28 Mart 2024 Perşembe
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Mabetler ve Eğlence Mekânları

Şahin Filiz

Şahin Filiz

Eski Yazar

Ülkemiz daha 2017’ye merhaba demeden çok vahşi ve alçakça bir terör saldırısına daha hedef oldu. Eşine az rastlanır bu caniliğin sorumluları ya da failleri her kimse mutlaka adalet önüne çıkarılıp gereken cezayı alacaklardır. Ancak benim yazımın konusu bu değildir. Diyanet İşleri Başkanı ve bazı çevrelerin Yılbaşı vahşetinin yaşandığı mekandan bahisle, “mabetlerle eğlence merkezleri”nin farksız olduğu yönündeki açıklamaları, altı çizilmesi gereken noktadır diye düşünüyorum. Belki bilmeden ya da olayın şokuyla, panik havasının yarattığı psişik durumdan dolayı yapılmış açıklamalar olsa da, bence doğru bir saptamadır.

Neden?

Eğlence mekânları ile mabetler arasında, şaşırtıcı benzerlikler vardır. Bir kere, her ikisi de “kamusal alanlar”dır. Eğlenmek, aynen ibadet etmek gibi, dinginlik, sükûnet ve kendi ile barışık olma halidir. Belirlenmiş bir mekân olmak bakımından, her iki mekân da masumiyetin, insaniliğin ve insan hakkının bireysel düzlemde gerçekleşebileceği yerlerdir. Eğlence de ibadet gibi bir haktır, özgürlüktür ve bireysel bir masumiyetin iki farklı yönüdür. O nedenle eğlenen ile ibadet eden, bireysel hak ve özgürlüğünü belirlenmiş mekânlarda kullanan masum insan ya da insanlardan başkası değildir.

Üç büyük dinde mabet nedir, ona bakalım.

Prof.Dr. Mehmet Bayraktar’ın Üç Dinin Tarihi1 adlı kitabından özetleyeyim.

Önce Yahudilikten başlayayım.

Yahudilik, mabet merkezli bir dindir. İlk mabet, M.Ö. 950’de Süleyman Mabedi adıyla meşhur, Hekal’dir. Mabet’in Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban etmek üzere götürdüğü tepenin (Morya Tepesi) üzerine inşa edildiği kabul edilir. Babil Sürgünü dönüşü “İkinci Mabet” adıyla yeniden yapılır. İkinci Mabet’i Romalı kral Herod, M.Ö. 1. Yüzyılda yıktırıp yeniden yaptırmıştır; bunun için de bu mabede “Herod Mabedi” ya da “Üçüncü Mabet” denir.

Titus’un M.S. 70 yılında Mabet’i yıktırmasıyla Yahudilikte Mabet dönemi sona erse de bu gün Yahudilerce Birinci Mabet veya Süleyman Mabedi çok önemlidir. Günümüzde Mabet’ten kalan Batı Duvarı, ya da “Ağlama Duvarı”, Yahudiler için dini, tarihi ve sembolik değerini ve kozmik önemini hala korumaktadır.2

Bu gün Yahudiler ’den bir kısmı, ibadet ve ayin yaptıkları Sinagog ve Havraları Süleyman Mabedi ile eşdeğer görmüyorlarsa bile, genel olarak bu mekanlar ibadet merkezi ya da yeri olarak büyük öneme sahiptir.

Mabet merkezli bir diğer din de, Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlar ilk kilisenin Hz. İsa zamanında Kutsal Ruh’un girişimiyle Kudüs’te kurulduğuna inanırlar.1 Yunanca’da Ekklesia, bu gün İngilizce’de ecclesia kavramlarıyla karşılanan kilise, Yahudilerdeki gibi Hıristiyanların gözünde kültürel, dini, tarihi ve sembolik değere sahiptir. Mesih’in Kilisesi, Tanrı’nın Kilisesi, Mesih’in bedeni, Mesih’in egemenliği, Tanrı’nın tapınağı, Mesih’in gelini…gibi birbiriyle anlam bakımından kendi içinde bütünleşen tanımlar, kilisenin nasıl bir mabet olduğunu anlatır.2

Hıristiyanlık mabet, şeriat, peygamber, havari ve dünya görüşü bakımından genel olarak Yahudiliğin devamıdır. Bu konu ayrıca incelenemeye değerdir ve yazımızın sınırlarını aşar. İlgilendiğim nokta mabetle sınırlıdır.

