25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Marks ve Asyalılaşan Marksizm

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

Modern çağın en büyük düşünürü, Bilimsel Sosyalizmin kurucusu Marks'ı 200. doğum yılında anmanın kanımca en anlamlı biçimi, günümüzün dünya gerçekliğinde yapılacak açılım ve yorumlarla onun bilimsel ve devrimci ruhunu yaşatmaktır. İçeriği boşalmış, biçimsel devrimci söz kalıplarına dönüşmüş bilgi yığını olarak korumak değil.

Türkiye sosyalizminde yaşanmakta olan krizin, dün olduğu gibi bugün de en önemli nedenlerinden biri, Avrupa merkezli devrim modellerinden ve düşünce kalıplarından kurtulamamış olmaktır. Devrim ve sosyalizm dahil her türlü yenilikçi düşüncenin ve çözüm arayışlarının malzemesini Batı’da arama ve oradan aşırma alışkanlığı sadece liberal burjuva aydınlara özgü değildir. Kendini sosyalist olarak tanımlayan geniş bir “sol” çevre de benzer bir çürütücü hastalığın içinde.

Neoliberalizmin ve son 40 yılda Avrupa’da moda olan, Marksizmin devrimci özünü reddeden ya da kavramayan neosol akımların etkisi altındaki sosyalist solda bu, genlere kadar işlemiş bir düşünce ve davranış biçimidir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Lenin ve Stalin’in geliştirdiği, Asyai özelliklere vurgu yapan Sovyet Devrimi modelinin gözden düştüğü son otuz yıldır, bir bilinç sakatlanması, bilimsellikten kopuş ve çağdaş görünümlü bir hurafe yaşanmaktadır.

Aynı sakatlanmış bilincin diğer yüzünü ise; büyük Asya’nın tarihi ve coğrafi derinliklerinden beslenen kendi ulusal tarihimizden, kültürümüzden kopmuşluk oluşturuyor. Son zamanlarda, Emperyalizm güdümlü bir yabancılaşmanın yer yer farkına varılmaya başlansa da, tarihle, Asyai köklerle oluşan uçurum çok büyüktür.

Oysa, Bilimsel Sosyalizmin 20. yüzyıldaki pratiğine, onun kılavuzluğunda gerçekleşen devrimlere baktığımızda çok önemli değişiklikler yaşandığını görürüz. Marksizm, çoktan çoraklaşan, üretken dinamizmini, ilerici niteliklerini yitiren Avrupa’yı terk etmiş, Asyalılaşmıştır. Çünkü en az yüz yıldır devrimci teoriyi besleyen toplumsal pratikler Asya merkezlidir. Kapitalist Batı uygarlığı çürümüştür ve sona yaklaşmaktadır, dağılma noktasındadır.

19. yüzyıl sosyalizminin öngördüğü toplumsal bir devrim o coğrafyada gündemden çoktan çıktı. Batı’da tarihsel olarak bütün sınıfları içine çeken bir çürüme ve çöküş yaşanıyor. 20. yüzyılın bütün devrimleri Asya, Afrika ve Latin Amerika’da gerçekleşti. Artık Marksizm, 20. yüzyılda ve bugün, Ezilen Dünya halklarının pratiğiyle ve devrimlerle beslenmekte, yenilenmekte ve bilimsel özelliğini böyle korumayı sürdürmektedir.

İNSANLIK TARİHİ HEP “DOĞU’DAN BATI’YA” DOĞRU MU GİDİYOR?

Hegel’in şu sözü Batı merkezli tarihin felsefi açıklamasını oluşturuyordu: “Dünya tarihi Doğu’dan Batı’ya gider, çünkü Avrupa saltık olarak dünya tarihinin sonu, Asya başlangıcıdır.”(1) Bunun doğru olmadığı, Avrupa merkezci bir tekyanlılık kusurunu taşıdığı bugün yaşanan bir çok olguyla kanıtlandı. İnsanlığın evrensel düşüncesine felsefi planda büyük katkılar yapan Hegel de sonuçta dünyaya Avrupa’dan bakıyordu ve o günkü bilgi birikiminin sınırlılığını aşamazdı.

İnsanlığın geleceğini belirleyen bütün dinamiklerin Doğu’ya kaydığı daha 20. yüzyılın başında ortaya çıkmıştı. 21. yüzyılın başında ise, kapitalist sistemin 2008 kriziyle birlikte bunu Batı’nın burjuva liberal ideologları da artık kabul etti. Dünya tarihi Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya gidiş-gelişler yaşamıştır. En eski uygarlık merkezlerini Altın Hilal (Mezopotamya-Anadolu-Mısır), Hindistan ve Çin olarak alırsak önce Doğu’dan başlıyor, Yunan ve Roma ile Batı’ya geçiyor, 6. Yüzyılda oradan İslam uygarlığı ile yine Doğu’ya, 1492’de Amerika’nın keşfinin dönemeç olduğu 16. yüzyılda başlayan Avrupa aydınlanması ve burjuva demokratik devrimlerle tekrar Batıya geçiyor.

