19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Devrimci Atatürk'ü anlamak

Özdemir Nutku

Özdemir Nutku

Eski Yazar

A+ A-

Gerçek devrimci, kendi tarihinden, çoğu kez de insanlık tarihinden alarak özümlediği devrimci kavramları sürekli biriktirir. Mustafa Kemal'in gençlik yıllarında ilk biriktirdiği kavram -- soyut da olsa -- devrim kavramıdır. Genç Kemal'in oluşan kişiliğiyle, yaşadığı toplumda bir şeylerin değişmesi gerektiğini anlaması bir raslantı değildir. O'nun devrim birikiminde Tanzimat, Birinci ve Ikinci Meşrutiyet vardır. Ancak onun devrimciliği Tanzimat'taki ve her iki Meşrutiyet'teki reformcu anlayıştan çok daha başka ve ilerdedir. Yillar sonra, Türk ulusunun Bağımsızlık Savaşı'nı yönetirken, 13 Ocak 1921'de, Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şöyle kükrüyordu:

"Efendiler, Namık Kemal demiştir ki:

'Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini;

Yok mudur kurtaracak nahtı kara mâderini?'

İşte bu kürsüden, bu Meclis-i Âli'nin reisi sıfatıyla, heyet-i âliyenizi

teşkil eden bütün âzanın her biri namına ve bütün millet namına

diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini! "

Mustafa Kemal, "dayadı" sözcüğünü dayasın 'a, "yok mudur?" sorusunu bulunur ünlemine çevirerek, şiirde izlediğimiz dünyaya küskün ve karamsar havayı, yepyeni bir umutla ışıklandırmıştır. O'nun sözcükleri değiştirmesiyle kaygı ve soru biçimi ortadan kaldırılmış, güven, kesinlik ve umut getirilmiştir. Bu sözlerle onun ileriye bakan devrimci niteliğini ve savaşım gücünü açıkça görürüz.

Kendi döneminden önceki özgürlük hareketlerini inceleyen Mustafa Kemal, taklidi ve aktarmacılığı getiren Tanzimat tavrına karşıdır; çünkü ona göre Tanzimat, ülkeyi "tanzim" ederken dış etkenlerle işe girişmiş, amacı batılı ülkelere şirin görünmek olduğu için gerçek bir yerli devrim olamamıştır. Birinci Meşrutiyet, onun ardından gelen baskılı Abdülhamit yönetimi, Mustafa Kemal için yeni bir birikim olmuştur. 1908'deki Ikinci Meşrutiyet özgürlükçülerinin yüreklerindeki ateşi tutuşturan 1876 Anayasa'sındaki özgürlük kıvılcımıdır. Ancak bu kıvılcım da yalnızca aydınları uyandırmıştır. Oysa Mustafa Kemal'e göre, o kıvılcım bir kez halkın karanlıkta bırakılmış ormanına atılsa, ortalık aydınlanacak ve özgürlük tabana yayılacaktır. Bunun için, O, İkinci Meşrutiyet özgürlüğünün de geçici olduğunu görmüştür.

Mustafa Kemal'in devrim birikimi içinde, özgürlük kavramının yanısıra, onu, ilerdeki köktenci eylemine hazırlayan bir başka birikim vardır: uygarlık düzeyinde yer almak. Ancak Mustafa Kemal'in Türkiye halkının ulusal çıkarları için gizliden gizliye biriktirdiği en yüce kavram bağımsızlık'tır. Bağımsızlık kavramı, ne Tanzimat'ta ne de her iki Meşrutiyet'te yer alıyordu.

Mustafa Kemal, bu kavramı, 1918 yılının sonlarında, ulusal acının tohumlarıyla yeşertmiştir. Türkiye halkının bağrı yanık toprağından, boynu bükük ekinlerinden büyütmüştür bu kavramı. Bağımsızlık onda, ölüm bahasına denenmesi gereken bir ilke özüne kavuşmuştur. Artık ondaki devrim birikimi soyut düşüncelerden, akımlardan değil, ulusunun çatıştığı evrensel emperyalizmin somut saldırılarından kaynaklanmaktadır. Bağımsızlık için değişim, dönüşüm gerektiren bir başkaldırı zorunluydu; ve Mustafa Kemal'in sözlüğünde, bağımsızlık, bir devrimci birikimin adı, bir devrimci eylemin yöntemi olmuştu. Ve böylece Mustafa Kemal'in, Türkiye halkıyla birlikte yaptığı bağımsızlık savaşı 1919 yılında, Anadolu topraklarında başladı.

