25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'Hocaefendi'den FETÖ’ye 15 Temmuz üzerine analizler

Şahin Filiz

Şahin Filiz

Eski Yazar

A+ A-

15 Temmuz 2016’da Fetö’nün kuşkusuz dış destekli kanlı ve vahşi girişimine “darbe girişimi”, “Kalkışma” ya da “iç savaş çıkartma provası” gibi nitelemeler kullanabiliriz. Ama bu girişimin en yalın adı, Emperyalist Terörün Fetö Kolu kalkışması”dır. Sanırım bu konuda Türk toplumunda neredeyse ittifak edilmiş durumdadır.

Önce şu noktanın altını çizmek gerekir: Türk siyasetinde yolu Fethullah Gülen’le kesişmeyen ve Gülen’i, halkın kendisine demokrasi aracılığıyla emanet ettiği yönetme erkine hiç değilse devlet ve hükümet nezdinde taltif ve takdis etmeyen çok az siyasetçi vardır. AKP döneminde bu terör örgütü büyümüş ve oldukça semirmiştir. Bu doğrudur. Ancak vebalin tümünü AKP’ye yüklemek adil olmaz. Ancak Fetö’yü devlet ve millet işlerine karıştırma vebalinden yüzdelik hesabına göre hareket edip bu günkü hükümeti mazur görmek, ancak ve ancak, hükümetin askeri ve sivil kurum ve kuruluşlardan Fetö’nün bütün açık-kapalı izlerini silmedeki kararlılığını, kendi içinde de zamanla gerçekleştirmedeki samimiyetiyle doğrudan ilişkilidir. Eğer hükümet, büyük bir kararlılıkla yürüttüğü anlaşılan Fetö ile mücadelesinde kendi bağırsaklarını da bu terör örgütünün uzantıları ya da elebaşlarından temizlemede aynı kararlılığı ve samimiyeti gösterirse, darısı muhalefet partilerine örnek olur.

Belki 10 yıl öncesinden Fetö’nün bir terör örgütü olduğunu, İslam’ın yüce değerlerini emperyalist amaçları için kullanırken hiçbir ahlaki, insani, milli ve dini kural tanımadığını vurgulamıştım. Darbe girişiminde bulundukları 15 Temmuz 2016 tarihine kadar Cemaatin yapılanması, “sivil bir terörist örgüt” özelliği taşıyordu. Bu tarihle birlikte, sivil terörist hazırlığın militarist boyutuna ve aşamaya geldiği kanaati hasıl olmuş ki, Türkiye’yi işgale hazırlama girişime cüret edebildiler. Bence asıl tehlike, askeri güce erişmiş ve silahlı bir çeteleşmeye dönüşmüş olmalarından öte, sivil bir terör örgütü niteliği korumaya devam etmesidir. Fethullah Terör Örgütü şimdiye kadar cemaat olarak kendilerini sivil toplum örgütü olarak tanıtmış ve alttan üstten pek çok toplum kesimini” gönüllü” ya da “gönülsüz” kandırmış olsalar da, doğası itibarıyla dini gurupların “sivil” olmaları mümkün değildir. “Sivil” olabilmek, bir örnek inanç ve kanaatlerin örgütlenmesini değil, farklı inanç ve kanaatlerin ortak insani kaygı ve taleplerde bir araya gelmesini ifade eder. Dinler ve mezheplere dayalı guruplar ve cemaatlerden hiç biri bu anlamda sivil değildirler ve sivillik seküler bir tarz, tutum ve örgütlenmedir.

Cemaat ve tarikatlarda, özgürlük olmaz. Özgürlük, ancak sorumluluk yüklenmekle gerçekleşir. Özgürlük talebi, felsefi olarak yetki ve sorumluluk üstlenmeye hazır olmayı dile getirir. Oysa bu tip guruplarda yetki dini liderlerde, sorumluluk ise, bağlılarındadır. Yani tokmak hoca efendilerde, tokmak ise müritlerinde, şakirtlerindedir. Hocaya yetki, şakirtlere de sorumluluk düşer. Özgürlük burada parçalanmış olur. Yetki ve sorumluluk iki tarafa bölünmüşse, özgürlük ortadan kalkar ve cemaat-lider arasında sorgulanamaz bir emir-komuta sistemi oluşur. Dini cemaatler sivil olmadıkları için, bu emir-komuta sistemi, “Batıni” (gizil, gizemli, içsel) dir ve cemaat dışındakiler bunu fark edemezler. Cemaatteki bu gizemli hiyerarşi, en alt düzeydeki şakirdin, en üst düzeydeki imamı ile aynı “manevi statü”ye sahip olduğu inancına kapılmasını ve bu örgütlenmenin hangi kademesinde görev verilirse verilsin, kendisini “değerli bir birey” olarak görmesini sağlar. Cemaat yapılanmasındaki “yeri” ve mevkiinin, Tanrı tarafından liderine bahşedilen manevi bir anlamı olduğu inancıyla, sivil hayattaki en ayrıcalıklı ve en yüksek statüler bile gözünde değersizleşir. Fethullah ve benzerleri, Tanrı’nın kendilerine lütfettiğine inandırdıkları bu statüleri yine Tanrı adına bağlılarına “bahşettikleri”ni öne sürerler. Böyle olunca Fetö ‘de, “bir generalin bir çavuş ya da astsubaydan emir alması” , cemaat yapılanması içinde “bahşedilmiş” her statünün, ilahi bir değeri haiz olduğu inancına dayandığı için, ne emir alanı, ne de emir vereni sorgulamaya yöneltmez.

