26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Sabahattin Eyüboğlu: Hümanizmi halkçılık ve ulusalcılıkla buluşturma sancısı

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

“Henri Bremond’un nutku isteyerek veya istemeyerek, takriben 1880’den (sembolizmin mektep olarak kuruluşu) beri sanat aleminde belirmeye başlayan ′safçılık’ yahut ′özcülük’ cereyanlarına bir yol ayrımı bir kaynak oluyordu. O tarihten sonra sanat adeta zihni muhtevasına, ′mana’ya harp ilan etmişti. Verlaine’ın boynunu kopardığı ve müfrit [fanatik] sembolistlerin kurşuna dizdikleri şey mana idi. Aynı cereyanı güzel sanatlarda daha elle tutulur bir şekilde görüyoruz: Resim fikirlere ve günlük sıradan hayata tekabül [gerçekliği yansıtma] yolunu bırakarak boyaların [renklerin] yaratıcı kudreti ile yetinmeye (...) başladı.

“Manayı tezyini [süslemeci] kıymetlere feda etmekle safçılığı en ileri götürmüş olan Şark sanatının bugün gördüğü rağbet, bu cereyanın hususiyetlerinden biridir.”(*)

(*) Sabahattin Eyüboğlu, Bütün Yazıları-I: Söz Sanatları - Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem Yayınları, İstanbul, 1981, s. 11; I. cildi Söz Sanatları’nı içeren Bütün Yazılar’ın II. cildini Görsel Sanatlar oluşturuyor.

Sabahattin Eyüboğlu’nun 1934’te yazdığı bu makale, hem Batı hem de Türk kültür ve sanatında çok önemli bir kırılmayı ve karşıt yöndeki iki eğilimi, iki dalgayı yansıtması açısından son derece önemli. Bu yıllar, nesnelliği ve akılcılığı reddeden, akıldışılığı ve içgüdüleri gerçek yolgösterici olarak yücelten Dada hareketi (1919) ve onun bir devamı olan Gerçeküstücülük (1924) akımlarının modernist Batı sanatında öne çıktığı, etkili olduğu yıllardır. Yani, modernist Batı sanat ve edebiyatında toplumsal ve gerçekçi gelenekten köklü kopuşun, gericileşmenin son estetik anlayış ve biçimleri sözkonusuydu. Türk sanat ve edebiyatında ise, kökleri 1908’lere ve 1910’lara dayanan ulusal-aydınlanmacı bir devrim sürecine bağlı olarak toplumcu gerçekçi, ulusalcı bir edebiyat ve sanat hareketi yükseliyordu. Kısacası, sanat ve edebiyat Batı’da akıldışılığa sarılarak bir alçalma, çürüme, çoraklaşma evresine girerken bizde ise tam karşıt yönde, aydınlanma değerlerine, akılcılığa ve toplumsal gerçeklere yönelerek bir yükseliş dönemi yaşıyordu.

Eyüboğlu, bu “yol ayrımı”nı, sanatı gerçeklikten ve toplumsaldan tamamen uzaklaştıran ve onun ′safçılık’ ya da ′özcülük’ olarak ifade ettiği “sanant sanat içindir”i en saf bir şekilde benimseyen Sembolizmin doğumuyla, yani 1880’lerde başlatıyor. Kuşkusuz bu da doğru, hatta daha temele ilişkin bir belirleme diyebiliriz. Batı Modernist sanatında birinci ve büyük kırılma, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü ve burjuvazinin devrimci niteliklerini yitirdiği 1880’lerdedir. Ancak, kültür ve sanattaki değişimler, toplumsal ve siyasal süreçlere göre zamandaş olmayabiliyor, zamansal olarak belli bir periyotta farklılıklar ve özgüllükler taşıyor. Bu nedenle 19. yüzyıl akılcılığı ve gerçekçiliği burjuva kültüründe birden sona ermedi, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar varlığını belli ölçüde sürdürdü. Aydınlanmacı, hümanist, özgürlükçü iyimserlik ve umutlar kapitalist Batı’da bu savaşla birlikte yıkıldı; Batılı birey, sanatçı tam bir varoluş bunalımı içine girdi. Emperyalist Batı’da akıldışılığın en üst düzeyde gerçekleşmesi olan savaşın ve faşizmin yükseldiği 1914-50 döneminde, sanatta akıldışılığın yaygın bir eğilim olarak öne çıkması, toplumsal ve ideolojik bir olgu olarak hiç de şaşırtıcı değildir.