Anadolu'da başlayan bağımsızlık savaşı evrensel emperyalizme karşıydı; bu savaş kazanıldı. Ne ki, evrensel emperyalizm etkisini ve baskısını ekonomik alanda daha rahatlıkla sürdürüyordu. Asıl büyük savaş buradaydı. Mustafa Kemal Atatürk, büyük tarihsel kişiliği ile tarihin çarkını ileriye doğru çevirmeyi başardı, çünkü Türkiye halkının emperyalist egemenlikten kurtulması, feodal-mutlakiyetçi padişahlık rejiminden kurtulması için halkın bu çabasını ortaya koydu ve emperyalizmin Doğu siyasetine karşı, direnmeyi örgütledi. Askerlik alanındaki üstün yetenekleri ile, emperyalist ülkelerin öne sürdükleri çok iyi silahlandırılmış Yunan ordusuna karşı, Türkiye halkını zafere götürdü. Atatürk, ulusal egemenliği sağlam temeller üzerine oturtmak için, emperyalizmin hegemonyası ile birlikte yabancı sermayenin en güvenilir ajanı olan yerli egemen feodal kliğin de ortadan kaldırılması gerektiğini biliyordu ve bunu sonraki kuşaklara da öğretti. Onun devletçilik siyaseti, yani sanayide bir devlet sektörünün kurulması, çetin savaşımlarla elde edilen siyasal bağımsızlığın ekonomik açıdan güvenceye alınma yolunu gösterdi.

Mustafa Kemal Atatürk, gençliğinden itibaren üstün yeteneklere ve karakter özelliklerine sahipti. Son derece soğukkanlı, herşeyi en küçük ayrıntılarına değin ölçüp biçen bir gerçekçiliği ve bu özelliği ile de başarılı bir komutan, ustaca taktikler kullanan, öngörüşü olan bir devlet adamı olmada üstün bir uygunluğu vardı. Onun yaşam öyküsünü yazanlardan bazıları, kahramanın bu niteliğini soyutlaştırmışlar ve onun gerçek büyüklüğünü, hedeflerini sınırlamasında görmüşlerdir. Oysa o, inanılması güç bir deha olarak, güce olan sarsılmaz inancını, Türkiye halkının erdemlerini ve geleceğini, onun kişisel bütünlüğünü ve özverisini, insanlığın sürekli ilerlemesi konusundaki inancını da, daha öncekilere eklersek, ancak o zaman ona karşı haksızlık etmemiş oluruz.

Mustafa Kemal'in devlet adamlığı, kendi döneminin nesnel gerekliliğini anlamasından ileri geliyordu. Bu, ona, anti-emperyalist halk hareketinin "itilâf" emperyalistleri ile bunların Yunanlı taşaronlarına karşı zaferin sağlanması olanağını sağlamıştı. Ancak bu büyük zaferle, ulusal egemenlik ve bağımsızlık henüz tam olarak güvence altına alınmamıştı. O dönemde, ülkenin az sayıdaki önemli üretim alanlarını elinde barındaran yabancı sermayenin yanısıra, geniş halk yığınlarını henüz bilgisizliğin ve orta çağ geriliğinin çenberi içinde tutan feodal-dinci gericilik, genç ulusal Türk devleti için sürekli bir tehlike olarak ayakta duruyordu. Mustafa Kemal'in Türk tarihinin bu yeni döneminin başında, bu tehlikeyi görmüş ve bunu açıkça ortaya koymuş olması gerçekten etkileyicidir.

