Kahramanlar, mitler ve ahlak: Bir milletin gururunu kim hak eder?
Her milletin tarihinde olduğu gibi bizim de tarihimizde gerçek kahramanlar mevcuttur. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Plevne fatihi Osman Paşa, Mekke müdafiği Fahrettin Paşa ve daha nice büyük şahsiyetleri Türk milleti boşuna bağrına basmamıştır. Bir de bazı milletlerin tarihinde kahraman olarak anlatılan şişirilmiş kötü karakterler mevcuttur.
Mesela, T.E. Lawrence, yani “Arabistanlı Lawrence”, David Lean’in 1962 yapımı epik filmiyle beyaz perdeye taşındığında, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arap kabilelerini birleştiren cesur bir İngiliz subayı olarak ölümsüzleştirildi. Uçsuz bucaksız çöl manzaraları ve dramatik kahramanlıkla Lawrence, sadece tarihsel bir figür değil, Batı'da kültürel bir ikon haline geldi.
Ancak Lawrence’ın sinematik mirasının gölgesinde, İtalyan sömürgeciliğine karşı gerilla direnişi yürüten Libya’nın “Çöl Aslanı” Ömer Muhtar veya 1969’da ırkçı baskılara karşı tavrından dolayı işkence altında hayatını kaybeden Güney Afrikalı apartheid karşıtı şehit Abdullah Haron gibi isimler yer alıyor. Bu kişilerin hikâyeleri, cesaretleri ya da ahlaki netlikleri eksik olduğundan değil, tarih çoğu zaman ilkeyi değil gücü yücelttiği için uluslararası düzeyde daha az bilinir. Tarih ise genelde mazlumların geçmişini değil zafer kazananları yazar.
BİR SÖMÜRGE KAHRAMANI MI YOKSA BİR FİTNE FİGÜRÜ MÜ?
T.E. Lawrence, Büyük Britanya’da bir taktisyen, dil bilimci ve Doğu ile Batı arasında bir köprü olarak yüceltilir. Ancak onun Arap İsyanı’ndaki rolü, aynı zamanda Britanya'nın emperyal emelleriyle örtüşüyordu. Osmanlı Arap topraklarını gizlice Britanya ve Fransa arasında paylaşan Sykes-Picot Anlaşması, Lawrence’ın birleştirmeye çalıştığı Araplara yönelik büyük bir ihanetti. Bu durumda Lawrence bir kurtarıcı mıydı, yoksa romantize edilmiş bir imparatorluk aracı mı?
Ortadoğu’da pek çok kişi için Lawrence, kişisel çelişkileri veya karizması ne olursa olsun, yerine getirilmeyen vaatlerin ve emperyal manipülasyonun bir sembolü olarak kalmaktadır. Bugün Irak’tan Suriye’ye hatta Filistin’de devam eden yüzyıllık çatışmaların altında onun parmağı vardır demek mübalağa olmayacaktır.
Bunun aksine, Ömer Muhtar’ın İtalyan işgaline karşı direnişi, jeopolitik oyunlara değil, halkını ve inancını koruma yönündeki ahlaki bir zorunluluğa dayanıyordu. Lawrence’ın aksine Muhtar bir imparatorluğa hizmet etmedi, ona karşı geldi. 73 yaşında yakalanıp faşist güçlerce idam edilen Muhtar, fetih değil, ulusal onurun bir sembolü oldu.
Benzer şekilde, Abdullah Haron da ruhani liderliğini apartheid’a karşı barışçıl direniş, toplumsal destek ve cesur vaazlarla kullanarak mücadele etti. Güney Afrika hükümeti onu bir tehdit olarak gördü; toplumu ise onu bir kahraman şehit olarak hatırlıyor. Fakat Lawrence gibi hakkında henüz bir Hollywood filmi de yok.
BİR MİLLET GERÇEKTEN NEYLE GURUR DUYMALI?
Soru, T.E. Lawrence’ın cesur olup olmadığı değil, baskıya hizmet eden cesaretin mi, yoksa adalete hizmet eden cesaretin mi yüceltilmesi gerektiğidir. Ulusal gurur, fetih, aldatma veya sömürgeci üstünlük üzerine kurulursa, şu soruyla yüzleşmemiz gerekir: Biz empatiyi değil imparatorluğu mu yüceltiyoruz?
Gerçek gurur, egemenlikten değil, adaletsizliğe karşı savaşanlardan; özgürlük, onur ve hakikat uğruna hayatını feda edenlerden doğmalıdır. Aksi halde Steve Biko, Tatamkhulu Afrika veya Desmond Tutu gibi isimleri tarihte nereye yerleştireceğiz? Şahsi ihtişam için değil, insanlık onuru için dimdik duran Muhtar ve Haron gibi kahramanlar da, çoğu zaman sadece imparatorluk ajanlarına ayrılan küresel tanınırlığı hak ediyor.
Kime “kahraman” dediğimizi düşünürken şu soruyu sormalıyız: Büyüklük, ne başardığınızla mı, yoksa kimi savunduğunuzla mı ölçülür? Ahlaki netliğe susamış bir dünyada belki de artık gözümüzü imparatorlukların çöl efsanelerinden çevirip, mazlumların sessiz ama cesur direnişine yöneltmenin zamanı gelmemiş midir?