Fetö eliyle gerçekleştirilen son terörist kalkışması, genel olarak İslam tarihi boyunca yalnız farklı mezheplerin birbirleriyle mücadelesini değil, aynı mezhep içinde de çekişmelerin, kanlı mücadelelerin olduğuna dair örneklerdendir. Üstelik aynı mezhep içindeki hesaplaşmalar, farklı mezhepler arasındakilerden daha kanlı ve daha acımasız olabilmektedir. Bir zaman, siyaset ve cemaat yakınlaşması, aynı mezhep ve dini yorum tayfında buluşmuş olsa da, din-devlet ilişkisini grileştirilmesi, arka planda din istismarının bulunduğu bu tür kalkışmaların salt Fetö’ye münhasır kalmayacağına dair önemli ipuçları vermektedir. Her devletin ideolojisi olur ve olmalıdır. Yeryüzünde ideolojisi olmayan hiçbir devlet gösteremezsiniz. Dini cemaat ve tarikatlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve ideolojisine saldırarak Cumhuriyet’in varlık nedeni ve süreklilik gerekçesini zaafa uğratmışlardır. Cumhuriyet ilkeleri ve Cumhuriyet kültürü, kısacası Atatürk ilke ve devrimleri üzerinde temellenen bu ideoloji, devletimizin “kozmik odası”dır. Devletler dinsiz yaşar ama ideolojisiz yaşayamaz. Dindar olup olmamak, kurumlara değil kişilere özgü bir niteliktir. Devletin görevi, yurttaşlarının dine ya da dinlere mesafelerini ayarlamak değil, her bireyin dinle ilişki kurmak ya da kurmamak talebinin önünü açmaktır. Yetkili ve yöneticilerimiz, dini cemaat ve gurupların, milletin özgür iradesiyle kendilerine tevdi ettiği erke dolaylı ya da doğrudan müdahil olmalarına göz yummanın, liyakat, siyaset ve adaleti hangi boyutlarda tehlikeye atabileceğini bu felaketten ders çıkararak görmek ve Atatürk Cumhuriyeti felsefesi sayesinde emanet aldıkları yönetim erkine tüm yurttaşlar adına sahip çıkmak zorundadırlar. Fetöcü darbe girişimi, yöneticilerimizin aynı zamanda emperyalistlere karşı en etkili panzehirin Cumhuriyet ilkeleri olduğu gerçeğini çok acı bir faturayla bir kez daha hatırlatmış olmalıdır.

Mustafa Kemal Atatürk, insanın doğası itibarıyla inanmaya karşı konamaz bir eğilimde bir varlık olduğunun farkında bulunduğu için Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kurmuş ve Türk insanının diğer insanlar gibi inanma ihtiyacını en sağlıklı, en doğru ve çağdaş yaşam koşullarıyla en barışık yöntemle karşılaması için onu ciddi bir devlet kurumu olarak kabul etmiştir. Diyanet, verilen bu görevi ihmal ettiğinde, insanlar inanma ihtiyacını illegal kişi, kurum, kuruluş ya da örgütlere başvurarak giderme yoluna gitmektedirler. Bilme ile inanma arasındaki fark, kişinin kim ya da hangi örgüt tarafından, hangi düzeyde inandırılabildiği ya da kandırılabildiğine ilişkin şaşkınlığı anlamsız kılar. Bilme güdüsü, inanma güdüsünden daha az aktiftir. İnsan bilme güdüsünü tatmin etmeden de yaşamına devam eder. Bilmek toplumda belli insanlar tarafından deruhte edilen bilimsel bir etkinlik olarak sınırlı bir alana hitap ederken, inanmak, toplumda hiçbir sınıfın bigâne kalamayacağı ve onsuz yaşamını sürdüremeyeceği en güçlü güdü ve ihtiyaçtır. Bilmek isteyen insanı kandırmak kolay değildir; ancak inanmak isteyen insan, -sınıfı, tahsili, rütbesi, sosyal statüsü ne olursa olsun- kandırılma riskine ihtimal bile vermeden, inanmaya hazırdır. Çünkü inanması için bilmesi gerektiğini düşünmez. Bu nedenle, kendisini bir şey ya da bir şeylere inandırmak isteyen kişi ya da örgütün yine aynı şekilde tahsil seviyesine, bilgi düzeyine bakmaz. Çünkü bilmek değil, inanmak istemektedir. İşte Fethullah Gülen’in bilgi ya da tahsil düzeyi, bilmekten çok inanmak isteyen insanlar için önemsizleşir. Türk toplumu, bilim ve teknolojinin yarattığı modern yaşamın bir üyesi olarak, diğer toplumlar gibi yalnız dine değil, herhangi bir şeye inanma boşluğu içindedir ve boşluğu görmek için, cemaat ve tarikat liderlerinin üniversite mezunu olmasına gerek yoktur. Hatta okuma-yazma bilmemeleri bile muhataplarına manevi bir referans olarak kullanılabilir. Hz. Muhammed’in “ümmi” (okuma-yazma bilmeyen) olduğuna ilişkin asılsız rivayetlere dayanarak “ümmi olmanın” Peygamber’in mirasçısı sayılmak yolunda erdem olduğu tezviratı bile öne çıkarılır. Gülen, cehaletini, bilim ve felsefe düşmanlığı ile meşrulaştırmakta; ama bilgi üreten alanları en profesyonel şekilde kullanarak, bu cehaletin gücünü oradan devşirmektedir. Bilgiyi, inandırmakta bir manivela olarak kullanmakta; dinsel terminolojiyi-kötü bir kopyası olsa da- Marksist diyalektikle gizlemeye çalışarak kullanmaktadır. Cahiller insanların inanç güdülerindeki boşluğu, bilme ve bilgilendirme yöntemiyle değil-zaten bu yönteme hem yabancı, hem de düşmandırlar-kandırma yoluyla doldurmayı hedeflerler.