Mustafa Kemal'in o zaman kurmaya başladığı yapıt, o sırada ve ondan sonra, bugün demokrasi ve ulusal bağımsızlık uğrunda yapılan savaşlara bir örnek olmuştur. Türkiye halkının ileriye dönük, barışı, demokrasiyi ve bağımsızlığı içeren ulusal savaşı Asya ve Afrika'daki sömürülen uluslara umut ve savaşım gücü vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün Asya ve Afrika halklarının ulusal bağımsızlık yolundaki savaşımına yaptığı dürtüler, 1947 1le 1964 yılları arasında "Üçüncü Dünya Ülkeleri"nin sözcüsü olarak tanınan Nehru'nun yazdıklarında çok açık olarak görülür; Nehru, 1933 yılında, kızı İndra'ya yazdığı mektuplarında, Mustafa Kemal'in, 1919 yılında, İngiliz emperyalizmine karşı umutsuz gibi görünen bir savaşa giriştiğini ve bu savaşı kazandığını hayranlıkla belirtmiştir. Nehru sözlerini şöyle sürdürmüştür:

"Ama bu ulus (Türkler) herşeyden önce zaferini demir gibi

kararlılığa ve özgür olma isteğine, ayrıca da Türk köylüsünün

ve askerkerinin gerçekten çok üstün olan savaşçılık

yeteneklerine borçluydu".

Nehru, 1922'de, Mustafa Kemal'in Yunanlı işgalcilere karşı kazandığı zafer haberinin ona ve öteki Hint halk önderlerine nasıl ulaştığını şöyle yazar:

"O sıralarda çoğumuz Lucknow bölge hapishanesnde

bulunuyorduk, Türklerin zaferini, hapishane barakamızı

bez ve kâğıt parçalarıyla süsliyerek kutladık ve hatta

akşam bir bayram donanması için ufak bir girişimde

bile bulunuldu".

Nehru, 1944 yılında, İngiliz hapishanesinde Hindistan'In Keşfi adlı kitabını yazarken, Mustafa Kemal Atatürk'ün Hint ulusal hareketi üzerindeki etkisine dikkatleri bir daha yöneltmiştir:

"Kemal Paşa, Hindistan'da, kuşkusuz, müslümanlar tarafından olduğu kadar, Hindular tarafından da sevilirdi. O, Türkiye'yi yalnızca yabancı egemenliğinden ve bölünmekten kurtarmakla kalmamış, Avrupalı emperyalist devletlerin, özellikle İngiltere'nin oyunlarını da boşa çıkartmıştı. Bunun ardından gelen dincilerin hedef aldığı devrim

politikası kör inançlı müslümanların gözünde Mustafa Kemal sevgisini azaltmıştı, ancak asıl bu politika onu genç kuşaklara, gerçek müslümanlara ve gerçek Hindulara daha çok sevdirmişti".

Atatürk, görüldüğü gibi, yalnızca kendi ulusu için değil, ezilen birçok ulusun da devrim simgesidir. Toplumunun ortaçağlı, karanlık yüzünü değiştiren Mustafa Kemal de kendi devrimiyle ulusunun yatağına dünya tarihinin devrimci ırmağını çevirir. Bu katkı, onu, dünya devrimcilerinden biri yapar. Çünkü o, kendi savaşını, insanlığın devrimci savaşıyla birleştirmiştir. Onun "yeni dünya düşüncesi" ve anti-emperyalist tutumu 1933'ün Mart ayında söylediği şu sözlerde özetlenir:

"Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu uluslarının da uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğe kavuşacak olan çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu,

hiç kuşkusuz, gelişmeye ve refaha doğru olacaktır. Bu uluslar

bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, muzaffer olacaklar

ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünden yok olacak veyerlerine, uluslar

arasında hiçbir renk, din ve irk farkı gözetmeyen yeni bir uyum

ve işbirliği bağı egemen olacaktır ".

Mustafa Kemal'in büyüklüğü ve devrimci devlet adamlığı niteliği, az önce de belirttiğimiz gibi, onun yalnızca kendi ulusunun değil, dünya uluslarının da sorunlarını düşünmüş olmasından ileri geliyordu. O'nun dış siyasetinin kaynağı "Yurtta Sulh, Dünyada Sulh" düşüncesindeydi. Ancak bunun sağlanması için dünya ölçüsünde bir dış politika etkinliğinin gerekli olduğunun da bilincindeydi. Nitekim, 9 Mart 1935 günü yaptığı konuşmasında şöyle diyordu:

"Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne, dememeliyiz.

Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi, onunla ilgilenmeliyiz. Olay nekadar uzak olursa olsun, bu esastan şasmamak gerekir. Işte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükûmetleri bencillikten kurtarır. Bencillik, kişisel olsun, ulusal olsun, daima fena telâkki edilmelidir".

Atatürk, bugün çeşitli devlet adamlarının -- biraz mırıldanarak da olsa -- söylemekte oldukları dünya barışına ilişkin düşüncelerini 21 Haziran 1935 günü yaptığı konuşmasında şöyle belirtiyordu:

"Eğer sürekli barış isteniyorsa yığınların durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları açlık, haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidirler".

Gerçek devlet adamlığını, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1930'da öğrencilerle yaptığı konuşmayi aktararak açıklıyabiliriz:

"Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi yeteli değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi gerekir".

Gerçek devlet adamı, ufkun ötesini gören ve bilen kişidir, onun için 1919 yılının Ekim ayında söylediklerini de sürekli olarak anımsamak gerekir:

"Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki sinesinde yetiştirerek başının üsstüne kadar çıkaracağı adamlarınn kanındaki, vicdanındaki esas cevheri çok iyi incelemek dikkatinden bir an bile kaçınmasın! "

Atatürk'ün başarılarından en büyüğü, toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı göstermiş olmasıdır. Bu dönüşüme girildikten sonra toplumsal değişmeleri gerçekleştirecek reformlar, ülkenin düşünürleri, iktisatçıları ve halkın Meclis'e yolladığı vekiller tarafından plan ve yasalarla başlatılacaktı. Bunların büyük bir bölümü başlatıldı. Ancak reformları yapacak olanların bunları sürdürmeleri bir yana, Atatürk'ün ölümünden sonra frene basıp patinaj yapmaya başladılar. Devletin başına geçenlerin bir çoğu çok geçmeden "İnkilâplar bitti" konusu üzerinde ciddi ciddi tartışmaya bile başlamışlardı. Bu kimselere göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmesini getirecek yenilikler, reformlar tamamlanmıştı. Ne yazık ki, bu kişiler devrimin sürekli olduğunu, gelecek yıllara olan doğurganlığını ve tarihsel dinemizmi kavrayamamışlardı. Oysa Mustafa Kemal, başladığı andan itibaren, devrimlerini süreklilik ve tarihsel dinamizm düşüncesi ile gerçekleştirmeye girişmişti. Netekim, O, Afyonkarahisar'daki, 21 Ekim 1925 tarihli konuşmasının bir yerinde, devrim görevinin bitmeyeceğini şoyle belirtiyordu:

"Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir. Ben toprak olduktan sonra dahi devam edecektir".

Bu konuşmasından iki yıl önce de (Ocak 1923) devrimler konusundaki tutumunu,

"Henüz kurtulmuş değliz, atılan adımlar, bundan sonra atılması gereken adımların başlangıcıdır. İnsan, başlangıçta iken sonuca eriştiğini savunursa dünyanin en derin gafleti içinde kendisini koşar görür, Biz, daha çok adımlar atmak zorundayız. Bu adımlar hem çok hızlı, hem de çok uzun olmalıdır",

diye açıklamıştı. O, devrimlerinin sürekliliği ile tarihsel dinamizmi birçok konuşmasında yinelemiştir. 16 Ocak 1923 günü, İzmit'teki basın toplantısında Mustafa Kemal şöyle demektedir:

"Devrimin yasası, varolan yasaların üstündadir. Bizi öldürmedikçe,

bizim kafalarımızdaki akımı boğmadıkça, başladığımız devrim

ve yenileşme bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki dönemlerde de bu böyle olacaktır!"

O, devrimleri için sosyo-ekonomik yapının değişmesinin gerektiğini de çok iyi biliyordu. Onun için, ölmeden önce toprak reformunu da gerçekleştirmek istiyordu. 1 Kasım 1928 tarihli konuşmasında, gerek Doğu illerindeki, gerekse Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki köylüye toprak vermenin önemi üzerinde duruyordu. Tam bir yıl sonra da bu önemli konuyu yine gündeme getirdi:

"Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği keder toprak sağlamak

ülkenin üretimini zenginleştirecek başlıca çarelerdendir".

