29 Mart 2024 Cuma
İstanbul 18°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Şair, patron ve 'komünist'

Gaffar Yakınca

Gaffar Yakınca

Gazete Yazarı

Eski devirlerdeki tüm imparatorluklar gibi Osmanlı Devleti de patrimonyal bir toplumdu. Patrimonyal toplumda sosyal ilişkilerin temelinde ‘intisap’ (bağlanma) ve ‘terbiye’ yer alıyordu. Bunun sanata yansıması sanatçı ile hamisi arasında kurulan patronaj (hamilik) ilişkisiydi. Tıpkı eski Roma İmparatorluğu’nda veya Rönesans Avrupa’sında olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de sanat yapabilmek ancak bir patronun (haminin) himayesi ile mümkündü.

Halil İnalcık, Şair ve Patron adlı kitabında Osmanlı toplumunda bu ilişkinin çeşitli boyutlarını incelemiştir. İnalcık’ın tespitine göre şairler, çeşitli kademelerden hamiler edinip onlara kasideler, mersiyeler sunarak, zaman zaman kitaplar yazarak geçimlerini sağlıyorlardı. Fuzuli, Baki, Aşık Çelebi gibi büyük sanatkarların ortaya çıkması, doğrudan padişahın himayesi ile mümkün olmuştu.

Eserlerini patrona sunan sanatçılar çeşitli biçimlerde ödüllendirilirdi. Ödüllerin en makbulü in’âm adı verilen nakit bağıştı. İn’âmı veren kişiye de -aynı kökten gelmek üzere- velî-ni’met denirdi. Padişaha sunulan eserler bazen doğrudan, bazense daha alt mevkideki bir hami aracılığı ile takdim edilirdi.

Takdir gören eserler, öncelikle seçkin çevrelerde elden ele gezer, daha sonra halka açık kütüphanelerdeki yerlerini alırdı. Bunlar, hemen her cami ve medrese külliyesinde bulunan vakıf kütüphaneleriydi. Padişahın beğenip kabul ettiği işler de bu kütüphanelerde halkın kullanımına sunulurdu. Sultanın tayin ettiği hafız-i kütüb’ün görevi vakıf malı olan bu kitapları titizlikle korumaktı. Sultanlar sık sık bu kütüphaneleri teftiş ettirir, sayım yaptırırdı. Bugün dünyanın en geniş el yazması eser stokunun İstanbul’da olmasının sebebi budur.

Osmanlı, bürokratik örgütlenmede zirveye ulaşmış bir devletti. Herşeyin olduğu gibi şairlere, yazarlara verilen bağışların da kaydı tutulurdu. İnalcık’ın incelediği 1503-1511 tarihli “in’âm defterlerine” bakılırsa şairlerin tek işleri şiir yazmak değildi. Genellikle devlet kademesinde katiplik, nişancılık gibi bir kadroları da bulunurdu. Ama mesela Zâtî gibi sırf şiir yazarak geçimini sağlayanlar da vardı. Zâtî, tek işi bu olduğu için sürümden kazanmak zorundaydı. Aşağı rütbeden müderris ve kadılara dahi kaside yazar, bazen eski yazdıklarından kırparak şipşak yeni işler üretirdi. Kasidelerinin fiyatı 1 altına kadar inmişti. İnalcık, Zâtî için, “sanatı açıkça satılık meta haline getirmiş bir şairdir, kitap yazıp satarak geçimini sağlayan modern şair/yazar tipinin bildiğimiz en eski temsilcisidir” diye yazar.

O dönem en kıymetsiz bulunanın bugün en makbul olması ne kadar ilginç değil mi? Ekonomik düzen ve toplumsal yapı değişince sanatın üretildiği mekanizmalar da değişiyor. Bugünün yazarları, şairleri ancak geniş okuyucu kitleleri tarafından onaylanırlarsa bu işi yapabiliyorlar. Yine de tarihin tersine hareket edip eskisi gibi dalkavukluk ederek gemisini yürütmeye çalışanlar da var. Sanat adına pek bir iş yapamasalar da para kazanma kısmında başarılı oldukları kesin.

Lafı Enver Aysever skandalına getireceğim. CHP’li İzmir Belediyesi, “okuryazarlık atölyesi” dedikleri bir etkinlik için Aysever’in bir saatine 13 bin lira ödemiş! İhale ise tam anlamı ile adrese teslim yapılmış. Şartnamede açık açık Aysever’in adı yazıyor! Benzer işler CHP’li Mersin, Mudanya, Şişli, Ataşehir Belediyeleri tarafından da yapılmış. Onlar ne ödediler bilmiyoruz, tahmin serbest. Ama öykümüz, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca ortaya çıkan en çirkin tezgahlardan biri olmaya aday.

Şimdilerde TKP’nin yayın organlarında yazan, TKP şefleri ile çanak sorulu ‘özel röportajlar’ yapan “komünist” Enver, bir zamanlar Aydın Doğan medyasının kilit isimlerinden biriydi. Okurluğunu bilemiyoruz ama yazarlığı hakkında Agora Yayınlarının kurucusu Osman Akınhay şöyle söylüyor: “Agora'yı kurduğum yıllardı; Aysever yazdığı romanı gönderdi, baktım, kötüydü, ama hakikaten beğenmedim; sonra o romana Yunus Nadi Ödülü'nü verdiler, bir sürü de baskı yaptı, nesini beğendilerse!”

Akınhay’ın sorusunun cevabına dair bir ipucu Aysever’in yıllar önce müteahhit Ali Ağaoğlu’nu konuk ettiği TV programında bulunabilir. Oradaki dalkavukluk performansını, bugün CHP’li başkanlara karşı gösterdiğini tahmin etmek güç değil. Azgın muhalifliğinin altında da aynı faktör yatıyor olmalı: Parayı cukkalama motivasyonu ile bazı doğal yeteneklerin muhteşem bir bileşimi.

Öyle ya da böyle, “komünist” Enver’in beş yüz yıl önceki şair-patron ilişkisini hortlatmayı başardığı görülüyor. Ancak, Osmanlı sanat alemini bu hortlaklar ile kıyaslamak geçmişimize küfür etmek olur. Ne CHP’li belediyelerde Osmanlı elitindeki zevk var, ne de Enver’de Osmanlı sanatkarlarındaki incelik. Birinin sanat anlayışı ucube heykellere kilitlenmiş, diğerinin sanatsal düzeyini ise yukarıda alıntıladık.

Bu ekip, kafalarına uymayan herkese “gerici” demeleri ile maruftur. Biz de gericiliğin tanımı ile bağlayalım: Her dönemin kendine özgü toplumsal ilişkileri ve ahlâkı vardır. Akçeli işleriniz için geçmişin ilişkilerini hortlatmaya kalkarsanız sadece üç kağıtçı değil, aynı zamanda “gerici” de olursunuz