici, günübirlik tüketilen bir çerez kültürü...

“Eski kuşaklardan kopuş”, Türk devriminden, aydınlanma birikiminden kopuştur

Her kopuşu devrimci sanmak büyük bir yanılgıdır; cehalettir, şaşkınlıktır. Son otuz yılda yaşanan kopuşlara baktımızda hepsi de Aydınlanma değerlerinden, ulusal bağımsızlıktan kopuştur. 12 Eylül sonrası “eski kuşaklardan” kopuşun ya da “özgürleşme”nin daha somut anlamı, 1908’den sonraki sanat ve edebiyattaki egemen çizgiyi oluşturan, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Sabahaddin Ali, Dağlarca, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Attila İlhan vb’nin temsil ettiği ulusal, devrimci ve halkçı-toplumcu gelenekten kopuştur.

Türkiye’nin, Kemalist Devrim’le en büyük atılımını gerçekleştiren aydınlanma-modernleşme tarihinin kültür ve sanattaki öncüleri atlanarak, sanat ve edebiyatta hangi özgürleşme, özgünleşme ve yenilikten sözedilebilir! Ya da, çarpık bir “modernizm” ya da “modernite” anlayışıyla bu büyük birikimi modernleşme dışı gösterip “modernizmi” 1950’lerde başlatan şu yaklaşımı nasıl yorumlamalı?:

“1950 kuşağının yazınsal bir harekete dönüşen modernizmi, edebiyatımızda yaşanmış en önemli dönüşümü sağlamıştır (s.42). (…) Bizde moderniteyle Cumhuriyet’in kuruluş süreci özdeşleştirilemez.

Batılılaşmaydı asıl sorun, ama modernizm değildi. (…) Bizde geleneksel ve katı olana Batı değerleri ekleyerek bulduğumuz yöndür Cumhuriyet ideolojisi. Kemalizm bu çizgiyi tanımlar, ama modernizmi değil. Yoksa uluslaşma ve yeni Türkiye ülküsünün ardına düşen yazarların modernizmle içiçe geçmeye başlamaları gerekirdi”(s.55). Görüldüğü gibi burada, hem çarpıtarak ve kavram kargaşalığı yaratarak, hem de postmodernizmin gerici malzemeleriyle “özgürlük” binası kurmaya çalışan bir mantık var? Modernizm sadece sanat-edebiyat alanına hapsedilerek modernleşme ve Aydınlanmadan, en başta akılcılık, bilim ve doğal olarak otorite, uluslaşma, ilerleme; özetle her alanda ortaçağın tasfiyesi zorunluluğundan koparılmaktadır. Oysa, kaynağına ve temeline Aydınlanma ilkelerini koymayan bir moderniteden sözetmek, kaynağı olmayan bir ırmaktan, kökü ve gövdesi olmayan bir ağaçtan sözetmek kadar saçmadır, gülünçtür.

Determinizmi (nedensellik ilkesini), tarihsel materyalizmi reddeden, postmodernizm virüsüyle çağdaş muhakeme yetileri sakatlanmış liberal solcu aydınlar, takıntılı bir ruh hali içinde, nerede liberalizm-piyasacılık var, orada “birey özgürleşiyor”, dolayısıyla sanat da “özgürleşiyor” yanılsamasını yaşamaktadırlar. Çünkü fikirlerinin merkezine koydukları söz konusu edilen “modernizm”, estetik modernizmin Aydınlanma-modernite değerleriyle bağlantılı 150 yıllık köklerinde kopmuş toplum ve gerçek dışı gerici bir modernizmdir. Onların bilerek veya bilmeyerek tarif ettikleri modernizm, temelinde aydınlanma ilkeleri yatan, sadece bireyin özgürleşmesi değil, uluslaşmayı ve ulusal bağımsızlığı, demokratik devrimleri, toplumsallığı ve Marksizmi, yani sosyalizm projesini de içeren bir modernleşme ve modernizm değildir. Neoliberalizmin ve postmodernizmin çarpıtma işlevli prizmasında biçimlenen, sosyalist bir geleceğe kapılarını kapatan, uluslar arası tekellerin çıkarlarının ufkuyla sınırlı bir modernizmdir.

Bireyciliği modernleşme ve özgürleşmenin esası saymak, gülünçtür. Hiçbir çağdaş tarihçi ve toplumbilimcinin ciddiye alacağı bir şey değildir. Bu mantıkla, son iki yüzyıl Batı’da yaşanan ve özgürleşmenin, demoktikleşmenin temel dinamiğini oluşturan emekçilerin kapitalizme karşı sınıf mücadelesi ve bu temelde Marks ve Engels’in önderlik ettiği, ve son yüzyılın bütün sanatsal-kültürel atılımlarında, bütün aydın hareketlerinde belirleyici olan sosyalizm projesi ve mücadelesi modernleşmenin dışında kalıyor.

