28 Mart 2024 Perşembe
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Mezopotamya’nın kilidi: Diyarbakır

Mustafa Pamukoğlu

Mustafa Pamukoğlu

Eski Yazar

İki kardeş nehir Dicle ve Fırat milyonlarca yıl akıp giderken dağlardan ve ovalardan getirdikleri toprağı, Basra Körfezi’ne kadar taşıyarak iki nehir arasındaki ilk uygarlığı yarattı. Bunun adı Mezopotamya idi. İnsanoğlu, başlangıcı ile ilgili izleri ararken bereketli topraklar olan Mezopotamya’yı uygarlığın başlangıcı olarak saydı. Irmaklar arası anlamına gelen Mezopotamya’nın en önemli yerleşim merkezlerinden biri de Amid,Amed olarak bilinen Diyarbakır’dı.  

Asur kaynaklarına göre Diyarbakır’ın çok işlevsel bir yapısı vardı. Bu zenginlik nedeniyle de çağlar boyunca tüm kavimlerin egemen olmak istediği bir şehirdi. Sahip olduğu üretim, ticaret, ulaşım ve savunma olanakları nedeniyle, kent her zaman çoklu kültür ve inanç merkezi olmuştur. İslamiyet öncesinde burada Şemsilik (merkezinde Güneş olan inanç), Musevilik ve Hıristiyanlık yaygındır. Hıristiyanlık sonra yaygınlaşmış ve tüm mezhepler Diyarbakır’da olagelmiştir. Gregoryanlar, Ortodokslar, Katolikler ve Protestanlar. İslamiyet döneminde ise Hanefi, Hambeli, Şafii, Maliki gibi mezhepleri, Şii ve Alevilik gibi İslami yorumları Diyarbakır’da görüyoruz.Suriçi yaşam işte bu inançlara göre şekillenmiş ve kentsel yapılanma buna göre oluşmuştur. 

*** 

Diyarbakır yaklaşık 250 yıl Bizans egemenliğinde kaldı.639’da Halife Ömer zamanında Arapların eline geçti. Bundan sonra İslamiyet kente ağırlığını hissettirmeye başladı. Bazı kiliseler camiye çevrildi. Bu kent Mervaniler, Artuklular ve Akkoyunlar döneminde bayındır hale geldi. Su yolları, eğitim kurumları, cami, köprü ve çarşı gibi yapılar bu dönemde yaygınlaştı. Artuklular döneminde Diyarbakır bilim, kültür ve ticaret merkezi haline gelir. Halı dokumacılığı ve ipek üretimi bu dönemde gelişir. Akkoyunlular döneminde anıtsal yapılar onarılır. Bu anıtsal yapıları süsleyen çini üretimi çini atölyelerinde gerçekleştirilir. Akkoyunlular zamanı Diyarbakır’ın İstanbul’la yarıştığı dönemdir. 

Akkoyunlular Osmanlıya yenilip Tebriz’e çekildikten sonra Osmanlı egemenliğine giren Diyarbakır 16. yüzyıla kadar önemli bir değişim göstermez. Osmanlı toprak sistemi yeni yönetim yapısını doğurur ve ayrıcalıklı sınıflar doğar. Tarım ve ticareti kontrol eden aileler büyük saray ve köşklerde oturur hale gelir. Vakıflar aracılığı ile han, hamam, cami, medrese gibi hizmet alanları Osmanlı döneminde gerçekleşir. 

*** 

Bugünün Diyarbakır’ı işte bu yüzyılların bir sentezi. Aslında sosyal dokusunu koruyarak tarihsel önemi ile bugünlere gelen kadim şehir. 

Bir sevgilinin sur içinde olduğunu belirtmek için söylenen, “Diyarbekir dört kapi/git bah o yar ne yapi/Beni gördüğü zaman/başka küçeye sapi” mısralarından ibaret türkü hâlâ dillerdedir. 

Biz bu güzelim şehirde gezinirken burada yaşadığımız günlerimiz gözümüzün önünden akıp gidiyor. Kürsüleri olan kıraathanelerde oynadığımız tavlaların zevki bambaşka idi. Yazın okullar tatil olunca memur çocukları tatil için Diyarbakır’dan ayrıldıklarında içimize bir hüzün düşerdi. Yazın sıcağında bir gencin yapabilecekleri sınırlı idi. Akşam üzeri en keyifli zamanlarımızdı. Arkadaşlarımız ile toplanır tren garına giderdik. Diyarbakır’da her yerde olduğu gibi gar zeminleri de serinletmek için sulanırdı. Biz burada karpuz çekirdeklerimizi yiyerek volta atar ve trenlere ve inen-binen yolculara bakardık. İstanbul’a giden Kurtalan ekspresi çuf çuf yaparak uzaklaştığında İstanbul, Ankara özlemi yüreğimizi kaplar ve hüzünlenirdik. Ama bu ayrılık aynı zamanda da bizi hırslandırarak çalışmaya teşvik edici bir durumdu. Aslında Diyarbakır o yıllarda şarkın Paris’i idi. Çağdaş ve güzel bir kentdi. Fakat yine de Diyarbakır’dan batıya göçmeyi sanki birçok fırsatlara kavuşmak gibi görürdük. 

*** 

Şimdilerde Mezopotamya’nın kilidi olan Diyarbakır 30 yılın yorgunluğunu yaşıyor ve 9-14 yaş gurubundaki 400 bin çocuğun geleceğini sorguluyor. Esas savaşı, bu çocukları taş atan çocuklar olmaktan çıkartıp birer sanatçı, fizikçi, doktor, mucit haline getirmek için vermek gerekirken Amerika ve Batı’nın oyun oynadığı bir kent haline getirdik. Diyarbakır’dan ayrılırken bu kez bu toprakların insanlarını düşünüp hüzünlendim. Bu kadim kenti bizden koparmalarına izin verecek miydik? Ya da verdik de iş işten geçti mi? Gittiğim hemen hemen her yerde bir Türkiye(Türk) bayrağı göremediğim için galiba Mezopotamya’nın kilidi kırıldı, diye iç geçirdim. Sizce?