Ancak aradan yıllar geçmesine karşın, bu önemli konu bir türlü gerçekleştirilemedi. Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihli demecinde Toprak Reformu yasasının artık Meclis'ten geçmesi gerektiğini bir kez daha yineledi; ve ölümünden bir yıl kadar önce Meclis'i açış konuşmasında, "Ülkede bir tek topraksız köylü bırakılmaması" gerektiğini vurguladı.

Ne yazık ki, aydınların ve bürokrat kadronun "inkılâplar bitti" düşüncesiyle hareketi, feodal kalıntılar toprak ağalarına ödün verilişi, yerleşik çıkarların ağır basması, sanayileşmenin başarısı için de önemli olan toprak reformunun gerçekleştirilmesine engel oldu.

Mustafa Kemal'in ardından Bursa'ya gelen öğretmenlere, O, 27 Ekim 1922 günü yaptığı konuşmada, "sosyal yapıdaki hastalığı bulmak "tan sözetmişti. "Hastalığı teşhis edip tedavisi gerekiyor"du. Bunun için de O, çıkar yolu gösterdi: "Ve ancak bilimsel yol tutulmuş olursa sağlık gerçekleşebilir. Yoksa derme çatma önlemlerle hastalık hiç iyi edilemez duruma gelir. Bir toplumun eksikliği ne olabilir? Ulusu ulus yapan, ilerleten ve geliştiren güçler vardır: düşünce güçleri, sosyal güçler …" Böyle diyordu Mustafa Kemal ve kalkınma programı için de iki önemli noktaya dikkat çekiyordu: "Bence bu programdan istenen ve beklenen iki şey vardır: 1- Toplum yaşayışımızın ihtiyaçlarına ve 2- Çağımızın getirdiği ve gerektirdiği gerçeklere uygun düşmesi".

Gözlerimizi kapayıp ayrı ve dünyadan uzak yaşıyamıyacağımızı belirten ulu Önder, bir ulus olarak uygarlık adımını atmamız gerektiğini, bunun da bilim ve teknikle gerçekleşeceğini belirtiyordu. Bu düşüncelerini iletirken yine devrimlerin sürekliliğini ve tarihin dinamik yapısını vurguluyordu: "Bu bilgisizlik giderilmedikçe yerimizde sayacağız. Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor, demektir" (22 Ekim 1922).

Sonra ne oldu? Reformları yapacak olanların bunları sürdürmeleri bir yana, Atatürk'ün ölümünden sonra bunlar, frene bastılar; çünkü bir dehanın arkasından gidecek ne öngörüleri vardı ne de yatarli zekâları. Devletin başına geçenlerin bir çoğu, çok geçmeden, oy kaygısıyla toprak reformundan da, Köy Enstitülerinden, halkevlerinden sırayla vazgeçtiler, çünkü geri kalmış bir Ortaçağ kalıntısı olan toprak ağalarına tâviz vererek oy kazanmayı düşürdüler. Mustafa Kemal’in halk sevgisi bunlarda yoktu, onlar kendi çıkarlarıyla hareket etmeye başladılar. Giderek feudal artıklar da Meclis üyeleri olarak arzı endam ettilerb Mustafa Kemal devrimçcilerini aralarındaki bitmez tükenmez tartışmalar devam ettiği için, yer altındaki gerici güçler birleşmeye ve güçlenmeye başladı. Cumhuriyet’in 50. Yılını kutladığımız 1975’te, Atatürk’in Nutku’nu, sahneye uyarlamış ve oyunun önsözünde şöyle demiştim: “Asıl tehlike dışta değil, içimizdedir ve bu iç tehlike giderek büyümektedir.”