İşte, bu liberal, gerici “modernizm”in köklü bir karşıdevrim olan 1950’lerden başlatılmasının temelinde, Kemalist modernleşmedeki, liberal bireyciliği mahkum eden toplumcu-halkçı ve ulusçu omurganın dolaylı ve doğrudan terkedilmiş olması yatmaktadır. Sanatta ve edebiyatta toplumsallığın, topluma, halka karşı sorumluluğun terkedilmesi, aynı zamanda anlam ve içeriğin de terkedilmesidir; topluma yabancılaşmadır, kendi köklerinden kopmadır. Nitekim, 1950’lerde, özgürlüğün önündeki en büyük engeli oluşturan emperyalizm ve ortaçağ gericiliğine karşı direnişi, Türkiye’nin bu temel gerçekliğinin açıklanmasını-yansıtılmasını, biçimi ne olursa olsun, sanatsal etkinliğinin gündemine almayan hiçbir eser ve sanatçının yaşama şansı olmamıştır ve yoktur. Bireyci, Batı kopyacısı anlayışın 1950’lerdeki en tipik örneğini, şiirde, sözcüklerle oynayarak imge üretimini esas alan, anlamsızlığın teorisini yapan İkinci Yeni akımı oluşturuyordu.

Türkiye’nin bağımsızlaşma, demokratikleşme-aydınlanma dinamiklerinden koparak yaşanan özgürleşme, nasıl bir özgürleşme olabilirdi? Tabii ki, toplumun, ulusun özgürleşmesine karşıt bir özgürleşme olurdu. Yani, denklemi düzelterek kurarsak şu olurdu: Emperyalizme bağımlı bir “özgürleşme”; emperyalist kültürün uzantısı olan bir “özgürleşme”!... Ulusuna yabancılaşarak, vatansızlaşarak, köklerinden, kaynağından koparak özgürleşme!... Ne tarihte, ne toplumda ne doğada böyle bir özgürleşme var mıdır? Aksine bu, kökleri ile, beslenme kaynağı ile sorunu olan aydınların içine düştüğü bir alçalışı sanal ve sahte özgürlük yanılsamasını edebileştirme çabasından başka bir şey değildir.

Sanatta yaratıcılığın Asyai enerji kaynakları

Bugüne değil yarına bakıyorsak, sezgilerimizi ve algılarımızı geleceği belirleyecek küçük esintilere, belirtilere yöneltme duyarlılığı ve sorumluluğunu taşıyorsak, insanlığın geleceğinin, yeni bir toplum, yeni bir insan, yeni bir sanat ve eser yaratmanın esin kaynaklarının yükselen Doğuda olduğunu görürüz. Buradaki Doğu, aynı zamanda ve

en başta kendi toprağımız, kendi ulusal kültürümüz ve onun derin Asyai kökleridir. İnsanlığın hayatında, alışkanlıklarda, değer yargılarında her bakımdan çok büyük, köklü değişiklikler yaratacak uygarlıktaki bu büyük eksen kayması gerçeğini görüp, sonuçlarını değerlendirmeden sanat ve edebiyat adına söylenen her şey anlamsızdır.

Özetle, sorun şudur: İçerik ve anlam, yani nesnel gerçeklik terkedilerek, ondan kaçarak, (deforme edilmiş değil) gerçek anlamda bireyci bile olunsa, sanat eseri üretilemez. Postmodernizmin büyük teorisyenlerinden Lyotard, “Gerçek diye bir şey yok, her şey sözcük oyunlarından ibarettir” diyordu. Bu veciz tarifi, bizdeki, söz ve imge oyunlarını büyük bir marifetmiş gibi sanat olarak sunan, İkinci Yeni'yi de modernizmin başlangıcı olarak gösteren, postmodernizm kopyacısı eğilimi çok güzel açıklıyor.