Yahudilik ve Hıristiyanlık, kutsalın anlamını mabetlerle sınırlandırır. Mabetler dışında kutsal sayılan yerler ancak mabet dolayımında kutsal kabul edilir. Tüm doğa veya yeryüzü kutsal sayılmaz. Mabedin sınırları dışında kalan yerler, kutsallaştırılması gereken mekanlardır; bu yüzden, yeryüzünün her bir noktası kutsallık payesini, mabetler ve mabetlerin dinsel sembolik anlamına göre alabilir. Başka bir deyişle, Yahudilere vaat edilen topraklar sadece Yahudilerin egemenliği ele aldıkları takdirde “kutsal”dır; Yahudilerin egemenliği Tanrı’nın egemenliği anlamına gelir. Tüm yeryüzü Süleyman Mabedi gibi kutsallaşıncaya kadar, mücadele sürer. Yahudiliğin egemenliği altında olmayan her yer, “din dışı”dır; kutsal değildir. Örneğin, Ahd-i Atik’te, Türkiye’nin büyük bir bölümü-Fırat ve Dicle çevresi merkez olmak kaydıyla- Yahudilerce “geleceğin kutsal toprak parçaları” kabul edilir. Ancak hali hazır durum böyle olmadığı için, sözü edilen toprak parçalarında her türlü kan, gözyaşı, ölüm ve terör caizdir; çünkü henüz “kutsallaşmamış”tır.

“Ben Yahudiliği yıkmaya değil, tamamlamaya geldim” sözünü İsa’ya söyleten Hıristiyanlık, Yahudiliğin neredeyse bütünüyle devamı olduğuna dair dinsel vahiy görünümlü tarihsel bir ültimatomun altına imzasını atar. Hıristiyanlığın da tıpkı Yahudilik gibi mabet merkezli din olması bu nedene dayalıdır. Saint Augustinus (ö.430), “Tanrı Devleti” adlı eserinde tüm yeryüzü Hıristiyan oluncaya kadar Tanrı’nın gerçek anlamda egemen olmayacağını savunur. Yani, Kilise dışındaki tüm mekânlar, başka bir deyişle Hıristiyanların hâkim olmadığı yeryüzünün diğer parçaları, “kutsal” değildir; çünkü Hıristiyanların egemenliği gerçekleşmeden Tanrı da egemen olmaz; dolayısıyla Hıristiyanların onun adına yeryüzünden ele geçirdikleri her parça, eşzamanlı olarak kutsallık kazanır. Haçlı seferleri, işte “kutsal” sayılmayan Müslüman topraklarında her türlü katliam ve tecavüzün meşru sayıldığını gösteren tarihsel bir örnektir.

Gelelim İslam dinine… İslam dini, Yahudilik ve Hıristiyanlığın aksine mabet merkezli bir din değildir. Mescit ve cami, mabet değildir. Mescit, secde mekânıdır ve bu mekân temiz olan her