Atatürk düşüncesi, "ulusu değil, kendini düşünenlerin marifetiyle geciktirilmiş, enğellenmiş ve önemsenmemiştir. Mustafa Kemal'in "Yerinde duran bir şey geriye gidiyor, demektir", sözünü anımsarsak sonradan ne olduğunu çok iyi anlıyabiliyoruz. Çok partili döneme geçtikten sonra, birçok politikacı oy avcılığı uğruna Atatürk ilkelerinden ödün vermeye, hatta yavaş yavaş O'na ve onun devrimlerine ihanet etme yoluna girip vatan hainliğine soyundular. Yıllar geçtikçe bilime ve bilimin sonuçlarına önem verilmez oldu. Ve bilime karşı olan duyarsızlık ve bilinçsizlik 12 Eylül 1980'de başlayarak, ikibinli yılların başında doruğunu buldu. Ülkedeki bunalımın ve karışıklığın baş sorumlusu olarak üniversiteler gösterildi ve işte olanlar o zaman oldu; üniversite özerkliği kalktı, bilimsel erki olmayan, statükocu anlayışını paylaşan birçok militan bir ulusun beyni olan üniversiteye "hoca" (!) olarak sokuldu. Sonra eğitimin yayılması bahanesiyle oradan buradan toplama, Atatürk düşmanı, orta çağ kafalı kişiler yüksek öğretim kurumlarında yer buldu. Bu ülkenin geleceği de bu gecekondu üniversitelere "tevdi edildi". Bir gecede profesörlükler, doçentlikler bu cülûsun pişkeşleri olarak ehliyetsiz kişilere dağıtıldı. Doktoranın, araştırmanın, inceleme ve bilimin yanına uğramamış, hatta bütün yaşamında pembe dizi seyretmek dışında, tek bir kitap açmamış kişiler bu üniversitelerde en yüksek makamları ve ünvanları yağmaladılar. Su başlarını tutanlar, Red Kid'den başka bir şey okumayanlardı; bu yüzden, ayakların baş olması elbette bu doğal bir değişim olacaktı.

Bu çalkantılar içinde, halkın dinsel inançları daha çok siyasal sömürü malzemesi yapıldı, içeriği olmayan, "şeriat isterük" safsatası Türkiye'nin gündemine oturdu. Atatürk ilkeleri bu halkın gözünün içine baka baka unutturulmaya çalışıldı. Oysa Mustafa Kemal, daha 1924 yılında,

"Dünyada herşey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir. Ilim, fennin dışında mürşit aramak densizliktir, bilgisizliktir (…) Bin, ikibin, binlerce yıl önceki ilim ve fen dilimizin çizdiği düsturları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir",

diye kükremişti. Böylece, bu ülke, ne yazık ki, çağ atlıyacağı yerde, densizlik ve bilgisizlik çukuruna düşürüldü.

Türkiye Cumhuriyeti rejiminin en önemli yasa ilkesi olan Kemalizm'in ve devletçiliğinin, çıkar çevrelerinin hegemonyası ile sonuçsuz bırakılması yüzünden Türkiye toplumu hâlâ dünyayı geriden izleyen bir ülke durumundadır. Ikinci Dünya Savaşı bittiğinde, Türkiye halkının dörtte üçünün ekonomik, toplumsal ve külturel yaşamında henüz devrimsel değişiklikler olmamış, sanayileşmenin etkileri halkın yaşamının sınırlarına bile ulaşamamıştır. Ortaçağ kalıntısı kurumlarla, çağdaş yaşam arasındaki çelişkilerin yanına, bir de bir yanı kamusal, öbür yanı kapitalist ekonomiye açılan çelişkiler eklenmiştir. Bu durum sınıf çelişkilerini ortaya çıkartmış ve bu çelişkiler ise eski-yeni karşıtlıklarını sivriltmiştir. Bu çelişkilerin kaynaşmaşından, daha karmaşık çatışmalar varolmuştur. Önemli olan, çelişkilerin temelinde yatan gerçeği anlamaktır.

Ülkemizin toprakları, suları, doğal kaynakları, fabrikaları, bankaları parça parça satılmış ve bizler bu ülkede sığınmacı durumuna dürülmüşüzdür. Emperyalizm tüm hızıyla bizi yutmak için çalışmaktadır. Özellikle, Doğudaki kentlerimizde çok sayıda casus, misyoner kol gezmektedir. Hataylılar kendi evlerinde konuk durumundadırlar.