Bu nedenle Eyüboğlu’nun, 1880’lerden 1920-30’lara bu büyük kırılma sürecinin en yoğun ve çarpıcı simgesel ifadesi olarak “manâ”ya, yani anlama “harp ilan edilmesi” saptamasını yapması da, son derece gerçekçi ve yerindedir. Çünkü emperyalizm çağı Batı’da Lukacs’ın deyişiyle “Aklın Yıkımı” çağıdır. Anlam; 19. ve 20. yüzyılda da günümüzde de, gerçeğin, hakikatin, toplumsal ve insani olanın, doğrunun, haklının, ahlaki ve güzel olanın yolunu gösteren anahtar bir kavramdır. Çünkü, bir söz, bir renk, bir işaret, bir davranış ancak yaşamla, toplumsal ve insani sorunlarla, kaygılarla, gelecekle, kısacası bireyin toplumla, dünyayla, evrenle bir bağı olduğu ölçüde bir değere sahiptir, bir şey ifade eder; bir anlamı vardır. Bir şeyin anlamlılığının ölçütü, onun, insanın akıl ve mantık muhakemesinden geçirilerek belirlenir. Toplumun ortak aklının, ortak değerlerinin, vicdanının denek taşında bir karşılığı yoksa, anlam da yok demektir.

YAZAR, ELEŞTİRMEN, SANAT TARİHÇİSİ EYÜBOĞLU

Sabahattin Eyüboğlu’nun yukarıdaki değerlendirmesi, çağdaş sanat ve edebiyata bakış konusunda Türk aydınının 1930’ların gerçekliğinde ne kadar yüksek bir bilince sahip olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz bu, niceliksel değil nitelikseldir; yani tek bir aydın tarafından temsil edilse bile bu, bir niteliksel düzeyi ifade eder. Üstelik sözkonusu düşünceler, herhangi bir aydının entelektüel birikiminin ürünü değildir. Çünkü, Eyüboğlu Türk Devriminin, Türk aydınlanmasının ve çağdaş-ulusal kültürümüzün önde gelen kuramcılarındandır. Fikirlerinin, döneminin entelektüel düzeyini ve tavrını yansıttığını söyleyebiliriz. Dönemin düşünce ve kültür hayatına, Köy Enstitülerinde şekillenen aydınlanmacı-halkçı kültürün oluşumuna damgasını vuran seçkin bir aydınımızdır.

Deneme ve eleştiri yazarı, sanat tarihçisi, çevirmen Eyüboğlu, Türk kültürünün kökenlerine ve sorunlarına eğilen yazılarıyla çağdaşlarını ve kendisinden sonra gelen kuşakları büyük ölçüde etkilemiştir. 1928-1933 yıllarında Fransa’da ve İngilterede, Fransız ve İngiliz dili ve edebiyatı üzerine öğretim gören Eyüboğlu, Türkiye'ye dönünce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız dili ve Edebiyat bölümü'nde doçent oldu. 1938'e değin Milli Eğitim Bakanlığı müfettişliği, Talim ve Terbiye kurulu üyeliği, Tercüme bürosu başkan yardımcılığı gibi görevlerde bulundu. Şair ve Ressam Bedri Rahmi’nin ağabeyi olan Eyüboğlu, 1939-1947 yılları arasında Hasanoğlan Köy Enstitüsünde dersler verdi.