Fetö ve benzeri dini örgütler, kendileri gibi inanmaya yer açmak için, bilmeye ve aydınlanmaya ait yeri daraltmakta, hatta yok etmeye çalışmaktadırlar. Fetö örgütü bilgiye, felsefeye ve bilime saldırması, bilmenin değerini düşürmeye, inanma ve kandırılmanın kaçınılmazlığını dikte ettirmeye yöneliktir.

Dindar ve muhafazakâr kesim dışında Fetö, dediğiniz gibi bir takım sol, liberal ve sırada tarafsız kesimlerde de etkili olmuştur. İlk kesimi yani muhafazakâr ve dindar kesimi, inanç güdü ve ihtiyaçlarındaki boşluğa; diğer kesimleri de, gayrı meşru yollarla ve emperyalistlerin destekleriyle açtığı yurt dışındaki sözde Türk okulları ve yurt içinde bin bir türlü hile ve desiselerle elde ettiği bilim ve teknolojinin olanaklarını kullanarak, devletin imkan ve gücünü de yanına alarak yanına çekmeyi başarmıştır. Ancak bu başarı, ikinci kesime demokrasi, barış, hukuk ve çağdaşlaşma gibi kavramlarla yaklaştılar. Dinler arası Diyalog Projesiyle Fethullahçılık, yerel kültüre emperyal mesajlar katarak Hıristiyanlıktan yararlanmış; “Protestan bir İslam” algısı yaratmıştır. Aziz Pavlus’un, Korintoslulara Mektuplarda, “Herkesle her şey oldum. Amacım her yola başvurarak insanların bir kesimini kurtarmaktır. 23Sevinç Getirici Haber yararına bunların tümünü üstleniyorum,” mesajını şiar edinen Fethullah Gülen ve ona bağlı Fetö, “herkesle herkes”, “her şeyle her şey” olarak bütün kesimlere ulaşabilmiştir. Aynı mesajı, her inanç ve kesime özgü dille iletmiştir. Mesaj aynıdır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslar arası işgale ve iç savaşa elverişli hale getirmek.”

Dindarlık ve ahlaki duyarlılık, bu tip örgütlerle en fazla yara alan iki değerdir. Fetö ve benzeri dinci cemaat ve tarikatlar, dinin masum doğasını temsil eden dindarlığa saldırmak ve onu yıpratmakla işe girişirler. Dindarlığın doğasındaki ahlaki derinliği ve erdemliliği, dincilikle yıkarlar; hiçbir kutsalları olmaz; taciz, tecavüz, iftira, yalan, sahtecilikten tutun, işte kendi dindaş ve yurttaşlarına kurşun yağdırmaya kadar zirveye çıkar. “Herkesle her şey olmak” bu anlama gelir.

Unification Church (Birleşik Kilise) ya da Unification Movement (Birleşik Hareket), ABD ile eskiden beri sorunu olan Kuzey Kore’li olmakla birlikte 1954’de oradan Güney Kore’ye kaçan ve sonra ABD’de bu hareketi kuran Sun Myung Moon’un lideri olduğu Hristiyan bir örgüttür. CIA bu tarikatı yıllardır koruyup kollamaktadır. Çünkü Moonculuk, her açıdan ABD lehine faaliyet göstermekte; “God Bless America” (Tanrı ABD’yi kutsasın) parolası ile hareket etmektedir. Fethullahçı terör örgütü ise, Moonculuğun Türkiye ve Ortadoğu’daki sözde İslam kökenli Yeni Oryantalist bir harekettir; amacı ABD’nın menfaatlerini, Türkiye ve Ortadoğu’da savunup korumak; bunun için İslam dinini kullanmaktır. Moon nasıl ki Hristiyanlığı kullanarak ABD’nin çıkarlarına göre teşkilatlanıp faaliyet gösteriyorsa, Fetö de Türkiye’de aynı vazifeyi deruhte etmektedir. Söylediğim husus, bir komplo teorisi değil; de facto bir durum, yani bir vakıadır. Fetö, gerek teşkilatlanma yapısı ve gerekse ideolojik içeriği bakımından Moonculukla aynıdır. Nitekim Türkiye’de Moonculukla ilgili yapılan akademik düzeydeki tezlerin yayınlatılmamasında yine Fetöcülerin değil parmağı, elleri kolları vardır. Fethullah Gülen, emperyal çıkarların dinci karakolu olarak “herkesle her şey “ olmuş ama Türk ulusu ve Atatürk Cumhuriyeti ile asla yan yana olmamıştır. Onun tek hedefi, Türkiye’nın demokratik ve barışcıl çimentosu olan bu değerleri, efendilerinin adına tarumar etmektir.

Emperyalistler daha önce Said-i Kürdi’yi nasıl ayaklarına göre ayakkabı olarak seçtilerse, onun örgütsel ve dinci sulbünden gelen Fethullah’ı da postmodern model olarak seçmişlerdir. Dinci silsile, emperyalizme hizmet ederken, “soysuzluk ağacı” olarak sürer.

Arabistan eskiden beri ABD’nin köyüdür. Fetönün orada faaliyet göstermesi için bir neden yoktur. Vahhabi dinciliği ile Fetö dinciliği arasındaki ideolojik çatışma bahane edilerek Fetö’nün Arabistan’a sokulmaması, yine Türkiye’deki muhafazakâr kesimin genelinin nezdinde kabul görmeyen Vahhabiliğe karşı tepkinin örgüt lehine çevrilmesine yaramıştır. Sorun, ikisinin muhtemel çatışmasından değil, Fetönün Arabistan’da ABD lehine çalışmasına gerek bırakmayacak Suudi teslimiyetinden kaynaklanır. Türkiye’deki muhafazakârların Vahhabiliğe olan mesafesini Fetö, faaliyet göstermesine gerek olmayan Arabistan’a sokulmaması olgusunu gizleyebileceği bir fırsata dönüştürmüştür.

