Yandex
17 Kasım 2025 Pazartesi
İstanbul 11°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yazının arayışı ya da arayışın yazısı

Cemil Gözel

Cemil Gözel

Site Yazarı

A+ A-

İnsan niçin yazar? Aristoteles’ten bu yana hep sorulan, basit ama derin bir sorudur bu.

YAZIDAKİ ARZU

Aristoteles için yazı, insanın “logos” sahibi bir varlık oluşunun doğal sonucuydu; insan kendini ifade etmeye ve anlamaya yazıyla yönelirdi. Montaigne, denemelerinde yazmayı “kendini deneme” olarak gördü; yazı, varoluşu sorgulamanın bir aracıydı. Heidegger’de yazı, varlığın dile çağrılmasıydı; yazmak, dünyayı anlamlandırma ve onunla bir bağ kurma çabasıydı. Roland Barthes ise yazıyı, bireyin sesini aşan, dilin kendi oyununa katılma alanı olarak yorumladı.

TİKELDEN TÜMELE

İnsan yazarken yalnızca kendini anlatmaz; varlığıyla, dille, toplumla ve zamanla kurduğu ilişkiyi de sınar. Ama sadece kendisi için yazdığını söyleyen insanlar tanıdım. Oysa yazmak, tikel bir eylem olmamalı. Aklıma yatmıyor benim bu. Aksine, tikelden tümele sıçrama mesafesini daha hızlı kapatıyor yazma eylemi. Yazarken tikel olanın sınırları çözülüyor; satırlar, bir başkasının benliğine köprü oluyor. Yazı, aşıyor insanın yalnızlığını ve başkalarıyla ortak bir evren kuruyor. Bu yüzden her zaman bir başkasına seslenmiyor mu, ister istemez bir okur aramıyor mu?
Goethe, her sağlıklı çaba iç dünyadan dış dünyaya yöneliktir demişti. Yazmak, iç dünyanın dış dünyaya doğru bir taşkınlığı mı? Benliğin, önüne geçilemez bir aşkınlığı mı? Ama dış dünya da taşmaz mı bazen içe? Susan Sontag’ın dediği gibi, yazmak düşünmenin bir biçimiyse, yazarken düşüncelerimiz şekillenir ve dönüştürülürse ve düşünce maddi varlığımızın bir tezahürüyse, yazmak, dıştan içe bir köprü kurmaz mı düşünceyle?

GÖZE ALMAK KENDİNİ

Nermi Uygur’da rahatını kaçırmaktı yazmak. Yazar, bindiği dalı kesmeli, onu yere serebilecek atı dürtüklemeliydi. Hiç tanımadığı sorun kentinin çıkmaz sokaklarına dalabilmeliydi. Herkesin şakıdığı yerde kekelemeli, zehirli olup olmadığına bakmadan pek çok yiyeceği tadabilmeliydi. Öyleyse yazmak, göze almak mı birçok şeyi? Belki de en çok kendini…
Kafka, yazmanın insan için bir tür varoluşsal zorunluluk olduğunu düşünürdü: Yazmazsam ölüyorum dediği bilinir. Yazmak yaşamla bağ kurmanın tek yoluydu onun için; kendi varoluşunun dayanağıydı. O hâlde yazmak bir tür mücadelesi mi hayatta kalmanın? Camus, yazmayı saçma ile mücadelenin bir yolu olarak gördü hep. Yazmak yaşamın anlamsızlığına karşı bir anlam yaratmaydı. Bir meydan okumaydı, bir varoluş çabasıydı. Öyleyse yazmak yüksek bir ifadesi mi varlığın?

BELLEĞİN İZİ

Flaubert’e göre katlanılmaz bir cehennem azabıydı yazmak. Benzer bir ifadeyi, İlhan Berk de kullanmıştı: Yazmak cehennemdi ona göre. Cehennemi yaşamak uğruna, niye yazar insan? Ne geçer eline; değer mi? Yine de Balzac’ın demesiyle umut, arzu eden bir bellekse, yazmak belleği eyleme dönüştürme biçimden başka ne? Borges’in de belleğe yoğunlaşması, yazmayı belleğin yaratıcılıkla buluşması olarak görmesindendi.
Sorularla doldu bu yazı. Cevabın etrafında dolaşıyorumdurmadan. Bir cevabım olmadığından değil. Ama cevaplarla sorular kadar ilgilenmedim hiçbir zaman. Roland Barthes’in şöyle dediğini okumuştum bir yerde. Diyesiydi ki Balzac, dünyanın tanrıbilimsel bir açıklamasından yola çıkmış ama sonuçta onu sorguya çekmekten başka bir şey yapmamıştı. Heyecan verici bir saptama. Çünkü kimi zaman en derin açıklama, en zorlu sorunun içinde saklıdır.

KALAN SORULAR

Dünya sürekli değişiyor, aynı nehirde yıkanamıyoruz iki kez. Ya da Nâzım’ın dediğince, kiraz ağacının yaprağını aynı rüzgâr iki kez okşamıyor. Açıkladığın şey, açıkladığın zaman başlıyor eskimeye. İstediğin kadar açıklama getir ele aldığın konuya, sonuçta, kalan sorulardır.
Çoğu, soruların değil cevapların daha önemli olduğunu söyleyecektir; sonuçta soru, bir cevabı varsa işlevseldir; soru, cevabın öncülüdür ama onu tamamlayan, tanımlayan cevabın kendisidir. Bir şey diyecek değilim bunlara. Proust, “Yitik Zamanın İzinde”sinde anlatıcıya, kapıcının yanlış söylediği bir sözcüğü düzelttirecek; kapıcı, ben bunu böyle söylerim yollu bir cevap verecektir.
Ben bunu böyle söylerim. Çünkü bende soruyu önceleyen de cevabı önceleyen de hep aynı imgede birleşiyor.
Peki o imge ne?

ARAYIŞ

Sartre özgürlük diyor, bir özgürleşme eylemidir yazmak. İnsanın dünyayı değiştirme çabasıdır. Dünyayı değiştirme arzusu taşımaz mı zaten her yazar? Woolf yazmayı, zihinsel özgürlüğe açılan bir kapı olarak kodlarken bu arzuya derinlik katmaz mı?
Yazmak, bir arayış bana göre. Kendimi aradım yıllar yılı kitaplarda, sokaklarda, insanlarda çoğunlukla; yaşadığım ne varsa ne kadarsa ne zamansa, arayışımla sıkı sıkıya bağlıydı. Aradığımı yaşadım, yaşadıkça aradım. Bulduğum, bulabildiğim, olsa olsa, birkaç damla. Ama benim damlam, benim nehirlerimden, benden damlayan…
Yaşamın, her gün, saati saatine, sarsılmadan süren, kesintisiz akışı, şaka kaldırmayan acımasız disiplini… içinde yazmak, bir yarık açmak zamanda; Oktay Akbal’ın dediği gibi, “yazmak yaşamak”sa…