yerdir. İbadet, secdeden ibaret olmadığı için, mescitler sembolik, tarihsel ve kültürel olarak özel bir mabet anlamı taşımaz. Belki Hz. Muhammed döneminde ilk Müslümanların birlikte namazgâh olarak toplandıkları mekândır. Cami kavramı ise daha farklıdır. Cami, içinde secde mekânının da bulunduğu büyük bir komplekstir ve manevi olarak mabet karakterinde değildir. Özellikle Emeviler döneminde saltanatın sarayı olarak; siyasi ve askeri kararların alındığı karargahlar, mevcut halife adına kararların alındığı mekanlar olarak ortaya çıkmıştır. Şu halde ne mescit ne de camii, “kutsal”lık hükmü taşımaz. Çünkü bunlar ilk iki dindeki mabetlerin yüklendiği dini, tarihsel ve kültürel anlamlara sahip değildir. Buna göre İslam dini, “kutsal”ı mescit ya da camii sınırları içine hapsetmez. Aksine tüm yeryüzü kutsaldır, çünkü Hz. Muhammed, “yeryüzü benim için bir temizlik aracı ve mescit kılındı” demektedir. İbadet için bu mekânlarda bulunma koşulu olmadığına göre, ibadet tüm yeryüzünde yapılan her türlü iyi ve erdemli hareket ve davranışın adıdır.1 Bunun ötesinde, kutsallık tüm yeryüzüne aittir; çünkü yeryüzü bütünüyle hem “temiz”, hem de “mescit”tir. Tanrı, biricik ve mutlak yaratıcı olduğundan, ontolojik hâkimiyet yalnız O’na aittir; kulların O’nun adına dinsel egemenlik alanını genişletip O’na siyasi egemenlik alanı yaratmalarına gerek yoktur. Çünkü O tüm yeryüzüne ve âlemlere hâkimdir. Yahudi ya da Hıristiyan tanrısı gibi, kulların kendisine altın tepside sunacağı siyasal bir erke gereksinimi yoktur. Şu halde Tanrı için İslam’da kulların siyasal mücadeleye girişmesi şirktir; mücadele ancak ahlaki ve medeni bir mücadele olabilir ki bu da yeryüzünün imar ve ihyasıdır.

Mabetlerle eğlence merkezleri, pazar yerleri aynıdır. İslam dininin mantığına göre her yer kutsaldır, çünkü hangi adla anılırsa anılsın, hepsi de “kutsal ve temiz yeryüzü”nün parçasıdır. Yeryüzünde her hangi bir mekân, mabet ya da bölgeye yönelik saldırı, doğrudan kutsala yönelik saldırı ve tecavüz demektir. Yahudi’nin Sinagog ya da Havra’sına, Hıristiyanın kilisesi ya da şapeline ve Müslümanın mescit ya da camiine yapılan saldırı, nasıl ki aynı ise, eğlence merkezi, pazar yeri, çarşı ya da alışveriş merkezine yönelik saldırı da o derece aynıdır. Müslüman, bu mekânlardan ya da yeryüzü parçalarından herhangi birine yapılan saldırıyı, dininin maneviyatı gereği önlemekle yükümlüdür.

İbadet eden, alışveriş yapan ya da eğlenen insanlar arasında fark olmadığı gibi, bulundukları mekânlar arasında da bu bakımdan hiçbir fark yoktur. Başka dinlerde kutsal-kutsal olmayan ayrımı bulunsa da İslam’da bütün varlık âlemi kutsal olduğu için, evren korunmalı, içindeki canlı-cansız tüm mahlûkat dokunulmaz sayılmalıdır.

Dünyada ve ülkemizde İslam dininin adını kullanarak gerçekleştirilen terör saldırıları, evrensel kutsallık felsefesine kökten aykırıdır. Masum insanları ateşe, kana ve yoksunluğa boğan bütün bu insanlık ve İslamlık dışı saldırılar, tüm evreni kutsal sayan İslam’a ve dolayısıyla Müslim-gayri Müslim masum insanlara savaş açmaktır. Bu savaşı açanlar, evrensel kutsiyet dairesinden çıkıp evrensel insanlık düşmanlarına dönüşmüşlerdir. İnsanlıktan çıktıkları gibi, İslamlıktan ve kutsallıktan da çıkmışlardır.

1 Bkz. Mehmet Bayraktar, Üç Dinin Tarihi, Saykitap, İstanbul, 2016.

2 Bkz. Mehmet Bayraktar, A.g.e., ss. 151-153.

3 Bkz. A.g.e., ss. 179 vd.

4 Bu konuda geniş bilgi için, Kutsal Kitap Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur İncil), Yeni Yaşam Yayınları, İst. 2008, ss. 1009-1270.

5 Muslim 523/5; Ebu Avane ı/395; Tirmizi 1553; İbn Mace 567; Beğavi 3617; Ahmed 2/411.