Suriye, Türkiye hariç, diğer İslam ülkelerine nispetle daha seküler ve laikliğe daha yakın olduğu için, tüm Ortadoğu’da din ve mezhep çatışmalarını kızıştırmayı planlayan emperyalistler için hedef olmanın zeminine sahiptir. Çünkü bir devlet ne kadar seküler ve laik olursa, o denli demokratik, çağdaş, barışçıl ve sağlam bir siyasal yapıya sahip demektir.

Fetö elebaşıları, bir kere “İslam mehdisi” olarak kabul ettikleri liderleri için “ ne yaparsa, haktandır” şeklindeki meşrulaştırıcı manivelayı propagandalarında etkili olarak kullanmışlardır. Onun Papa II. John Paul ya da İsrail çevreleriyle görüşmesi, İslami kesimlerde bu manivela ile normalleştirilmiş ve hatta Fethullah’ın çok farklı bir yöntemle İslam’ı gayri Müslimlere tebliğ ettiği” yalanına inandırılmıştır. Fetö, dış desteklerle bir koyundan birden fazla post çıkarabilmiştir.

Böyle örgütler, büyüdükçe iç çatışmalara girerler ve her bölünen hücre, bağımsızlığını ilan eder. Kendini, bölündüğü bütünün ahlaki ve yasal yıpranmışlığından azade tutmak için, yaygın değerlerle meşrulaştırmaya çalışır. Bana göre, ne Fetö ne de ondan ayrılıp farklı bir Nurcu gurup olarak öne çıkanlar, “tasa ve sevinçte” hiç de birbirinden farklı değildir. Dinciliğin dini, imanı olmaz. Allah’ı kitabı, vatanı, milleti olmaz. İkiyüzlüce, sahtekarca ve düzenbazca Arabistan’daki kutsal topraklara methiye düzmelerine rağmen, hiçbir dinci yerleşmek için Arabistan’a gitmez. Vatansız oldukları için soluğu ya Avrupa’da, ya ABD’de alırlar. Türk ulusunun gözbebeği TSK’nın urbasına bürünmüş fetöcü asker artıklarının Yunanistan’a, Almanya’ya , ABD’ye kaçması ile Erbakan’ın kızının Arabistan’a değil de ABD’ye yerleşmeyi seçmesi, aynı ruhsuzluğun, vatansızlığın ve Yeni Oryantalist zihniyetin eseridir.

Sömürgeci Batı’nın Fetö ile işi bitmedi. Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Savaşında yenilen işgalci emperyalistler, o zamanki vatan haini dede-fethullahların, torunları yoluyla intikam duygularını canlı tutmaktadırlar. Türkiye ne zaman dinci yapılardan arınıp Atatürk ilke ve devrimlerinin ve Cumhuriyet değerlerinin rotasını adamakıllı izlerse, emperyalistler bu kuklalarını işte o zaman kendi elleriyle satışa çıkarır. Bize fazla iş düşmez bile.

Bu bağlılık akıl, izan ve bilginin denetiminden çıkmış bir efsunlanmadır. Hasan Sabbah ve militanlarının modern tarzıdır ve postmodern Haşhaşi bir örgüttür. Yalnız şunu belirteyim, aynı yolu izleyen bütün dinci cemaatler ve tarikatlar de bu şekilde semirdiğinde, Haşhaşiliğe adaydırlar.

Vatan ve millet duygusu olmayanlardan, pişmanlık beklemek boşunadır. Asıl pişmanlıkları, aşağılık darbe girişimlerinin akamete uğramış olduğunu görmeleridir.

Dini duyguları ve inanma ihtiyacını, modern çağın bütün imkanlarını ustalıkla kullanarak ancak kendilerinin karşılayabileceğine kitleleri inandırmak için, ev sohbetleri, kermesler, iftar yemekleri gibi yerel kültürü, bu milletin ferdi imiş gibi devreye sokmaktadırlar. Yereli kullanıp emperyali hedeflemektedirler. Bilgi ve inançta güç merkezi olduklarının her fırsatta propagandasını yapmaktadırlar

Devletlerin ve ulusların varlığını, istikbalini ve sürekliliğini tehdit eden en büyük tehlike, din ve etnik ayrımlaşmadır. Bu ikisi üzerinden siyaset yapmak, son derece ölümcüldür. Bunu sadece 15 Temmuz terörist kalkışmada değil, tarihte pek çok örnekleriyle görmek mümkündür. Fetö ve PKK, aynı emperyalist memeden irin emen iki babasız-anasız kardeşlerdir. Atatürk, din ve etnisiteye dayalı siyasete karşı önceden uyarmıştır ve ne kadar önemli bir ikaz olduğunu anlamak için, bir daha kanlı darbe girişimlerine açık olabilecek lüksümüz yoktur. TSK, önce Ergenekon, Balyoz, Casusluk tertipleriyle, sonra Fetö’nün teröristlerini bu kuruma sızdırması ve sonunda, asker urbasına bürünmüş haydutların, TSK adına haince girişimde bulunmuş olmaları ile gözbebeği kurumumuz hedefe oturtulmuştur. Siyasiler artık bireyi ve onun özel dünyasını oluşturan değerler üzerinden siyasi ikbal umma alışkanlığından vazgeçmeye mahkûm olduklarını anlamak zorundadırlar.