1946'da çok partili rejime geçtikten sonra köy enstitülerine karşı yürütülen kampanya sırasında Tercüme Bürosu'ndaki ve Hasanoğlan'daki görevlerinden uzaklaştırıldı. 1947'de Paris'e gitti. Dönüşünde yeniden Milli Eğitim bakanlığı müfettiliğine atandı; İstanbul Üniversitesi Fransız dili ve Edebiyatı Bölümü'nde karşılaştırmalı Türk-Fransız edebiyatı, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ile İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda sanat tarihi dersleri verdi. 1960’larda Vedat Günyol'la birlikte Babeuf'ten çevirdiği Devrim Yazıları (1963) adlı kitaptan ötürü Türk Ceza Kanunun 142. maddesi uyarınca yargılandı; 1966'da aklandı. 12 Mart döneminde gizli örgüt kurdukları siddiasıyla Vedat Günyol ve Azra Erhat'la birlikte tutuklandı; yargılama sonunda aklandıktan kısa bir süre sonra öldü.

Eyüboğlu’nun yazarlığının asıl etkili ve verimli dönemi 1940'larda başlar. Tercüme, Yaprak, Yeni Ufuklar, Tanin, Cumhuriyet gibi dergi ve gazetelerde yayımladığı yazılarıyla kültürün toplumsal ve tarihsel temellerini araştıran, halk değerlerine yönelen hümanist bir düşüncenin öncülüğünü yaptı. Yenilikçi şiir hareketinin toplumsal bir içerik kazanmasına katkıda bulundu. Orhan Veli, Cahit Külebi, Ceyhun Atuf Kansu, Mehmet Başaran, Halikarnas Balıkçısı gibi şairler üzerine değerlendirmeler yaptı. 1960’lı yıllarda ise yazılarında Batı, emperyalizm ve ulusal kültür ilişkileri sorununa ağırlık verdi.

EYÜBOĞLU VE 'ANADOLU HÜMANİZMİ'

Bu bağlamda, Azra Erhat’ın anlatımıyla, sanat tarihçisi Nazhar İpşiroğlu ile birlikte çeşitli kurum ve bölgelerde araştırmaları kapsayan uzun bir keşif gezisine çıkarlar. Müzelerde, saray kitaplıklarında yüzyıllardır tozlu bir uykuya bırakılmış olan hazineler bulurlar. Bunlardan biri, Karakalem diye bilinen şaşılası ressamın çizimlerinin bulunduğu “Fatih Albümü”, diğeri de III. Murat zamanında görkemli bir sünnet düğününü sergileyen Nakkaş Osman’ın “Surname”si idi. Bunların yanında Kanuni’nin Bağdat Seferinin renkli haritasını yapan Matrakçı Nasuh’un minyatürleri de yer alıyordu. Eyüboğlu ve İpşiroğlu tarafından ilk kez yayınlanan ve Türk kültür ve sanat dünyasına kazandırılan bu eserler, özgün Türk resim sanatının eşşiz örneklerini oluşturuyordu.

Sabahattin Eyüboğlu Türk kültürü konusunda Vedat Günyol, Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat'la birlikte yeni bir Anadoluculuk görüşü geliştirdi. Ona göre Türk kültürü Anadolu'da daha önce yaşamış eski toplumların kültürlerinin bir uzantısıydı. Böylece Türk kültürünün kökenini Orta Asya'da aramak, çağdaş Batı kültürüne dolaysızca bağlanmak kadar yanlıştı. Batı kültürünün kaynağı olan Yunan kültürü Anadolu'da büyüyüp gelişmişti. Eyüboğlu ve arkadaşlarının “Anadolu hümanizmi” kavramı ilkçağ Anadolu toplumlarının kültürlerinden kaynaklanıyordu. Her ne kadar, “Yunus Emre” incelemesinde hümanizmin Türk ve İslama dayanan bir boyutu olduğu vurgulansa da, genel olarak Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini içine almıyordu. Böylece laik ve maddi içerikli bir kültür ortamı yaratılmak isteniyordu.

