Çarpışan iki program ve Barrack’ın postacıları
Türkiye’de iki program çarpışıyor.
1.Avrasya programı: Türkiye-Rusya-Çin-İran ittifakı. Türkiye’ye yönelik tehditler Atlantik merkezli. Ekonomide ve güvenlikte geleceği, Avrasya’da. Vatan Partisi bunu on yıllardır savunuyor ve Avrasyacı programın başını çekiyor. MHP de bu programa, Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin açıklamasıyla katıldı. Bu programda Atlantik tehditlerini jeopolitik güçlerle birlikte göğüsleme, ekonomide üretim ve paylaşım, PKK’nın silah bırakması ve bütünleşme hedefi güncel olarak yer alan önemli başlıklar.
2.Atlantik programı: İbrahim Anlaşmalarını genişletme. Trump barışı diye sunulan ve bugün bölgemizde yürüyen Atlantik siyasetlerini Tom Barrack ilan etti: “İbrahim Anlaşmalarını genişletmek.” Gazze’den Azerbaycan’a uzanan geniş bir bölgeyi hedefliyor ve “Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar işbirliği” olarak özetleniyor. İçinde İsrail-Türkiye’yi barıştırmak da var. Bu çizgi PKK’nın silah bırakmasını değil, Türkiye himayesinde Kürdistan planının uygulanmasını hedefliyor. HAMAS ve Hizbullah’ın silahsızlanması, Kafkasya’da Trump köprüsünün kabulü ve son olarak ABD derin devletinin yayın organlarından Washington Examiner’in yazdığı gibi Kıbrıs’ta Türk askerinin Ada’dan çekilmesi karşılığında bazı teşviklerin verilmesi bu planların içinde. CHP’nin başını çektiği muhalefet, bu Atlantik programını “en iyi ben uygularım” diyerek görev talep ediyor.
‘BÜTÜNLEŞME’Yİ DEĞİL ‘TERÖRSÜZ TÜRKİYE’Yİ SEÇMENİN SONUCU
AK Parti’nin durumu ise, dengenin dengesizliğini ortaya koyuyor. AK Parti’nin bir ayağı Avrasya’da bir ayağı Atlantik’te yer alıyor.
Örneğin PKK’nın silah bırakmasını “bütünleşme” olarak değil de “terörsüz Türkiye” olarak koyan AK Parti, nihayetinde ABD’nin bu konudaki planlarına yakınlaşan bir çizgi izliyor. Bunu Abdullah Öcalan’ın açıklamalarından da izleyebiliyoruz. Şubat ayında “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” diyen ve “devlet ve toplumla bütünleşme” hedefi koyan Öcalan, dünkü açıklamasında şunları söyledi: “Kürt olgusunun tüm boyutlarıyla Cumhuriyetin yasallığına dahil edilmesi ve bunun için güçlü bir geçiş süreci temel alınmalıdır. Bütünsel bir olgu olarak yasallığa geçiş, Demokratik Cumhuriyetin hukuksal temellerini sağlamlaştıracaktır.”
Burada sürece ABD’nin açık müdahalesini görüyoruz ve AK Parti’nin konuyu “Terörsüz Türkiye” olarak ele almasının konunun bu noktaya gelmesinin esas nedenlerinden biri oluyor. Dün bütünleşme diyen Öcalan, bugün iki sütundan (Türk-Kürt) bahsederek ayrılığı işaret ediyor.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “İmralı sözünün arkasında” dese de, pratik bu sözlerle uyuşmuyor.
Ama aynı AK Parti bir yandan da KKTC’de kararlılık vurgusu yapıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, önceki gün “Bölgede kurgulanan yeni emperyalist oyunda Kıbrıs Adası'nın da menüye eklenmek istendiğine dair güçlü sinyaller aldıklarına” dikkati çekti.
Özetle Ak Parti’nin denge siyaseti Avrasya kayasına çarpmış durumda ve iktidar oradan oraya savruluyor, yalpalıyor.
Bu sürecin böyle gitmeyeceği açık. AK Parti, artık TRÇİ ve Atlantik arasında karar noktasına gelip dayandı. Neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
ATLANTİK PROGRAMININ UYGULANMASINDAN SORUMLULAR
Bu iki program çatışırken müthiş bir propaganda savaşı da yürüyor.
Atlantikçiler, bu süreçte Trump’ın ve onun temsilcisi Barrack’ın sözlerinin hayata geçmesi ve TRÇİ İttifakına karşı müthiş bir kampanya başlatmış durumda.
Son zamanlar ne oldu, hatırlatalım:
-CHP, NATO Parlamenter Asamblesi’ne İran raporu sundu.
-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) kararı çerçevesinde mal varlıkları dondurulan kişi ve kurumların listesinde değişiklik yapılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı Kararı, Resmi Gazete'de yayımlandı.
-Sözcü gazetesi, “Bu füze çok şey kaybettirdi bize!” diyerek S-400 alımını hedef aldı.
-Ardından CIA merkezli Doğu Türkistan haberleri gündeme sokuldu. TRT Avaz, Doğu Türkistan belgeseli yayımladı. Yeni Şafak’ın YouTube hesabı haftada bir “Doğu Türkistan” yayını yapıyor. CNN Türk de bu furyaya katıldı.
Son olarak liberallerin sesi ve foncu Medyascope’ta Nuray Mert bir yazı yazdı. Başlığı, “Hizbullah ve Hamas silahsızlanmalı.” Şöyle diyor Mert:
“Hamas’ın da, Hizbullah’ın da silahsızlanma sürecini içlerine sindirmeleri gerekiyor. Oturduğumuz yerde, ‘direniş sürecek’ narası atmanın kimseye faydası yok. Dahası, bu tür tutumlar faydasız olmanın ötesinde sorumsuz, hatta vicdansız ve bu açıdan hepimizin ahlaki bir sorgulama yapmamız gerekiyor.”
Son günlerde Barrack, Lübnan’da yoğun mesai harcadı. En temel önceliği Hizbullah ve HAMAS’ın silahsızlandırılması.”
Daha önce AB Türkiye Temsilcisi Karen Fogg’un kurduğu ağla, e-postaları üzerinden görev verdiği ve bunları yazıp çizenler vardı. Şimdi de Barrack’ın postacıları çıktı. Ne diyor ne istiyorsa, ertesi gün o doğrultuda yazılar çıkıyor. Dönüp dolaşıp Trump ve Barrack’a övgüler diziyorlar.
Başa dönelim. İki program çarpışırken, Atlantik siyasetlerinin uygulanması için propaganda yapan bir kesimin vites yükseltmesinde hükûmetin ikircilikli, yalpalayan ve Atlantikçi güçlere alan açan tavrı belirleyici oluyor. Yine iktidar içinden Barrack’a yönelik övgüler de, büyük bir zaaf yaratıyor. Bu sadece Atlantikçilerin hevesinin kabarması değil, Öcalan’ın tavrının değişmesi kadar önemli sonuçlara yol açıyor.
Denge politikası Türkiye’nin düğümlerine düğüm atıyor, sorunları büyütüyor, AK Parti’yi de intihara sürüklüyor. Türkiye için en yakıcı ihtiyaçlardan biri, iflas etmiş olan bu denge siyasetinden bir an önce vazgeçilmesidir.
***
ABD’nin ortadoğu hamlesi: Barrack’ın misyonu
HANDE FIRAT-HÜRRİYET
Barrack, Manama’daki Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü forumunda, “Türkiye ve İsrail savaşmayacak... Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar bir işbirliği göreceksiniz” dedi. Acaba bu sözler, ABD Başkanı Trump’ın çabalarıyla bölgedeki “satranç tahtasının tamamen değiştiğini” mi gösteriyor?
*Amerikalı yetkililer, Barrack’ın açıklamalarının sadece durum tespiti değil, aynı zamanda bir niyet beyanı olduğunun altını çiziyor.
*Onlara göre “Türkiye-İsrail savaşmayacak” vurgusu, aslında Washington’ın iki ülke arasında açık çatışma yerine öncelikle çatışmasızlığı, ileriki yıllarda yani yeni bir İsrail hükümeti ile de ilişki kurulmasını amaçlıyor.
*Barrack’ın “Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar işbirliği” ifadesi tesadüf değil. Bu coğrafi hat, Azerbaycan-Türkiye-İsrail arasında enerji ve ticaret koridoru anlamına geliyor olabilir.
*ABD’nin Hazar-Akdeniz hattında Türkiye ile İsrail’i bir araya getirmek istemesi, İran’ı da çevreleme politikasını içeriyor.
Belli ki Washington, İran’a karşı Türkiye-İsrail merkezli bir cephe inşa ederek, bölgedeki güç dengesini kendi lehine yeniden kurma peşinde.
PEKİ ANKARA NE DİYOR?
Ankara bu açıklamalara bir tepki göstermedi. Ancak iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginlik derecesini anlatmaya gerek yok. Genel bakış açısı, Netanyahu hükümeti ile temas kurulmasının mümkün olmadığı yönünde. Bu nedenle de yerine gelebilecek olası bir hükümetin hem ideolojisi, hem de izleyeceği politika Ankara açısından belirleyici olacak.
***
Şaşacaksınız ama söyleyeyim
SALİH TUNA-SABAH
Cari dünya düzeninin patronu ABD, "barış" kavramını tam anlamıyla jeopolitik bir araç haline getirdi.
"Barış" artık bir ideal değil, bir strateji. Hangi ülkenin "barışa ihtiyacı" olduğuna, o ülkenin sahip olduğu madenlere ve konumuna göre karar veriliyor.
Hâliyle "özgürlük" de dış politikada kullanılabilir bir araç, demokrasi de ithalat-ihracat dengesine bağlı bir ürün sadece.
Venezuela da mahut sistemin yeni laboratuvarı.
Bu arada, ABD Başkanı Trump, "Venezuela'ya saldırı yakında mı?" sorusuna "Hayır" cevabını verdiğine göre demek ki en kısa zamanda saldıracaklar. Zira, İran'a yapılan malum saldırı da saldırılmayacak denildiğinde oldu.
Şaşacaksınız ama söyleyeyim:
ABD Ankara Büyükelçisi (bölgenin postmodern sömürge valisi) Tom Barrack, geçen gün "Türkiye ve İsrail birbiriyle savaşmayacak..." dedi ya, İsrail ile savaş ihtimalini ilk kez bu kadar yakın gördüm!
***
Fiyatı zengin siyaseti de fakir belirliyor
İBRAHİM KAHVECİ-KARAR
Ülkemizde iki temel sorunumuz var. Yani realiteye uymayan iki nokta.
1-) Zengin aşırı zenginleşti ve toplumun genelinden koptu. Ülkede oluşan fiyat düzeyi bu nedenle reel değil. Pahalı restoranlar dolu, pahalı alışveriş merkezleri dolu, pahalı arabalar dolu, pahalı rezidanslar dolu… Ve bu aşırı fiyatları ödeyecek bir zengin kesimimiz oluştu. (…)
Artık Merkez faiz indirse de piyasa indirmiyor. Yani riskler arttıkça artıyor.
İşin bir de fatura kısmı var tabii. Enflasyona ve pahalılığa neden olan şımarık zengin kesime adeta hiç dokunulmadı. Varsa yoksa dar gelirli kemer sıksın deniliyor. Oysa pahalılığın nedeni bu dar gelirli değil ki…
Dün açıklanan enflasyon verileri bir kez daha gösterdi ki durum ciddi. Dolar bazında bu derece artış göstermiş fiyatlara rağmen kur artışının oldukça üzerinde bir fiyat artışı devam ediyor. Sadece bu veri bile yeterli.
Acaba şimdi ne olacak? diye soranlara cevabım belli. Ülkemiz dengesizlik üzerinde denge arıyor.
Bunun olmayacağı belli.
***
Kur Korumalı Mevduat (KKM) devam etmeli
MEHMET ALİ VERÇİN-KARAR
İstanbuldaki ekonomi zirvesinde konuşan Mehmet Şimşek: “Zirvedeki bakiyesi 144 milyar dolar olan Kur Korumalı Mevduat uygulamasına (KKM) son vermekle Türkiye, ‘koşullu bir yükümlülükten’ yani ‘riskten’ kurtulmuş olacak” dedi. (…)
Bu tamamen yanlış bir argüman çünkü dövizler TCMB’nin mülkiyetine geçtiği için kurlar ne kadar artarsa artsın TCMB’nin elindeki dövizlerin değeri de o kadar artar ve asla zarar etmez.
İkincisi, eğer TCMB dövizleri geri satmak durumunda kalırsa; bu geri satış işleminden, bankaların ödediği faiz oranları kadar da nominal kâr elde eder.
Sayın Şimşek’in koşullu yükümlülük iması, üzerinde düşünülmemiş ve çalışılmamış önyargılı bir çıkarım gibi duruyor. (…)
Soru: Acaba DKKM devam etseydi 19 Mart sürecinde yaşanan dövize hucum yine gerçekleşir miydi?
Cevaplar:
a) Dövize hucum gerçekleşmezdi çünkü mevduat hesaplarının getirisi TL fakat ana parası dövize endeksliydi.
b) Gerçekleşmezdi çünkü paralarını çekerlerse faiz ve kâr payı gelirlerinden mahrum kalırlardı.
c) Çekmezlerdi çünkü o dönemde alım ve satım arasındaki marjlar çok açılmıştı ve anapara zararları oluşabilirdi.
Krizlere dayanıklılık bakımında DKKM’nin “eşi benzeri olmayan bir çıpa” olduğu çok açıktır.
Bir çıpa görevi gördüğü için de enflasyon %5’lerin altına düşünceye kadar DDKM’nin yürürlükte olması daha doğru olurdu. (…)
TCMB’nin DKKM’den (Döviz kaynaklı Kur Korumalı Mevduat) zarar etmediğin bilakis kâr elde ettiğini artık biliyoruz.
KKM’ın bir finansal ürün olarak Türkiye ekonomisine zarar vermediğini hatta Türkiye’yi çok ağır bir krizden kurtardığını da biliyoruz.
Bilgi ve analizlerin zorunlu sonucu olarak KKM’ın devam etmesi gerektiğini alenen savunuyorum.