İslam dini yalnız barış değil, devasa bir medeniyet dinidir. Edebiyattan bilime, astronomiden felsefeye, diğer din ve kültürlerle bilgi alışverişinde kendine olan güveniyle, Avrupa Ortaçağına ışık tutmakla kalmamış, yarattığı Rönesans’la Avrupa Rönesans’ı başlatmıştır. İslam, kendi müntesiplerine reva gördüğü barış ve kardeşliği, diğer din ve kültürlere mensup insanlara da çok görmemiş bir medeniyetin kurucusudur. Hatta 500 yıllık (8-13. Y.y.) İslam Rönesans dönemi, Türk filozofu Farabi’nin adıyla anılır. Akılla inanç, vahiyle bilim kategorik olarak ayrı olsa da, birbirlerine karşı savaşan taraflar olarak görülmemiştir. Ve bu gün İslam dünyası, sayesinde tarihe geçtiği İslam Rönesans’ı dönemine ait akıl, bilim, hoşgörü ve barış gibi erdemlerle yeniden buluşmak zorundadır. Cemaat ve tarikatlar, dincilik rekabeti içinde hem toplumu hem de birbirilerini tüketerek ne Müslüman kalabilirler, ne de insanlık değerlerine layık olabilirler.

İslam dünyası, 14. Yüzyıldan bu yana yitirdiği muhteşem felsefe ve bilim medeniyetini yeniden kurmak istiyorsa, İslam Rönesans’ı zihniyetine geri dönmek zorundadır.

Türkiye özelinde ise, Türk kültürü ve ulusal belleğimize ait birikimlerimizi, çıkar çetelerine dönüşmüş dinci guruplara kurban etmeyecek güce sahibiz. Bu güç, İslam öncesi tarihsel ve kültürel birikimimize eklenen barışsever, hoşgörülü ve felsefi geleneğe dayalı Türk din anlayışı ile katlanır; Cumhuriyet kültürü ile taçlanır. Atatürk’ün gösterdiği “Avrupa’yı da aşan medeniyet” hedefiyle somutlanır.

Ülke ve ulus olarak mücadelemiz, Fetö vak’asına münhasır kılınacak kadar basit ve sıradan olmamalıdır. Kendi siyasi, sosyal ve kültürel zihinlerimizde de aydınlıkçı sorgulamalar yapmayı elden bırakmamak gerekir. Darbe ve darbecilere, dinci ve ırkçı terör yapılarına karşı uyanık kalabilmek, Fetö girişimine karşı canla başla savaşmakla noktalanamaz; tam tersine, mücadeleyi derinleştirerek sürdürmekle mümkün olabilir.

Fetö Bağlamında Cemaat ve Tarikatlar

İslamiyet’in doğuşundan önce Araplar dağınık, birbirinden kopuk ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Üstelik aralarında, farklı dünya görüşü ve çıkarlar yüzünden kıyasıya çatışmalar, kanlı hesaplaşmalar sürüp gidiyordu. Hz. Muhammed’in İslam’ı ilan etmesinden sonra bir ideal ve bir peygamber çevresinde toplanmaya başladılar. Aralarındaki çatışmalar duruldu ve bir millet olma yoluna girdiler. Ne ki Hz. Muhammed hayattayken bile, kadim aşiret yapılarından kalma yağmacılık ve çapulculuk tabiatlarını kolay unutmadılar ve bu kez, sürtüşmenin görünen nedeni, din bağlamındaki farklı yorum ve görüşler idi. Hz. Muhammed’in olağanüstü zekâsı ve liderliği, hiç olmazsa hayattayken onları bir Arap ulusu olarak toparlamayı başarmıştı. Sağlığında Arapların İslam öncesi yani “Cahiliye” denilen devirlerdeki hizipçiliğe ve ayrışmalara kapılmalarına izin vermeyen Hz. Muhammed, İslam’ın barışçıl, birleştirici, dayanışmacı ruhuna sürekli vurgu yaptı.

Vefatından sonra Arap kavmi, İslam öncesi kabile geleneğinden doğan anlaşmazlıkları, Kur’an ve Hadis’ten devşirdikleri nasslarla siyasi bir çekişmeye dönüştürdüler. Hilafet, Kırtas vakası, Cemel ve Sıffin savaşları hep Hz. Muhammed’in vefatından sonra, görünüşte dini ama esasen siyasi çıkarlar düzleminde patlak verdi. İslam birliği yerine, farklı gurupların din söylemiyle maskeledikleri küçük hiziplerin çatışmacı dağınıklığı egemen oldu. Bu dağınıklığı, tek bir şey derleyip toparlayacaktı: İslam medeniyeti. IX. Yüzyılda başlayan İslam Rönesans hareketi, felsefe ve bilimlerin yardımıyla ortaya çıktı. Müslümanlar, kendi iç çekişmeleri yerine bilim ve felsefenin aydınlığı ile hem kendileri ve hem de başka dünyaları aydınlatmaya başladılar. Çünkü İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlığa göre bilim ve felsefeye daha açık ve aydınlık bir din olduğuna dair rüşdünü kanıtlama yolundaydı. Müslümanlar, hiçbir din ve mezhep farklılığı gözetmeksizin Yahudi, Hıristiyan ve Süryani bilim insanları ve filozoflardan yararlanmakta asla sakınca görmemişlerdir. Bu güne kadar varlığını sürdüren bütün mezhep, meşrep ve görüşlerin kaynağı, Hz. Muhammed dönemi ve hemen sonrasında başlayan siyasal içerikli dini çekişmeler değil, felsefi ve bilimsel çalışmalardan doğan İslam düşünce geleneğidir. Bu dönemde ortaya çıkan mezhepler, daha önceki siyasi çekişmelerden etkilenmiş iseler de, farklılık ve çeşitliliklerini felsefi ve bilimsel düşünceyle tanımlıyorlardı.