Marks, Hegel’in tarih felsefesini, onun tepesi üstü, idealist duruşunu ters çevirip tarihsel materyalist bir temele oturtarak benimsedi. Hegel’in, insanlığın tarihini Batı aydınlanması ve burjuva demokratik devrimiyle sonlandıran teorisine, Marks ve Engels’in itirazının esasını, insanlık tarihinin –sınıflı toplumların son biçimi olan- kapitalizmde son bulmayacağı, onu yıkarak ve aşarak sınıfsız topluma ilerleyeceği oluşturuyordu.

Ama, tarihin o günden görülebilen son biçiminin (sınıfsız toplumun) Avrupa toplumlarınca belirleneceğine pek itirazları yoktu. Ya da onlar bu konuda herhangi bir vurgu yapmamış olsalar da, Bilimsel Sosyalizmi 19. yüzyıl verileriyle algılayan, ufku bununla sınırlı bütün 20. yüzyıl sosyalistleri böyle düşünüyordu; kafalarında geleceği, Avrupa’nın merkezde olduğu ve önderlik ettiği bir süreç olarak somutlaştırıyorlardı. Sınıfsız topluma nasıl varılacağı sorusunun –o çağın verilerine göre bilimsel olan- yanıtı, tamamen Avrupa merkezli bir projeydi. “Tarihin sonu”nu ya da geleceği, burjuva/kapitalist Avrupa değil, ama proleter/sosyalist Avrupa belirleyecekti.

Bu bakış açısı, bilindiği gibi, 20. yüzyılda geçerliliğini yitirdi, ama geniş bir sol çevrede hâlâ büyük ölçüde etkisini sürdürüyor. Lenin’in kapsamlı emperyalizm analizlerine ve devrimlerin Doğu’ya kaydığı saptamalarına rağmen… Gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşları sonunda Avrupa’da gerçekleşen devrim deneyimlerinin (Almanya-1921, İtalya ve Fransa-1945 sonrası) yenilgisine ve Doğu’daki başarılı büyük devrimci atılımlara rağmen... Lenin’in, “İleri(ci) Asya, geri(ci) Avrupa” saptaması, bu gerçeğin en özlü ifadesiydi. Lenin’in yüz yıl önceki bu tanımlaması, sözkonusu stratejik değişimin özünü bütün derinliğiyle ortaya koyuyordu...

1980’lerden sonra emperyalist Batı “Küreselleşme” masalıyla son bir parlayış hamlesi yaptı ve ABD merkezli tek kutuplu bir dünya kurma deneyimine girişti. Ama Asya’dan, Çin’in başını çektiği Gelişmekte Olan Ülkelerin kamucu yeni bir uygarlık modelinin yükselmesi tek kutuplu dünya hayalinin sonunu getirdi. Bunun da etkisiyle 2008 krizi Batı’nın üstünlüğünü sona erdirdi. Böylece Batı merkezli teoriler de eski tartışmasız üstünlüğünü, inandırıcılığını, cazibesini yitirmeye başladı.

19. yüzyıl Marksizmini aynen tekrar etmek, Batı merkezli Marksizmin diğer adıdır. Çünkü, işçi sınıfı dışındaki –köylü ve diğer emekçi- sınıfların devrimci rolünü kabul etmeyen, dolayısıyla Avrupa dışında devrim yapma şansı sıfır olan, 19. yüzyıl Avrupa’sıyla sınırlı bu devrim modelinin, bugün de geçerliliği (o da teoride) sadece Avrupa-ABD-Japonya ile sınırlıdır. Ancak önemli bir fark vardır: 19. yüzyılda bir Avrupa devrimi teorisi doğruydu, bilimseldi. Çünkü, mümkün olup olmaması, gerçekleşip gerçekleşmemesi bir yana, ileri bir toplumu gerçekleştirebilecek nesnel koşullar, bunu temsil eden bir sınıf ve ideoloji yalnız Avrupa’da vardı.