Anadolu Türk kültürünün oluşmasında; Orta Asya, yerli Yunan-Roma ve İslam olmak üzere üç temel kaynaktan özellikle Yerli Yunan-Roma kökenini öne çıkaran bu yaklaşım kuşkusuz eksik ve hatalıydı. Doğrusu ise, son 1000 yıllık Anadolu kültür mayasının oluşmasında, Orta Asya Türk kültürel ögesinin baskın olduğu ama İslamın ve yerli Yunan-Roma ögelerin de önemli bir rölü olduğu gerçeğidir. Eyüboğlu ve arkadaşlarının ulusal kültürün temelleri konusundaki hatalı düşünceleri, son analizde Batı merkezli, oryantalist bir duruşun izlerini ve açmazlarını taşıyordu.

EYÜBOĞLU VE NURULLAH ATAÇ TARTIŞMALARI

Yukarıda belirttiğimiz gibi Sabahattin Eyüboğlu, 1930’lardan 50’li yıllara, ulusal düşünce düşünce ve sanat hayatımızda yol gösterici nitelikte, özellikle Batılılaşma, uluslaşma, aydınlanma, sanatta ulusallık ve halkçılık, Köy Enstitüleri konularına odaklanan önemli çalışmalar, tartışmalar yaptı. Bu dönemde ulusal ve aydınlanmacı eksende, estetik, sanat ve edebiyat alanında yürütülen tartışmalara ve eleştiri kültürüne damgasını vuran isimlerden birisi Nurullah Ataç ise, diğeri de çoğunlukla onun karşıtı tezleri savunan Eyüboğlu’dur.

Ataç-Eyüboğlu tartışmasının eksenini, Ataç’ın savunduğu Tanzimatçılığa varan Batıcılık ile Eyüboğlu’nun savunduğu aydınlanmacılıkla ulusalcılığı sentezleyen, bu kaygıları taşıyan, düşünce oluşturuyordu. Melih Cevdet Anday’ın deyişiyle; Ataç, sanatta bireyi, bireyin “tekbaşınalığını”, “ışık saçan bireyler anlayışını” ve bunun yolunun, Batı kültürünün ayrımsız, bir bütün olarak benimsemekten geçtiğini savunurken, Eyüboğlu, Anadolu’yu, köycülüğü, sanatın “köye yönelik” olmasını, ulusal kaynaklardan beslenmesini ve ulusal değerleri öne çıkarıyordu. Ama bunları, aynen Köy Enstitülerinde teorisi ve pratiğiyle yaşandığı gibi, çağdaş, akılcı bir bakışla ele almak gerektiğinin derin bilincine sahipti. O yıllarda moda haline gelen yaygınlaşmaya başlayan ve Garip akımına belli ölçüde yansıyan edebiyatta sığlaşma, sıradanlaşma eğilimine yol açan halk dalkavukluğu (popülizm), köylü kuyrukçuluğu türünden bir halkçılıktan uzaktı.

1940’larda gelişen, H. Ali Yücel’in başında olduğu ve dünya klasiklerini Türkçeye kazandırarak büyük bir görevi yerine getiren Çeviri Bürosu çevresinde etkili olan hümanist akım iki kola ayrılıyordu. Bir kol; Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” kitabıyla teorileştirdiği, Nurullah Ataç’ın da kültür-sanat alanında düşünsel aktif temsilciliğini yaptığı, ulusal kimliği yadsıyan, tamamen Batıcı, Bat hayranı Tanzimatçı bir çizgiyi izliyordu. 1945’ten sonra CHP’ye egemen olan Amerikancılık bunun siyasi ifadesiydi. Diğer kol ise, hümanizmi ulusalcılık ve halkçılıkla birleştiriyor, bir bakıma Anadoluculukla özdeşleştiriyordu. Tarihsel köklerini bir taraftan Yunus’a, Mevlana’ya bağlarken, diğer taraftan Antik Yunan’ın Anadolu ayağı İyonya kültürüne dayandırıyordu.

FRENK HAYRANLIĞINDAN KÖKLERE DÖNÜŞ VE YAHYA KEMAL

Eyüboğlu’nun, yazının girişinde uzun bir alıntı yaptığımız, “Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler” kitabındaki 1938’de yazdığı şu makalesi, evrensel nitelikte sanat üretebilmenin ulusal ve evrensel diyalektik ilişkisini özü bakımından doğru ifade etmektedir: “Frenk hayranlığı bizde yeniden doğuşun ilk şartı olmakla beraber sanat bakımından en kötü devresidir. Frenk hayranlığından kalmış, yani Frenk şuuru ile kendi dünyasına dönmemiş olan Türk sanatkârı iyi eser vermemiştir. Çünkü, kainatı gezdikten sonra kendine dönmeyen adamdan hayır gelmez. İyi eser verenlerimiz Frenk hayranlığını aşmış, Frenk kıymetlerini hazmetmiş olanlarımızdır. Sanat eseri bir şahsiyetin ifadesidir. Halbuki hayran adamın şahsiyeti yoktur. Kendine dönmeyenin eseri başkalarınındır” (s. 70).

İyi eser verebilmek için Batı’nın evrensel bilgi ve estetik birikimini derinlemesine hazmetmek, özümlemek şarttır. Ancak daha temel bir koşul, bu birikimi kendi toplumsal-tarihsel özgüllüğüne dönerek, yerel, ulusal içerikte “şahsiyetli” bir sanatsal yaratıcılığa dönüştürebilmektir. Eyüboğlu’na göre bu tavrın en tipik örneğini, “Ben Paris’e alafranga geldim, alaturka döndüm” diyan Yahya Kemal oluşturuyordu. Ancak bu örnekleme, Eyüboğlu’nun anlatmak istediğini ne kadar doğru yansıtıyordu? En azından şunu söyleyebiliriz: Yahya Kemal şiirinin dil ve biçimde yarattığı modern şiire öncülük eden yenilik tartışılmaz. Ama diğer yandan, içerikte, “tam da “alaturka döndüm” diye ifade ettiği “dönüşün” cumhuriyete değil sanki Osmanlıya olduğudur. Bunun Osmanlıyı yücelten bir yerelliği, geleneklere dayanma adına Osmanlı ortaçağına hayranlığı şiirinin ana teması yapmasına ne demeli? Oysa, çağdaş anlamda yerellik, eleştirisiz, aşma kaygısı olmadan Osmanlı kültür ve değerleriyle uzlaşmak, onlara sığınma, geçmişte yok olma değildir. Çağdaş anlamda yerellik, ulusallıktır; Osmanlı tarihinin çağdaş, aydınlanmacı ve ulusal bir bakışla eleştirilmesi ve aşılmasıdır. Özetle, modern sanatta ve şiirde toplumu ve hayatı, insanı değiştirme kaygısı ve amacı, olmazsa olmaz bir niteliktir; temel bir amaçtır.

Öyle görülüyor ki, Eyüboğlu ve Tanpınar, Kemal Tahir gibi döneminin bir çok aydını, Batı’nın ilerici ve gerici özelliklerinin diyalektik bağını, yani çatışmalı bütünlüğünü doğru çözümleyememekten kaynaklanan bir hatalı bakışı aşamamışlardır. Kanımca burada, Bilimsel Sosyalist düşünceye karşı mesafeli durmaları, ya da Tarihsel ve bilimi felsefi özünü oluşturan Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmi yeterince kavrayamamış, ulusal özgüllüğe uygulamada bazı kalıpları aşamamış olmaları önemli bir etkendir. Birbirine karşıt iki farklı Batı olduğu gerçeğini görememekte dolayı, Türk aydını, ilerici Batı’ya sahip çıkarken gerici Batı’yı da savunmak, ya da tam tersi, gerici, emperyalist Batı’ya karşı çıkarken ilerici-devrimci Batıyı da toptan reddetmek gibi, farkında veya değil, ciddi yanlışlara düşmüştür. Bunun sonucu olarak da, toptan Batı’ya karşı çıkılırken kendi gerici ortaçağ kültürümüzle uzlaşmak, Batı’ya toptan sahip çıkılırken de yerel, ulusal bütün değerlere yabancılaşmak açmazlarına düşülmüştür.