XV. yüzyıla doğru İslam dünyası, bilim, felsefe ve sanata dayalı Rönesans’ını yitirince, içteki çekişmelerin ekseni yeniden, Hz. Muhammed ve hemen sonrasına rastgelen dönemdeki siyasal çıkar kavgalarına doğru tekrar oturmuş oldu. Yaklaşık son beş altı yüzyıldan bu yana cemaat ve tarikatların oluşumu işte bu siyasi didişmelere bağlı olarak gelişmiş ve gelişmektedir.

Her din ve kültürde olduğu gibi doğal olarak İslam kültüründe de görüş ayrılıkları, mezhep farklılıkları ve hayata bakışta çeşitlilik olabilir. İslam düşüncesi bir gökkuşağı gibi zengin ve çeşitlidir. Bu doğaldır, doğal olmayan nokta, bu farklı görüş ve kanaatlerin bilimsel, felsefi ve sanatsal ekseninden çıkmış olmasıdır. İslam dünyasında bu eksen kayması, yalnız insana ait olan felsefe, bilim ve sanatın körelmesi hatta ortadan kalkmasına yol açmıştır. Cemaat ve tarikatlar, işte tam da bunlardan beslendiği, kısacası insandan kopuk bir zemine dayanarak oluştuğu için, İslam dünyası ve Müslümanların en tehlikeli iç düşmanı haline gelmişlerdir. Tarihte XII. Yüzyılda Hasan Sabbah’ın liderliğinde kurulan Haşhaşiler bu örneklerden sadece birisidir.

Fetö de bu cemaatler ve tarikatlardan biridir. Bazılarının iddia ettiği gibi, “önceden sahih bir İslam anlayışına ve toplumun dindarlaşmasına hizmet ederken, sonradan Ehl-i Sünnet ve‘l-Cemaat yolundan saptıkları” için devlete sızıp terörist bir kalkışmada bulunmuşlardır demek, koyu bir cehaletin, olmadı, saflığın ifadesidir. Çünkü bütün cemaat ve tarikatlar, yeterli güce eriştiğine kanaat getirmediği sürece, devlete sızamamayı, nihayet devleti ele geçirememeyi masum bir dindarlık ve İslam’a hizmet görüntüsü altında bir kuluçka aşaması olarak telakki ederler. Fetö de diğer cemaatler gibi aynı yolu izleyerek bu felaketin öznesi olmuştur.

Eklektik ya da senkretik olsun, Fetö neresinden bakarsak bakalım, diğerleri gibi bir cemaat ve tarikattır. Peki, cemaat ve tarikatlarin ortak özellikleri nedir?

Bir kere yasadışı örgütler felsefe, bilim, sanat ve eleştirel düşünceye kapalıdırlar. Zaten varoluş gerekçeleri ve nedenleri budur. Hz. Muhammed’in “ümmi” olduğu şeklindeki tarihsel yalanı, (Benim tespitlerime göre Hz. Muhammed ne cahildi, ne de ümmi idi; onun okur-yazar ve bilgili olması vahiy almasına engel değil, aksine vahyi daha iyi anlayıp anlatmasına neden olmuştur) şeyh ve liderlerinin cehaletleri için meşrulaştırıcı bir mesnet olarak kullanırlar. Tıpkı Hz. Muhammed’in “ümmi” olmasından dolayı vahyin “tabula rasa” misali zihnine rakipsiz dolması gibi, “okuma-yazma bilmeyen” şeyhlerinin de Hz. Muhammed gibi önceki tüm düşünce ve fikirlerden arınık bir zihne sahip olduklarını ileri sürerek kör bağlılığı sağlayabilmektedirler. Fethullah’ın “ilkokul mezunu” olması bu açıdan “cehaletin erdemi” olarak görülmektedir.

Diğer cemaat ve tarikatlar de liderlerinin “susması”, “konuşmayı sevmemesi”, “işaret diliyle anlatması”nı, bilim ve felsefeden daha üstün bir insanlık durumu olarak propaganda ederek, Fetö ile aynı noktada birleşirler. Örneğin Süleymancılık, Menzil Cemaati, Sidik ve kan içmeyi ,kaka koklamayı kutsayan Cübbelisi cübbesizi, irili ufaklı bütün dini gurupların temel referansı, Hz. Muhammed’i öveyim derken yerdikleri “ümmilik”tir. Ümmi olmak, hele bilim, felsefe ve sanat gibi insana dair olan her şeye kör ve sağır olmak, gerçek dindar olmanın olmazsa olmaz koşuludur.

Bir başka benzerlik, sürekli olarak mali, sosyal, siyasal güç toplamaktır. Türk kültüründe yardımlaşma, dayanışma ve humanistik öğelerin bulunması gibi temel milli kültürel öğeleri Fethullah, emperyalist amaçlara alet etmiştir. Gücün, belirlenen amacı gerçekleştirecek düzeye gelmesi için, takiye hayati bir maniveladır. “Hizmet”, “dindarlık”, “fakir fukaraya yardım”, “iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak” gibi kutsal kelimeler bu güç toplama yolculuğunun, mevcut devlete ve topluma sevimli görünme avadanlıkları haline getirilmiştir. Cemaat ve tarikatlar, elde ettikleri ya da etmekte oldukları gücü, içinde bulundukları devlete ve millete rakip ve alternatif bir güç olarak kullanma yöntemleri bakımından elbette birbirinden ayrı düşebilirler. Zaten temel ayrılık noktaları buradadır. Dinle ilgili farklı yorum ve görüşler ileri sürüyormuş gibi olsalar da, kendilerini “Ehl-i Sünnet” diye takdim edip, Türk ulusunun kültürel kodlarını istismar ederler; ellerindeki gücü, devlete karşı hangi çıkarlar karşılığında devreye sokacakları konusunda ayrılırlar.