Kemalizm'in, öncelikle, bir ideoloji olmadığını, bir yasa ilkesi olduğunu kabul etmek gerekir. Onu yıkmaya çalışmak Anayasa'yı çiğnemek demektir. Kemalizm, burada belirttiğimiz yanları ile Türkiye'nin çağdaş dünyada aldığı yeri ve yönü belirlemiş, başka bir yanı olan devletçilik ilkesi ile toplumun bu amaçlara göre kalkınması davasının Anayasa'da yer almış hukuksal temeli olmuştur. Bu temelin yıkılması durumunda, yokedilecek şey, bir ideoloji değil, devletin ve bütün toplumun çağdaş dünyadaki varlığıdır. Kemalizm'i benimsemeyen bir Türkiye, ancak ya Ortaçağ'da varolabilir ya da çağdaş uygarlık dünyasında bağımsızlığı olmayan bir insan yığını olarak kalır.

Kemalizm başarıya ulaşmış mıdır? Atatürk, artık dünyada "hasta adam" olarak tanımlanan, ortaçağ yapısı bir ümmet devleti'nin toplum ve yönetim düzenini temelinden oymuştur. Yerine yepyeni temel taşları, ulusal değerler, halk değerleri olan yeni bir yapı yükseltmeye çalışmıştır. Ne yazık ki, Mustafa Kemal’in genç şyaşta, sevdiği halkına veda ettikten sonra, Kemalizm'e karşı hortlayan, başkalarının kölesi, gerici kafalar, ‘hasta adam’ı diriltmişlerdir. Hiçbir devrim, geçmişin karmaşık değerler dizgesinden ve kurumlarından birdenbire kurtulamaz. Altyapı ve üstyapı kavramları ancak temel yapı kavramı açıklığa kavuşturulduktan sonra tartışılabilir. Ayrıca, her devrim bir noktada üstyapıyi değiştirirken, altyapıdaki niteliğin değişimini, temel yapıdaki devrimci sürecin niceliğine bırakır. Türk devrimiyle, Atatürk'ün Osmanlı toplum ve yönetim yapısını hangi yönde değiştirdiğine bakmak ve bu bakış açısını Atatürk'ün devrimcilik ilkesiyle beslemek, kanımca, bizi soyut, kuramsal yorumlardan korur. Atatürk, Anadolu taşrasıyla göbek bağı kurmuş bir derebeylik devletini temelinden yıkmaya çalışmış ve bir dereceye kadar da başarılı olmuştur.. Yerine halk devleti kavramını koymuştur. Kemalizm, Türkiye'yi ileriye ve geleceğe açık bir devrimci sürece sokmuştur; önemli olan da budur. Kemalizm’indüşünce kaynağında bulunan sürekli devrim ve tarihsel dinamizm ilkesi, temel yapı değişiminin sürekli bir çaba, gelişen kuşakların, bilinçlenen değişimlerle etkilenen halkın katkısıyla, toplumun tarihsel, ilerici doğrultusunu izleyeceğini gösterir ve öğretir. Daha önce de değindiğimiz gibi, devrimin sürekliliği ilkesi Mustafa Kemal Atatürk'ün üzerinde önemle durulması gereken düşüncesidir. Onun yapmak istediklerinin gizilgücü (potansiyeli) bu ilkede yatar. Atatürk, devrimin ateşçisidir, bu devrimi yürütecek olan ise Türkiye halkıdır.

O dehanın ölümünden 79 yıl sonra, Atatürk'ü, söyledikleriyle, yaptıklarıyla, gerçekleştirdikleriyle ve içinde yaşadığı koşullarla anlamaya çalışmalıyız. Onun tam bağımsızlıktan ve halktan yana düşüncelerinin ve özlemlerinin neden gerektiği kadar gerçekleşmediğini araştırmalıyız. O'na gösterilecek en büyük, en gerçek saygı da bu olacaktır. Bizler için önemli olan onun dış görünüşü değil, O'nun düşünceleri ve duygularıdır.

Atatürk, "Hayat bir ilerleme, bir dinamizm kaynağıdır; insan kendisini ona uydurmak zorundadır", demiştir. Onun bu sözlerini yürekten kabul etmiş bir kişi olarak yazımı Nutuk 'tan aldığım şu sözleriyle bitirmek istiyorum:

"Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk geçliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum ".