Madalyanın iki yüzü
Sporcular arada bir madalyalarını çıkarır ve uzun uzun ona bakarlar. Birçok gelişmiş spor ülkesinde, özellikle Olimpiyat madalyaları; ilgili müzelerde sergilenir. Madalyanın alınışının yıl dönümünde bu madalyalar gündeme gelir.
Yazarların da madalyaları vardır. Derneklerin, komitelerin ya da federasyonların verdiği kutlama yazıları değildir, bu madalyalar. Çeşit çeşit derneklerden övgü dolu mektuplar, sertifikalar, plaketler alan spor yazarı arkadaşlarımız kızmasınlar. Birgün birini översiniz; kutlama yazınızı alırsınız; diğer gün diğerini eleştirirsiniz ödülünüzü katmerlersiniz. Bu yüzden; ben kolay kolay bu ödülleri alamam. Bir gün övdüğümü diğer gün eleştiririm. Takip etmemiz gereken sadece gerçektir, ödül değil.
Ama, benim de bir madalyam var. En değerli altından daha değerli. En cafcaflı dernek, komite, federasyon mektuplarından daha dolu. Sonsuza kadar saklayacağım ve gurur duyacağım bir madalya. Ne yazık ki; alışımın yıldönümünde bakamıyorum o madalyaya, hep bir hafta öncesinde bakıyorum, gözlerim dolarak, gururla ve özlemle; bazen çaresiz hissetsem de kendimi, asla umudu kaybetmeden!
9 Ekim 2018’de aldım o madalyayı. İki satır bir yazı; ama dolu dolu bir yazı. Madalyayı kimden aldığınız önemli. O iki satır yazı; omuzlarıma daha büyük sorumluluk yüklüyor, o iki satır yazı doğruya daha sıkı bağlanmamı sağlıyor. O iki satır, hem ödül hem ders oluyor.
9 Ekim 2018’de posta kutuma gelen elektronik ileti; madalyam, şöyleydi:
“Sayın Cem Zeren;
Sporun ruhunu yansıtan müthiş yazılarınız için sizi yürekten kutlarım. “Benim için ağlama Türkiye” yazınız tam bir spor ve edebiyat klasiğidir. Sporun ne demek olduğunu, arka planını, sorunlarını o kadar güzel anlatıyorsunuz ki niçin yerimizde saydığımızı bizler de çarpıcı bir şekilde öğreniyoruz.
Spor yazılarında bir devrim yaptınız. Heyecanla bir sonraki yazınızı bekliyorum.
Sevgi, saygı ve dostlukla”
Her satır değerli, ama altındaki imza daha değerli. Hepimiz bir yerlere gelebiliriz; bazen şansla, bazen parayla, bazen medyanın anlık parlatmalarıyla. Ama emeğiyle, zekasıyla, fedakarlığıyla, çalışkanlığıyla, disipliniyle, özgüveniyle, cesaretiyle, devrimciliğiyle; hepsiyle beraber bir yerlerde olmak; en zorudur. Bunu başaran çok az kişi vardır. Ben de bu madalyayı böyle bir devrimciden aldım.
UMUDA KURŞUN İŞLEMEZ
30 Eylül 2019’da; bu madalyayı almamın üzerinden 1 yıl bile geçmeden kaybettik onu; devrimci komutan Soner Polat’ı. Keşke daha da değer kazanmasaydı madalyam; kalsaydı bir köşede. Keşke, omuz omuza meydan okusaydın emperyalizme, cehalete, işbirlikçiliğe…
Vatan Partisi’nin 10. Kongresi’ndeki muhteşem konuşmasında anlattı görevimizi, bir Nazım Hikmet şiiriyle. Ölüm mü? Ölüm mü, durduracak bizi, Komutanım?
“Düşmezse düşmesin, Yakamızdan ölüm. Bizim üstümüze, Güneş doğacak gülüm. Gülüşüne bir kurşun sıksa da ölüm, Unutma ki, umuda kurşun işlemez, gülüm...”
Sonsuza yürüyen Devrimci Komutan Soner Polat’ı saygıyla anıyorum. Bana verdiği madalyayı hayatım boyunca hakketmeye çalışacağım. Kokmadan; güneş emperyalizme direnen tüm halkları aydınlatacak, ısıtacak! Umuda kurşun işlemez, Hırsız Yankee!
DERSİN EN ZARİFİ
Her zaman övgüyle madalya alacak değilim ya; bazen de eleştirilerek alırım madalyayı. Ama zarafetle yapılır o eleştiri. Ders gibidir, dersi anlarım; bir daha da unutmam. Ama hep Nazım vardır, içinde!
13 Kasım 2018’de “Spor’un Türkçesi” isimli yazımda; ülkemize gelen yabancı spor adamlarının yıllarca tek kelime Türkçe öğrenmeden kalabildiğini; ama yurtdışında çalışan antrenörlerimizin ve sporcularımızın; gittikleri andan itibaren gittikleri ülkenin dilini öğrenmek zorunda kaldıklarını anlatmıştım. İngilizce bilmeniz; ne Fransa’da ne İspanya’da ne Rusya’da yeterli olmuyordu. Yazımı “Emperyalizm sahada da salonda da ve elbette camide de dilimize sahip çıkarsak yenilir!” sözüyle bitirmiştim.
Tam bir hafta sonra; yazılarımın yayınlandığı Salı günü; Genel Başkanımız Doğu Perinçek köşesinde “Ezanın dili konusunda Nâzım Hikmet ne diyor” ismiyle yazısını yazdı. Yazıma bir gönderme yoktu; ama bilincimde bir fener yakıyordu, yazı.
Bu da başka bir madalya. Ben ezanın dilini bağımsızlık konusu yaparken; tüm kitaplarını okuduğum ve yazılarımda sık sık yer verdiğim Nazım Hikmet; 1954’te Budapeşte Radyosu’ndaki konuşmasında ezanın dilinde bağımsızlığı anlatıyordu. Genel Başkanımız da bir ders olarak bana yön gösteriyordu, Rota’sında.
“Arapça ezan okutmaya taraftardır. Bu adam mürteci midir, değil midir? Bu, bugünün meselesi değildir. Bugünün meselesi; Kim Türkiye’yi Amerikalılara satmış ve satmakta devam etmektedir? Kim Türkiye’nin milli sanayisini mahvetmiş ve mahvetmekte devam etmektedir? Kim Türkiye köylüsünü ve işçisini müstemleke (sömürge) haline getirmiş ve getirmekte devam etmektedir? İşte bunlar mürtecidir. Kim bizim eve hırsızı sokmuşsa ve kim bizim evde bizi bu hırsıza hizmetçi yapmışsa mürteci olan odur. Kemalizm’in prensiplerine düşman olan odur, vatan haini olan odur. Bunlar Kemalizm’i inkâr etmişlerdir, bunlar vatan hainidir. Bunların haricinde kalan insanlar, dini kanaatleri ne olursa olsun, vicdani kanaatleri ne olursa olsun, hangi siyasî partiye mensup olurlarsa olsunlar, vatanını seven insanlardır. Ve bugünün şartları içinde ileri Türk insanlarıdır.”
O günden beri her ezan sesinde; bu ülkenin insanın bağımsızlık heyecanını hissederim, ibadetini hangi dilde yaparsa yapsın. Bu coğrafyanın halklarının antiemperyalist mücadelesini hissederim; ister Türkçe ister Arapça ister Farsça ister Kürtçe konuşsun.