1950’leri modernizmde büyük atılım olarak gösteren anlayışın, anlamsızlığı savunup, imgeyi ve sözcük oyunlarını yücelten, İkinci Yeni’yi örnek vermesi anlamlıdır. Batı özentisi ve uzantısı postmodernist köksüzlük ve yabancılaşmayla,1950 karşıdevrim döneminde bireyci aydının umutsuzluğu ortamından yeşeren, toplumdan kaçan, biçimi ve anlamsızlığı esas alan İkinci Yeniciler arasında bir süreklilik vardır. Türk aydınındaki bu Tanzimatçı karakterin ya da damarın kökleri ise, yine benzer karşıdevrim yıllarında, II. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan “sanat sanat içindir” sloganıyla içine kapanan melankolik, “ütopyacı bireyci” Serveti Fünun (Edebiyatı Cedide) akımıdır. Birbirine çok benzer toplumsal ve siyasal koşullarda benzer düşünce ve davranışların ortaya çıkmış olmaları pek şaşırtıcı olmasa gerekir. Dikkat edilirse, hepsinin ortak özelliği, köksüzleşme ve toplumuna/ulusuna yabancılaşmadır.

Ulusal köklere yönelmek, sanatta yaratıcılığın ve özgünlüğün klavuzudur

Yabancılaşmanın özgürlüğü!.. Evet, ilk anda bireyde sınırsız özgürlük ve bağımsızlık duygusu yaratır, insanı hayatın ve tarihin dışına çıkarır. Ama o kadar. Uçurtmanın ipi bir toprağa, topluma bağlıdır, oradan

beslenir, onunla vardır. İpi koparırsan, özgürlük de biter. “İpini koparanın özgürlüğü” artık onun elinde değildir; özgürlük orada bitmiştir. Yerli/yerel ya da ulusal kültürden, yaratıcılığın ve zenginliğin sınırsız kaynağı halktan beslenmeyi terk eden, ona yabancılaşan bir özgürleşme, kaçınılmaz olarak emperyalist/kozmopolit kültüre dayanan, ondan beslenen –ve nemalanan, “fonlanan”- bir “özgürleşme”(!) olacaktır. Zaten postmodernizmin, aynı zamanda uluslaşma demek olan modernleşme karşıtlığıyla, yazar ve sanatçının özgünlüğünün temelini oluşturan ulusal/yerel kültüre de karşıt olması, tabiatı gereğidir.

Görüldüğü gibi bütün tartışmalar “kök” kavramı etrafında dönüyor. Dolayısıyla “kök”, tartışmamızın ana eksenini oluşturuyor. Kök, kaynaktır, orijindir, özgün olanı üretebilmenin yol haritasıdır, deniz feneridir. Kök toplumsal gerçekliktir, aynı zamanda tarihtir. Kendi toplumuna, kendi tarihine özgü olanı bulmadan, ona yönelmeden gerçek yakalanamaz. En önemlisi, kök, özgünlük ve ulusal olmadan evrensel de olmaz.

Günümüzün moda medya üzerinden sürekli kışkırtılan eğilimi kolaycı bir anlayışla –bunun karşıtı çile ve sabır da küçümseniyor- bir çırpıda gerçeği yakalamak, doğruyu ve güzeli bulmak diye bir şey yoktur. Bunun için bir derviş sabrı ve iradesi gerekir. Boşuna büyük bilge-dervişler hakikat için nice acılara katlanmadı, bedeller ödemedi. Gerçeğe ulaşmak, döne döne yeni şeyler keşfederek yürütülen, bütün bir ömrü, nice ömürleri alan bir mücadeledir. Köklerden kopmadan, her atılımda köklere yeniden sarılarak ve oradan çıkardıklarımızla evrensel bilgiyi sentezleyerek sanatta, edebiyatta büyük, yüce eserler yaratabiliriz.

Yabancılaşma köksüzlüğün bir sonucudur. Köksüz ağaçların fırtınalarla yıkılıp savrulmasıyla, kültürel köksüzlüğün aydın ve sanatçıda yarattığı devrilip savrulma, sağa sola çarparak yok olup gitme aynı şeydir. Yaratıcılık ve özgünlük taklit edilmez, tekrarlanamaz. Hele hele başka bir ulusun sanatçılarının kendi ulusal tarihinde, kültüründe köklenen eserleri taklit edilerek, tekrarlanarak yapılan şey, sanatsal etikte onursuzluktur, kendimizi, ulusumuzu ve insanlığı kandırmaktır.

Bugün ülkemizde bu kadar sıradan, ucuz, şişirme, düzeysiz, taklit ve kalitesiz “eser” üretiliyorsa bunun en önemli nedeni yabancılaşma ve köksüzlüktür.

*Semih Gümüş, Modernizm ve Postmodernizm; Edebiyatın Dünü ve Yarını, Can Yayınları, İstanbul 2010, s. 9

C
a
n

Y
a
y
ı
n
l
​a
r
ı
,

İ
s
t
a
n
b
u
l
2
0
1
0
,
s.
9