Hepsi de bilim, felsefe, sanat ve insana ya çok mesafeli, ya da düşmandırlar. Bu mesafeyi,” laiklik dinsizliktir” gibi provakatif sloganların arkasına gizlerler. Fetö, “Atatürk’ün öldüğü gün ben doğmuşum” dediği yıllarda, Fetöcülerin gücünün henüz başlangıç noktasında olduğunu; ancak buna rağmen, gücü ele alınca 2016’da kanlı bir darbeye girişeceklerini tahmin etmek için kahin olmaya gerek bulunmadığını belirtmeliyim. Aslında Fetö, Atatürk’ü kendine rakip olarak görme cüretine tevessül etmiştir. Oysa Fetönün unuttuğu hakikat, Atatürk’ün, emperyalist bir dinci örgütlenmeyi değil, İslam Rönesans’ını esas almış olduğudur. Ve Fetö, kanlı girişimle, yalnız Türk devleti ve ulusuna değil, bütün insanlığa, insan varoluşuna da düşmanlık beslediğini, kurduğu yapının zaten bu doğada olduğunu kanıtlamıştır. Fetö Atatürk’ün büyük bir filozof ve lider olduğunu çok iyi bilmektedir. Neden? Çünkü düşünceye, bilime ve sanata düşman olanın, insana ve insanına dostluk beslemesi düşünülemez. Atatürk ilke ve devrimleri, Cumhuriyet kültürü tam da bu gurupların düşmanlık ettiği değerler üzerinde temellenmektedir. Atatürk ve laiklik karşıtlığı, esasen, bu insani, milli ve hatta dini değerlere kin beslemenin, Türk halkı nezdinde meşrulaştırıcı sloganı olarak seçilmektedir. Bu seçimin yapılmasında elbette Emperyalizm etkindir; emperyalist güçler belirleyicidir.

Tuhaf olan şudur: Cemaatler ve tarikatlar, bu düşmanlıkları emperyalistler adına yaparken, Türk insanı bunu çok geç fark etmekte; İslam tarihinde sürekli tekerrür eden bu acı tecrübelerden ders alacak yerde, ulusal değerlerine mesafeli davranmaktadır. Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine saldırmanın gerçek bir dindarlığın belirleyici ölçütü olduğuna inandırılmaya çalışılan Türk halkı, Fetö örneği ile bu emperyalist propagandanın, hem de kendi yardımıyla nelere mal olabileceğini anlamış olmalıdır.

Cemaat ve tarikatlar, her türlü gücü elinde tutmanın dinsel bir adıdır. Ekonomik, kültürel ve siyasal uzantılarıyla ayakta kalabildiklerine göre, ülkemizde henüz yerleşmeye başlayan demokrasi geleneğinden yararlanarak, ulus içinde “küçük dinsel kantonlar” oluşturmaktadırlar. Bir rektörün, “toplumun cahil kalması daha iyidir, insanlar çok okumamalıdır”, sözü bile Fethullahçılık benzeri terör örgütlerinin değirmenine su taşımaktadır. Aralarındaki çekişme ise, gücün hangisinde temerküz edeceği ile ilgili anlaşmazlıklara dayanır. Tüm dini guruplara hükmedip rakipsiz bir cemaat ya da tarikat olmak, hepsinin gönlünde yatan aslandır; nihai amaç ise, mevcut devleti ve hükümeti kendi ekseni doğrultusunda ele geçirmektir.

Bu guruplar yargı, yasama ve yürütme şeklinde gücün dengeli dağılımına dayanan kuvvetler ayrılığı ilkesine muhalefette birdirler; çünkü onlara göre “hâkimiyet Allah’ındır” ve güç Allah’ta toplanmalıdır. Peki, “Bu “Allah” kimdir? İlgili cemaat ve tarikatın lideridir. Bildiğimiz ve inandığımız Allah’ın, bir insan gurubu tarafından siyasi bir otorite lütfedilmesine ihtiyacı yoktur; Bu guruplar, evreni yaratan ve idare eden Allah’a, kendi liderleri eliyle bir de siyasi erk lütfetmeye kalkarak, şirke düşmektedirler. Başka bir deyişle, çok azılı bir küfür içindedirler.

Demek ki, hepsi de mevcut İslam dinine göre, hiç değilse “siyasal müşriktir”ler. Güç biriktikçe, şirk de büyümektedir; Fethullah, sadece siyasal müşrik değil, insani, İslami ve ulusal bir müşriktir. Hatta Uluslararası kâfirdir. Dini gurupların farkı, şirklerinin güçleri oranlarında değişmesinden kaynaklanır.

Sosyal devlete karşıdırlar. Çünkü kendi müntesipleri ve hizmetkârları dışında hiçbir insanla bağları sağlam tutmazlar. Vatandaşlık bilinci yerine bağlılık faşizmini dayatırlar. Çemberin dışında kalanlar, aynı din, ülke ya da ulustan olsa da, değil mi ki kendilerinden değil, o zaman yabancıdır; nihai noktada düşmandır. Sermaye ve zenginlik, Kur’an’ın isabetle kaydettiği gibi, “kendi aralarında dolaşan bir güç” haline gelir. Oysa demokrasi, güçlerin dengeli dağılımıyla var olabilir. Çünkü cemaat ve tarikatların doğası böyledir. Yoksa bazı aklı evvellerin dediği gibi, “keşke sahih İslam etrafında toplansalar, keşke aralarında çekişmeseler” gibi şark kurnazı temennilerle açıklanacak bir olgu değildir.