'YENİLİKÇİLİK' YANILGISI VE GERİCİ MODERNİZMİN ETKİLERİ

Örneğin, Eyüboğlu’nun bir çok makalesinin başlığını oluşturan “yenilik”çilik, bir yandan ilerici, devrimci bir enerjiyle örtüşüyordu. Ama diğer yandan, özellikle kültür ve sanatta modernizm adı altında burjuva gericiliğinin ürettiği sahte, yapay yeniliklerin, “avangard”çılığın tuzağına düşülmesine yol açan bir anahtar rolü de oynamıştır. Aynı şekilde, Atatürk’ün, aydınlanma ve modernleşmeyi “çağdaşlaşma, çağdaş uygarlığa ulaşma, ve geçme” olarak ifade etmesine rağmen, özellikle 40’lardan sonra, Eyüboğlu’nda da görülen, ilerlemenin “Batılılaşma” ile özdeşleştirilmesi Batı konusundaki çelişkili ve tutarsız yaklaşımların kaynağını oluşturmaktadır. 20. yüzyıl sonlarında postmodernizmle doruğuna çıkan, Batı’da üretilen “yeni” ne varsa iyidir, ileridir mantığı, Tanzimattan bu yana Türk aydınının en temel yanılgısıdır.

Batı ve Batı kültürü konusunda yanılgının bir ürünü olarak Eyüboğlu, başlardaki ulusalcı/toplumcu ve gerçekçi yaklaşımından belli ölçüde uzaklaşıyor. Örneğin 1948’de yazdığı “Paris Mektupları”nda Bat sanatında “yeni”liği temsil eden ve etkin olan Sürrealizm (Gerçeküstücülük) konusundaki aşağıdaki olumlayıcı değerlendirmesi buna örnektir: “(...) Sürrealizm, (...) düştüğü müspet bilim ve tabiat dışı zeka oyunları bir yana bırakılacak olursa, yüzyılımızın en ciddi sanat hareketlerinden biri ve yarınki yeniliklerin bellibaşlı bir kaynağı olarak kalacağa benziyor. Çünkü Sürrealizm aslında ne realizmin ne de rasyonalizmin inkarıdır. Tersine aklın sınırlarını genişletmeye, görme ve kurma gücümüzü daha derinlere götürmeye çalışmıştır” (s. 152). Bu yaklaşım, aynı zamanda 1945’lerden sonra, yükselen liberal ve Amerikancı siyasetle birlikte, ilerici aydınların, Batı’da yükselen ABD merkezli gerici modernizmden etkilenerek düştükleri ciddi yanılgıyı göstermektedir.

Sonuç olarak; emperyalist Batı ile uluslaşma ve ulusal kültür-sanat ilişkisi surunu, 20. yüzyıl boyunca Türk aydınının en kritik ve çözümü, aşılması en karmaşık ve zorlu sorunu olmuştur. 21. yüzyılın büyük kültürel devrimci atılımları için, hatalarıyla sevaplarıyla Türk Devriminin geçmiş düşünce ve kültür birikiminden öğrenmek bir zorunluluktur. Eyüboğlu bu alanda unutulmaması, atlanmaması gereken önemli bir isimdir.

Bütün 20. yüzyıl deneyimlerinin de gösterdiği gibi, sanat ve edebiyatta büyük başarılarla, toplumsal ve siyasal devrimci atılımlar arasında derin bir koşutluk vardır. Devrimin toplumsal ve siyasal başarıları, sanat ve edebiyatın toplumun ruhsal dünyasını beslemesi, yüceltmesi, eğitmesi ve ateşlemesi ile koşullanmıştır.