Engelli haklarında ‘örgütsüzlüğün zayıflığı’
Tarih boyunca, engelli bireylerin karşılaştıkları en büyük tehlike, hep “toplum” olmuştur. Hipokrat, Platon, Aristo ve Europides’in yazdıklarından, Antik Yunanlıların engelli bireylerden nefret ettiklerini, onlara acımasız davrandıklarını anlıyoruz. Yunanlılardan sonra Roma, engellilerini ölüme terk etti. Doğu ise, engellilerini ezdirmedi.
Örneğin, görme engellilerini koruduğundan Eski Mısır, Avrupa’da “Körler Diyarı” olarak anıldı. Eski Asya Uygarlıklarında, görme engelliler; kâhinlik, hikâye anlatıcılığı, müzisyenlik ve bilim insanı olarak toplumda saygın yerler edindiler.
Tevrat’ın “muhtaçlara yardım et” emrine rağmen, “yeti yitimi”nin Tanrı’nın gazabı olarak yorumlanması, Eski dönem Musevilerinin engellileri dışlamalarına yol açtı. İlk Hristiyan Kiliseleri ise, vaaz dinleme ile inanç arasında bağ oluşturduklarından; işitme engellileri imansız saydılar; hatta, Tanrı’nın cezalandırdığı kişi muamelesi yaptılar.
Avrupa’da, 17. yüzyıla kadar, fiziksel engellilerin, hayatta kalmak için, dilencilik, fahişelik ve soytarılık yapmaktan başka şansları yoktu. Zihinsel ve ruhsal engellilerin hayatta kalmaları ise mucizelere bağlı idi; çünkü, cadılık ve büyücülük suçlamalarıyla yargılanıp idam ediliyorlardı.
Sanayi Devrimi’ne yaklaşırken, Avrupalı zihinsel ve ruhsal engelliler, Engizisyon’dan kurtulmayı başarmışlarsa da bu defa “tecrit” için “tımarhane”lere kapatıldılar.
Engelli bireylerin gözetim ve bakım sorumluluğu konusunda, Batı’nın yanında Doğu, çok başarılıydı. Örneğin, Darüşşifalar, zihinsel ve ruhsal engellilerin, ilaç, müzik ve hamam ile iyileştirilmeye çalışıldığı tedavi merkezleriydi. İslam’a göre, “zihinsel ve ruhsal engellilik hâli şeytanın değil, Tanrı’nın işiydi”; bu nedenle, idamı veya tecridi değil, tedaviyi hak ediyordu.
Engellilerin bakımlarının yapıldığı Darülaceze; eğitimlerinin verildiği imarethaneler; sosyal korumalarının sağlandığı vakıflar; sağlık hizmetlerinin verildiği bimarhaneler ile Anadolu, engellilere yönelik başarılı bir sınav verdi. Osmanlı döneminde, Enderun’da eğitim görüp devlet kademelerinde istihdam edilen engelli sayısı hiç de az değildi.
BATI’NIN 1980’E KADAR ISRARLA DIŞLADIĞI ENGELLİLER
Sanayi Devrimi, Batı’nın engellileri dışlama tutumunu kalıcılaştırdı. Sermayenin “yük” saydığı engelliler, kendilerini “ekonomik ve sosyal alanlardan dışlanma” cenderesinden kurtaramadılar. Teknolojik sıçramasını yapan Batı, engelliler ile sanayi toplumu arasına, eskisinden daha sağlam bir duvar örmüştü.
Engelliler hem sanayi üretiminden hem de hızlanan toplum yaşamından uzaklaştırılırlarken Batı, 18. ve 19. yüzyıllarda varsıl ailelere mensup engellilerin bakım, tıbbi tedavi ve eğitimlerine odaklanabildi. Batı’da ilk işitme engelli okulu 1755’te, ilk görme engelli okulu 1785’te açılırken; 1829’da görme engelliler için altı nokta sistemi geliştirildi.
Fakat, Batı’daki bu yavaş kurumsal ilerleme, “üstünlerin egemenliğini; zayıfların dışlanmasını” öngören “Sosyal Darwinizm”in ortaya çıktığı 19. yüzyılın sonlarında tamamıyla çöktü. Çünkü, Batı sermayesi, engellileri faşizme kurban etmişti.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra “Sosyal Darwinizm”den fayda bulamayacağını anlayan Batı sermayesinin, savaş gazilerine yönelik kabul etmek zorunda kaldığı toplumsal haklar, günümüz evrensel engelli hakları konseptinin çekirdeğini oluşturdu.
Dünya savaşlarından “yeti kayıpları” ile çıkan on milyonlarca asker ve sivilin iyileştirilmesi borcunu ödemek zorunda kalan emperyalist devletler, engelli bireyler için “tıbbî model” olarak bilinen temel hakları uygulamaya başladılar.
Aslında, Batı’da 1980’lere kadar sürdürülen “tıbbî model” adlı temel engelli hakları uygulamasında, asgari düzeyli tedavi, bakım ve geçim yardımları ile yetinilmiş; engellilerin toplumsal rollerini güçlendirecek çözümler aranmamıştı.
“Tıbbî model”i bir benzetmeyle açıklamak gerekirse; yoğun trafikte yolun karşısına geçmek isteyen bir engellinin karşıya geçip geçememe sorumluluğu, yine engellinin kendisinde idi. Yani, “tıbbî model”in dayattığı kurala göre; kurumlarca tedavi edilmesi denendiği hâlde, engelli bireyin tedavisi mümkün değilse ve yeti sınırlılığı kalıcıysa, engelli, toplum dışılığı kabullenmek zorundaydı.
Dahası, “tıbbî model”in uygulandığı Batı’da hekimlerin verdiği “engellilik” kararları, birer damga işlevi gördü ve engelli ile toplum arasındaki mesafenin artmasına yol açtı.
ÖRGÜTLENMENİN GÜCÜNÜ KEŞFEDEN BATILI ENGELLİLER
1972’de, ortopedik engelli bir aktivist olan Paul Hunt, engelli İngilizleri hak mücadelesine davet eden mektubunu The Guardian gazetesinde yayınlatmayı başardı. Sonrasında, tüm İngiltere’yi saran engelli hareketi, diğer Batı ülkelerine de sıçradı.
Artık, oy gücünü örgütlü olarak kullanmaya karar veren Batılı engelliler, “bakım ve tedavi gerektiren yeti yitimi” ile “engellilik” kavramlarının farklı olduğunu; “kurumların yaygın olarak sürdürdükleri hayırseverlik anlayışı”nın yetileri kısıtlı olan bireylerin engellerini ortadan kaldırmadığını savundular.
Üretken toplumdan uzak tutulan engellilerin asgari düzeyde “bakım ve tedavi”lerini üstlenmekle ve sus payı maaş bağlamakla yetinmek isteyen Batılı hükûmetler, bu örgütlü ve geniş çaplı engelli hareketleri karşısında, “engellerin ortadan kaldırılması” sorumluluğunu –birer birer- devralmak zorunda kaldılar.
“Yeti yitimi veya sınırlılığı” sorunlarıyla boğuşan %10-20’lik toplumsal azınlığın akılcı şekilde örgütlenmesi, Batı dünyasında başarılı sonuçlar vermiş ve 21. yüzyılın arifesinde, “sosyal model” adında yeni bir engelli hakları konseptinin doğumunu sağlamıştı.
Böylece Batı’da, yaşam şartlarını sağlıklı bireylere göre değil, engelli bireylere uygun şekilde biçimlendiren kademeli değişimler yaşandı. Batı’nın “katliamdan zulme”, “zulümden dışlanmışlığa”, “dışlanmışlıktan hayırsever bakım/tedaviye” evrilen binlerce yıllık süreci, 2000’li yıllarda “toplumla sınırsız buluşma” aşamasına dönüşmüş oldu.
“Sosyal model” olarak bilinen yeni engelli hakları modelini, yine benzetim yoluyla açıklamak gerekirse; yoğun trafikte yolun karşısına geçmek isteyen engellinin karşıya geçip geçememesinin sorumlusu, artık engellinin kendisi değil, bizzat kamu kurumlarıdır.
2000’li yıllarda Batı, makul ve kademeli bir geçişle, tüm yaşam alanlarını ve ekonomik hayatı engellilere hazırlamış; “yetileri sınırlı” %10-20’lik azınlığı, “yetileri sınırsız” %80-90’lık çoğunluk ile kaynaştırmıştı. Bu nedenle, engelli hakları konusunda tarihi utançla dolu olan Batı’da, son 30-40 yılda haklı bir gurur yaşanıyordu.
TÜRKİYE’DE ENGELLİLER DAHA GÜÇLÜ ÖRGÜTLENMELİ
Gelelim, Türkiye’ye… “Engelli Sağlık Kurulu Raporları”na endekslenmiş asgari bakım, asgari eğitim ve asgari istihdam olanaklarına sıkıştırılan engellilerimiz, “hayırsever devlet veya hayırsever belediye” temalı bir tiyatronun birer nesnesi durumundadırlar.
Daha açık ifade etmek gerekirse; engellileri tespit edici ve eleyici bir roldeki “tıbbî model” Türkiye’de kalıcılaştırıldı ve 2005’ten itibaren “sosyal model”e geçilmediği hâlde “sosyal model” uygulanıyormuş havası yaratıldı. 2005’te yürürlüğe giren yasanın hükûmet ve belediye uygulamaları, aradan geçen bunca zamana rağmen, sembolik düzeyin üzerine çıkamadı.
Özetle; “sosyal model”i öngören bir yasamız var; ama bu yasayı uygulayanı değil, uyguluyor gibi yapanları var. Yani, Türkiye’de; engellileri, özgür ve gerçek yaşam ile kaynaştıracak “sosyal model”in tabelası var, ama tabelanın arkası boş…
Türkiye’de %10-20 civarında oy gücü bulunan engellilerimizin “sosyal model”sizlik sarmalından bir türlü kurtulamaması, Batı’da yarım yüzyıl önce başlamış ve sonuca ulaşmış olan akılcı örgütlenme modeline geçilememiş olmasındandır.
Kanımca, birbirinden habersiz milyonlarca örgütsüz engellimiz ile engellilerin yararına kurulmuş olan binlerce vakıf ve binlerce dernek, kurumsal otoriteler tarafından ustalıkla oyalanmakta; duygu sömürüsü ile “sosyal model” haklarını aramaktan uzaklaştırılmaktadırlar.
Tabii ki, boşa geçen bunca zamandan sonra, “tıbbî model”den “sosyal model”e –yumuşak geçişli- evrim süreci treni, artık yakalanamayacak şekilde kaçmış; elde avuçta bir tek devrim seçeneği kalmıştır.
Sonuca gelirsek, “yeti yitimi”yle boğuşan bireyleri, bir de toplumsal engeller ile boğuşturmak yerine; onların eğitime ve istihdama katılarak toplumsal fayda ve “katma değer” sağlayabileceklerini kabullenmek gerekir. Engellilerimiz, toplumda güçlü ve seçkin yer edinmeyi, nitelikli eğitim almayı ve iş-güç sahibi olmayı; “en az” engeli olmayanlar kadar hak ediyorlar…
Yani, engelli bireylerimiz için makul hedef; toplumda engeli olmayanların istatiksel edinimlerine “ucundan sahip olmak değil; daha fazlasına sahip olmak”tır… Gelin, bunu birlikte, ama örgütlenerek başaralım…