Ancak, 20. yüzyılda, emperyalizm çağında Avrupa işçi sınıfı devrimci dinamizmini yitirdiği gibi, bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli olan, emperyalist zincirin zayıf halkası, devrim talep eden bir emekçi dinamizmi, devrim yapma iradesi ve enerjisine sahip bir öncü parti vb; bunların hepsi, Asya’nın merkezinde yer aldığı, Ezilen Dünya’ya kaydı. Diğer yandan çok basit bir gösterge de şu: Bir zamanlar Avrupa’nın en güçlü partileri olan, oyları en az yüzde 15, 20, 30’larda oynayan Fransız ve İtalyan Komünst Partilerinin bugün aldıkları oy yüzde 1’ler civarındadır. Bu nedenle 20. yüzyılda ve günümüzde, nesnel koşulları olmamasına rağmen, 19. yüzyılda kalan ve yanlışlığı bir çok kez kanıtlanan Avrupa’ya özgü bir modelin savunulması, tarihe ve gerçeklere karşı bilimsel olmayan, şabloncu, ezberci bir tavırda direnmektir. Oysa Marksizmin ruhu yaratıcıdır.

19. YÜZYIL MARKSİZMİNİN “YETERSİZLİKLERİ”

Her düşünce üretildiği çağın damgasını taşır. Her çağ da, o çağa damgasını vuran düşüncenin, ideolojilerin ve kurumların üretildiği coğrafyanın rengini taşır. Antik Yunan ve Roma’nın, İslam uygarlığının, Çin ve Hind uygarlıklarının ürettikleri evrensel değerlerde, içinde doğdukları toplumların tekilliklerinin /özgüllüklerinin rengi vardır. Bu, onların evrenselliğini zayıflatmıyor, aksine her şey tarihin içinde belirlenebildiği ve belli bir toprakta, coğrafyada somutlaşabildiğine göre, onların zorunluluklarını ve bilimsel niteliklerini açıklıyor.

Marks ve Engels, kapitalizmin bütün dinamiklerinin gelişip yetkinleştiği, burjuva demokratik devriminin doruğa çıktığı 19. yüzyılda yaşadılar. Bilimsel Sosyalizm teorilerini o çağın toplumsal, bilimsel verileri ve -bugünden bakıldığında- hiç kuşkusuz sınırlılıkları içinde geliştirdiler. Kapitalizmin yeni bir aşamaya, emperyalistleşip gericileşme aşamasına geçtiği yıllarda ömrünün son yıllarını yaşayan Marks, bu olguları görmekte ve yeni emperyalist dönemin muhtemel taplosunu sezmekteydi. Ancak bunlar, dünya devriminin yeni stratejisinin çizilebilmesi için yetersizdi. Birinci Dünya Savaşı'nı ve Lenin'i beklemek gerekiyordu.

Burjuva demokratik devrimlerini tamamlamış, kentlerde örgütlü güçlü bir proletaryaya sahip, köylülüğün ekonomik ve siyasi rolünün geri planlara düştüğü 19. yüzyıl Avrupa’sında burjuvazi-proletarya ya da emek-sermaye çelişkisi temel ve baş çelişki idi. Oysa, köylülük de hâlâ sayısal olarak önemli bir gücü oluşturuyordu; onunla ittifak kurmayan hiçbir gücün başarı şansı yoktu. Hele, Avrupa’yı İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Avusturya ve Polonya olarak düşünürsek, İngiltere dışında, hepsinde köylülük, nüfusun yaklaşık yüzde 40’larını oluşturan önemli bir güçtü. Bu nedenle, Avrupa sosyalist devrimlerinde bile işçi sınıfının köylülükle ittifakı bir zorunluluktu.

Nitekim, Avrupa sosyalist devrim stratejisinin bir provası ve prototipi olan Paris Komünü’nün yenilgisine yol açan önemli hatalardan birini, Komün önderlerinin Fransız köylüsüyle ittifakı önemsememesi oluşturuyordu. Bilindiği gibi, Paris Komünü deneyiminde önderlik büyük ölçüde Anarşistlerin elindeydi. Daha sonra Marks-Engels ve Lenin, köylülüğü küçümseyen bu stratejik hatayı önemle vurgulamışlardır. 1848’de işçi sınıfının kentlerde gerçekleştirdiği büyük devrimci atılımın yenilgisinin de önemli bir nedeninin, köylülüğün, Louis Bonaparte’ın 1849’daki karşıdevrimci darbesinin en önemli destekçisi olduğu bilinmesine rağmen aynı hata tekrarlanmıştır.(2)

Özetle, yeni doğan ve bir inşa süreci yaşayan her bilimsel disiplin, teori gibi 19. yüzyıl Marksizmi de, ilk biçiminin, ilkelliğinin sınırlılıklarını, yetersizliklerini taşıyordu. 20. yüzyılın daha büyük ve zengin toplumsal pratiklerinde sınanarak ancak bugünkü gelişkinliğine kavuştu.

