19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Oscar’da keçiboynuzu tadı

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Memlekette basının, gazeteciliğin hali gerçekten berbat durumda olmalı ki ABD’de bir kilisede çocuklara yönelik cinsel taciz-tecavüz olaylarını araştıran bir grup gazetecinin öyküsünü anlatan “Spotlight” filmi Oscar kazanınca, kendimiz kazanmış gibi sevinir olduk!
Oysa en iyimser bakışla bile sıradanlığın ötesine geçemeyen, öyküsü itibariyle de sinema tarihinde pek çok benzeri bulunan bir film “Spotlight”. Tıpkı yönetmeni Tom McCarthy’nin kariyeri gibi...
1990’ların başında oyuncu başladığı sinema yaşamında çok da öne çıkamayan McCarthy, 2003’ten itibaren yönetmenliğe geçiş yaparak, eli yüzü düzgün sayılabilecek ama derin izler bırakamayan dört filme imza atmıştı. Örneğin geçen yılki “Şans Ayağıma Geldi” (The Cobbler) fiyaskosundan hemen sonra “Oscar’lık” bir filme imza atması, neresinden bakılsa bir Amerikan mucizesi sayılmalı.
Öte yandan, 88 yılı geride bırakan Akademi-Oscar ödülleri tarihinde, değişik kategorilerde yarışan filmler açısından “En zayıf 10 yıl” sıralaması yapılsa, bu yılın listenin üst sıralarında yer alacağından hiç kuşkum yok. Kaldı ki Oscar’ın son 15-20 yılına göz atıldığında çok sayıda “silik” yapımın en iyi film dalında ödül kazandığını görmek de mümkün. Çok değil iki yıl öncesinin “12 Yıllık Esaret”ini, üç yıl öncesinin “Argo”sunu, altı yıl öncesinin “Ölümcül Tuzak”ını şimdi hatırlayan bile yok.
Buna rağmen, diyelim ki Nuri Bilge Ceylan “Kış Uykusu”yla sinemamıza en büyük başarılarından birini yaşatırken, Cannes’a, yani dünyanın en saygın film festivaline tek bir kamera bile göndermeyi akıl edemeyen medyamız, Oscar söz konusu olunca sabahlara dek canlı yapıyor, konuklar, yorumcular davet ediliyor... Sosyal medyadaki içi boş “tahmin” tantanası da eklenince, ortalığı rahatsız edici bir “Oscar gürültüsü kirliliği” kaplıyor.

YARALI BERELİYSENİZ KAZANIRSINIZ
Leonarda Di Caprio’nun “Diriliş”teki (The Revenant) rolüyle nihayet en iyi aktör ödülü alması, hiç sürpriz sayılmaz. Dünkü Aydınlık’ın “Ayı sahnesi Oscar getirdi” vurgusu gayet yerindeydi; çünkü yaklaşık 5 bin kişiden oluşan Akademi Jürisi, yani ortalama Amerikan beğenisi, zor duruma düşmüş, ölümün eşiğindeki karakterleri, hele bir de yüzleri yara bere içindeyse, çok sever. Bir ayıyla ölümcül mücadeleye girmek, donmamak için bir atın karnını yarıp ısınmak, heykelciği havaya kaldırmak için yeter de artar bile. “Diriliş”in Meksikalı yönetmeni, 2000’de tüm dünyada yankı yaratan “Paramparça Aşklar, Köpekler” sonrasında Hollywood’a transfer olan Alejandro Gonzales Inarritu’nun Oscar’a dördüncü kez uzanması da kimseyi fazla şaşırtmadı. Bu başarıyı daha önce yalnızca John Ford ve Joseph L. Mankiewicz tatmıştı.
Yabancı dilde film dalında Fransa’nın adayı, Karadenizli genç kızların boğucu gerçeğini anlatan, Deniz Gamze Ergüven’in yönettiği “Mustang”in finale kadar gelebilmesi bile büyük başarıyken, ipi göğüsleyen Macar yapımı “Saul’un Oğlu”nun, Nazi ölüm kamplarına dair sarsıcı öyküsüyle dikkat çeken iyi cins bir film olduğunu söyleyebilirim.
Açıkçası bu yıl da günler öncesinden Oscar’la yatıp kalkmadım, çok da kafa yormadım, töreni de seyretmedim. Sonuç olarak yalnızca “Casuslar Köprüsü” filminde bir Sovyet ajanını canlandıran Mark Rylance’ın en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazanmasına sevindim. Steven Spielberg, her ne kadar Soğuk Savaş dönemini fon edinen bir ABD propagandasına imza atmış olsa da Rylance’ın oyunculuk gücü çok üst düzeydeydi ve “Casuslar Köprüsü”nü yalnızca o rol için seyredilebilir kılıyordu. Anlayacağınız, benim için bu yılki Oscar ödüllerindeki keçiboynuzu tadı, Mark Rylance’tan kaynaklandı. Ötesini, çiğnedik durduk.