Dini guruplar, insanı salt “dindar” bir varlık olarak tanımlar; onun biyolojik ve kültürel olmak üzere iki katmanlı bir varlık gerçekliğini görmezden gelirler. Ortaya, hayat ve insanla barışamayan patolojik bir kitle çıkarırlar. Fetö’de hepsini gördük, görüyoruz. Bu insan tipi her şeye düşmandır; öğrenmeye, bilmeye, yaşamaya ve düşünmeye…insan ve ona dair ne varsa hepsi onun “dindarlığının” hedefindedir. Onları yok etmedikten sonra, intihar etmez. Bir örnek vereyim: Türk toplumun doğasında kadın-erkek ilişkisi cemaat ve tarikatların din mühendisliğinden farklıdır. Kanlı Fetöcü darbenin önlenmesinde başörtülü-başörtüsüz, alevi-Sünni halkımızın bütün kesimleri katkıda bulundu; TSK’mız halkımızın yanındaydı. Çarşaflı bir kadınımız, sürdüğü kamyonla darbecilere karşı kahramanca mücadele etmiş; Başbakanca haklı olarak takdir edilmiş ve Başbakanın bağrına yaslanarak çok duygusal bir tablo çizmiştir. Oysa tarikat ve cemaatler, Türk tipi bu dini ve kültürel görüntüyü bile İslam’da“kadın-erkek tokalaşamaz bile” gibi faşist ve gerici bir yargıyla suçlarlar. İşte bu güzel görüntü, Türk İslam anlayışının doğal, masum ve tertemiz görüntüsüdür. Tarikat ve cemaatlerin bel-altı dinciliğiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Dindarlık, toplumsal bir fenomendir diye inanırlar. Yani bireyin dindarlığından çok, toplumun dindarlığı asıl hedeftir; oysa birey gerçek bir kişi, toplum sanal bir varlıktır. Dindarlık doğrudan bireyi ilgilendirir. Dindar bireyler, birörnek toplumsal dindarlık yaratmak için bir araya gelmezler. Çünkü dindarlık tarz ve yorumları farklıdır ve toplum bu farklılıklarla zenginleşir. İnsanın amacı sadece dinini yaşamak değildir; hayatı yaşarken inandığı dinin temel ilkelerini bireysel olarak uygulaması bundan farklıdır.

Tarikat ve cemaatler, “iyi cemaat”, “kötü tarikat” diye ayrılmazlar. Bazılarının temelsiz iddialarına göre, “Ehl-i Sünnet’ten sahih İslam’ı temsil edenler farklıdır” yargısı, tarihsel bir cehalettir. Fetö, Şii midir? Alevi midir? Mecusi ya da Nusayri midir? Düpedüz din işportacısı ve terör örgütüdür, hem de Sünni olduğunu iddia eden bir cinayet şebekesidir. Sorun, hangi cemaat ya da tarikatın Sünni ya da Şii olduğu, sahih İslam’ı temsil edip etmediği değil, dinsel bir örgüt olup olmadığıdır. Asıl problem, dini bir gurubun doğru ya da yanlış bir İslam’ı temsil edip etmediği değildir, sahih olsun olmasın, bir inanç ya da dini bir yorumun örgütlü bir güç olup olmadığıdır. Örgütlendikçe, kontrolden çıktıklarını sadece Fetö ile değil, tarihte de çok görmekteyiz. O halde güç, demokratik yöntemle seçilmişlere ait olmalıdır. Onlar ise, bu emanet halk gücünü, belli tarikat ve cemaatlerle değil, sayelerinde erk temsiline layık görüldükleri bütün halk kesimleri için kullanmak zorundadır. Siyasi otorite, benim tarikatım, senin cemaatin kavgasına ortak olursa, siyasi otoritesine ortaklar peyda etmiş olur. Bu ortağın Fetö ya da başka bir cemaat ya da tarikat olması fark etmez.

Öyleyse, Türkiye’de bütün cemaatler ve tarikatlar, saydığım noktalarda birbirine benzer. Yok eğer Atatürk ilke ve devrimlerine, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, sosyal ve laik bir devlet anlayışına, tam bağımsız ve başı dik bir Türkiye ülküsüne, emperyalizme karşı bilinçli bir duruşa sahibiz diyen cemaat ve tarikat varsa, zaten cemaat ve tarikat olması için hiçbir nedeni kalmamıştır demektir.

Siyasi iktidar eğer mevcut cemaat ve tarikatların ilerde alternatif Fetöcükler olduklarını, şimdiki haklı mücadelesinde fark ederse, Türkiye ülkesi ve ulusuyla esenliğe çıkar; edemezse, Fetö’nün rövanşını, onun sızdığı diğer cemaat ve tarikatlar istikbalde almaya kalkabilirler. Cemaatçilik ve tarikatçılık, artık bu gün emperyalizme açık dinciliklerdir; iyisi kötüsü yoktur; her biri gücüne göre müstakbel bir emperyalist efendinin köle adayıdır.

Bu kölelikten kurtuluşun yolu, bütün Türkiye Cumhuriyeti halkını tek ve bölünmez bir cemaat ve tarikat olarak gören Kemalizm’dir. Atatürk’ün kadim ve değişmez hedefi, XV. Yüzyılda yitirdiğimiz İslam Rönesans’ı ve aydınlanmasını, genç Cumhuriyetle birlikte Türk Rönesans’ı ve aydınlığı ile sürdürmektir.

Bir insanın en büyük erdemliliği hatasını kalbi olarak ikrar, diliyle ifade etmesi ve bunu gerçekçi bir şekilde eyleme geçirmesidir. Cemaat ve tarikatların kısıtlı ve baskıcı jargonuna kendi bütünleştirici, toplayıcı ve milli birliği sağlayıcı barış dilini egemen kılmak esastır.