LENİN’İN KATKISI VE 19. YÜZYIL MARKSİZMİNİN AŞILMASI

Marksizmin bu eksikliğini ya da yetersizliğini, bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı koşullarında Lenin tamamladı. Lenin’in, emperyalizm ve 20. yüzyıl devrim teorisi ve stratejisinin ana eksenini, dünyanın ezen ve ezilen uluslara bölünmüş olması oluşturuyordu. Devrimin, üretici güçlerin en gelişmiş olduğu Avrupa’da topyekün gerçekleşeceğini öngören Marksizmin 19. yüzyıl devrim teorisi ile, 20. yüzyıl ve günümüz (21. yüzyıl) devrim teorisi arasındaki temel farkı bu oluşturuyordu.

Lenin’in, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabıyla, ekonomik ve siyasi temellerini ortaya koyduğu ezen ve ezilen uluslar ya da emperyalist devletler ile sömürge ve yara-sömürge uluslar/halklar bölünmesi o kadar önemliydi ki, 20. yüzyılda gerçekleşen bütün devrimler ve bütün toplumsal-siyasi gelişmeler, bu temel çelişmeden kaynaklanıyordu. Yalnız, kapitalist-emperyalist Avrupa ile ezilen Asya arasında yer alan feodal emperyalist Rusya, bu konumuyla daha özel yere sahipti. Bu nedenle, nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i köylü olan ve köylülüğün toprak talebiyle katıldığı Ekim Devrimi, sosyalist ve demokratik devrimlerin iç içe olduğu, bir bütün olarak bakıldığında ise demokratik devrim niteliğinin ağır bastığı bir devrimdi.

Lenin açısından, Ekim Devrimi için “sosyalist” tanımlaması, Marks ve Engels’in 19. yüzyıl devrim modeli ne kadar ciddi bir eleştiriden geçirilip aşılsa da, yine de, yarı Avrupai Rusya’da, Avrupa merkezli asıl büyük devrim dalgasının bir öncüsü olarak görülmesi anlamına geliyordu. Yani, 20. yüzyılın başında, emperyalizm analizinden ve Ezen-Ezilen Uluslar bölünmesinden yola çıkarak Lenin ve Komintern’in geliştirdikleri devrim teorisi, yine de Avrupa’da asıl büyük devrim beklentisi yanılgısından kurtulmuş değildi.

20. yüzyıl, her ne kadar yakın zamana kadar “emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı” olarak tanımlansa da, gerçekte emperyalizm ve ulusal demokratik devrimler çağıydı. 1920'lerde Avrupa’da, -özellikle Almanya’da- 19. yüzyılda gerçekleşmeyen sosyalist bir devrimin gerçekleşebileceği beklentisi hakimdi. 1921’de Rosa Luxemburg-Karl Libnect önderliğindeki Spartaküsler’in yenilgisi bu umudu, beklentiyi büyük ölçüde yıktı. Ama yine de Avrupa merkezci bir devrim beklentisi varlığını hep sürdürdü. Bunun Avrupalı bir devrimci için devrimci irade ve iyimserlik açısından eleştirilecek bir yanı olamaz kuşkusuz, ama gerçekler farklıydı, tarihin seyri başka mecralarda akıyordu.

Dünya devriminin merkezi, Avrupa’dan Asya’ya, Ezilen Dünya’ya kaymıştı. Marks'ın deyimiyle “Devrimin ihtiyar köstebeği”, Asya topraklarına göç ediyordu. Dünyanın emperyalist yağmasından büyük servetler biriktiren ve bunun bir kısmını işçi sınıfına aktarıp ona yalancı bir “refah” sağlayarak devrimci enerjisini söndüren Avrupa’yı ebedi olarak terk ediyordu. 19. yüzyılın devrimci Avrupa, gerici Asya denklemi tersine çevrilmişti. Artık, gerici Avrupa, devrimci Asya denklemiydi geçerli olan. Bunu, Lenin’in önderlik ettiği Bilimsel Sosyalistler 20. yüzyılın başında açıkça görebiliyorlardı.

Özetle, Marksizm ya da Bilimsel sosyalizm, 20. yüzyılın başından itibaren Avrupa merkezlilikten çıkmış dünyalılaşmıştır, Doğululaşmıştır, Asyalılaşmıştır. Marks, artık Avrupa'da sağından solundan tırtıklanan, çekiştirilen, entelektüel fantezi malzemesinden başka bir şey değildir. Onun devrimci ruhu Avrupa'dan kovulmuştur. 21. yüzyılda Marks artık Asyalıdır, çünkü onu en iyi anlayan Ezilen ve Gelişen Dünya halklarıdır.

Dipnotlar

1 Hegel, Tarih Felsefesi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2006. s.83.

2 Bu konuda bkz: Karl Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, 1976, Ankara; K, Marks, Fransa’da İç Savaş, Köz Yayınları, 1970; V. İ. Lenin, Paris Komünü Üzerine, Odak Yayınları, İstanbul.