19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Oğuz Atay ve ‘Tatlı Budala’

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Yanlış saymadıysam, geçen hafta, dördüncü kez seyretmiş olmalıyım... Blake Edwards’ın yönetmen olarak imza attığı en sevdiğim filmlerden biridir 1968 yapımı “Tatlı Budala” (The Party). Ama ne yalan söyleyeyim, yalnızca bir Blake Edwards filmi olduğundan söz etmek büyük bir haksızlığa yol açmak olur; çünkü aynı zamanda da büyük bir aktörün, Peter Sellers’ın filmidir. Bu anlamda, müthiş bir ortak-yapımdır... Doğu’nun ve Batı’nın, paranın ve parasızlığın, Hollywood ışıltısının ve gerçeklerin alabildiğine yalın bir üslupla süper-komedi olarak sunumu söz konusudur. Beceriksiz, şapşal, sakar ama son derece kibar ve iyi niyetli bir figüran olan Hintli Hrundi Bakshi, küçük bir rol üstlendiği filmin çekimini berbat ettikten sonra yanlışlıkla davet edildiği Hollywood partisinde de bir dizi skandala yol açacaktır. Çekim sırasında sakarlığı nedeniyle havaya uçurduğu kale gibi, yapımcının lüks evinde düzenlenen partide de “infilaklara” neden olur, hiç kimselere benzemeyen kahramanımız.

Aslında yıllar önce okumuştum Oğuz Atay’ın “Günlük”ünü, fakat dikkatimi hiç çekmemiş, üstünde hiç durmamış olmalıyım; Atay “Günlük”ün daha ilk sayfasında “The Party”den hayli ilginç vurgularla, uzunca biçimde söz ediyor. 26 Nisan 1970’te şöyle yazmış defterine Oğuz Atay:

“Bugün, Blake Edwards’ın -başoyuncu Peter Sellers- The Party adlı filmini gördüm. İyi niyetli ve korkunç sakar bir adamın hikayesi. İlk defa bir komedinin, beni bu kadar yorduğunu, bana acı geldiğini gördüm. Böyle bir insan ne yapabilir? Ya bütün hayatınca, kendinin ne olduğunu bildiği için hiç kıpırdamadan, tırnağını bile oynatmadan bir köşede oturur; ya da -Peter Sellers gibi- bir kere başlayınca tutamaz kendini artık. Peki bu adam ne yapsın? Benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı? Sonunda tabii, bir kız çıkıyor ve onun kalbini anlıyor. Efendim? Filmin bitişi böyle. Benim hayatımın bir kısmı da böyle oldu. Fakat film gibi hayat bir yerde bitmiyor. Filmin devamı, Sevin’e Londra’da anlattığım gibi oluyor: ‘Suç ve Ceza’da Marmaledov, sarhoşları heyecanlandıran bir cennet hikayesi anlatır ve sonunda hepsinin içeri alındığını, cennetin kapısında bekleyen Marmaledov gibi serserilere de ‘gelin hergeleler siz de...’ denir. Sonra... sonra içerde hadise çıkarıyorlar, masaları devirip, aynaları kırıyorlar. Cehaletten, görmemiş olmaktan tabii. Tekrar dışarı atılıyorlar sonunda. Sevin, ‘Artık meseleni sanat haline getirdin’ dedi. Doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi. Peter Sellers’ı seyretselerdi, nasıl kendilerini tutamadıklarını anlarlardı. Bir gülüş, bir tatlı söz onu baştan çıkarır; bir bakıma zararlıdır. O tatlı bakışın sahibi, sonra, içine düştüğü ümitsiz pişmanlıktan kurtaramaz onu. Bu ağırlığı da kimse çekemez (...) Şimdi yalnızlığımı ve çaresizliğimi daha iyi görüyorum.”

Birkaç sayfa sonra da bir başka filmden söz ediyor Atay: “Joseph Losey’in ‘Secret Ceremony’ adlı bir filmini seyrettim. Yordu beni. Londra’yı, kırmızı, iki katlı otobüsleri görmeye dayanamadım.”

ZOR BİR SORU

Oğuz Atay’ın “Tatlı Budala”dan da “Secret Ceremony”den de “yorgunlukla” söz etmiş olması eminim ki dikkatinizi çekmiştir. Bunun gibi, “Peki bu adam ne yapsın? Benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı?” sorusu da tam Oğuz Atay’a göre... Bu sorulara bunca zaman sonra yanıt vermek de pek kolay değil inanın ki.

Oğuz Atay zaten “yorgun” bir yazar olarak iz bıraktı edebiyat tarihimizde ama aradan 46 yıl geçtikten sonra ve bugünden bakarak söylemeliyim ki “Tatlı Budala” dolayısıyla o kadar yorulmasına pek de gerek yokmuş.

Örneğin “Recep İvedik”lerin dönemine denk gelen sinemaseverler olarak; ya biz ne yapalım?