19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Solumuza soğan sağımıza sarımsak

Yavuz Alogan

Yavuz Alogan

Eski Yazar

A+ A-

Bugünün dünyasında sağ ve sol kavramlarının eskisi kadar etkili olmadığını, hatta siyasî toplumun söyleminden yavaşça uzaklaştığını kabul etmek zorundayız. Sağ ve sol kavramlarıyla birlikte merkez sağ, merkez sol gibi kavramlar da zayıflamıştır. Elbette bu durum çok özel tarihsel koşullardan çıkarak gelişti. Geçici mi yoksa kalıcı mı olduğunu zamanla göreceğiz.
Fransa’da 18. yüzyıl Konvansiyon’unun sağ ve sol sıralarında oturanlardan başlayarak sorunu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sağ ve sol düşünce daima siyasallaşan sınıf mücadelesiyle birlikte yükselmiş ve onunla birlikte alçalarak zayıflamıştır. Marjinal hareketleri ve küçük tekkeleri bir yana bırakırsak, günümüzde dünyanın hiçbir yerinde enternasyonalizm iddiası olan politikleşmiş işçi sınıfı hareketleri, güçlü ve sahici sendikalar, onları durdurmaya çalışan lümpen küçük burjuva tabanlı klasik sağcı hareketler ya da refah toplumu ilkelerini savunarak bu ikisinin üzerinde yer almaya çalışan ilkeli merkez sağ (demokrat) ya da merkez sol (sosyal demokrat) hareketler görmüyoruz. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra bu yönde geliştirilen çabaların entelektüel faaliyetlerin ötesine geçemediği görüldü. Benzetmek gibi olmasın ama durum giderek Jack London’ın Demir Ökçe’sinin son bölümlerini andırmaktadır.
Reel sosyalizmin çöküşü ve kapitalizmin teknolojiye hükmederek bütün dünyada serbestçe at koşturmasıyla birlikte solda geliştirilen fevkalade alengirli (sofistike) devrim teorileri, bütün politika ve taktikleriyle birlikte yavaşça sönümlenmiş ve yerlerini yeni teorik düşüncelere, sol politik davranış ve taktiklere bırakmaksızın adeta ortadan kaybolmuştur. Pratikte kullanılamayan her teori, zamanla zayıflar ve etkisini kaybeder. Tarihsel gidişatın bu karışık alanda bir tür sadeleştirme yaptığını söyleyebiliriz.
Peki bu sadeleştirme hangi kavramları öne çıkardı? Kendi ülkemiz söz konusu olduğunda, ortaya çıkan uzlaşmaz temel kavramlar, ümmet ve millet kavramlarıdır. Cemaatlerden oluşan toplumun dinî esaslara göre yönetildiği sultanlık benzeri merkezi bir devlet mi, yoksa yurttaşlardan oluşan toplumun anayasa ve kanunlarla yönetildiği demokratik bir ulus-devlet mi? Bugünün sağcılığı ve solculuğu bu ayırıma göre belirleniyor. Bizim temel sorumuz, saflara ayrılma nedenimiz budur. II. Abdülhamid ile Mustafa Kemal’in bir kez daha karşı karşıya gelmesinin sebebi de budur. Bizim vatanımız yaşadığımız yerdir. Siyasî İslamcı’nın vatanı ise ‘dâru’l-İslâm’dır; bunun dışında her yer ‘dâru’l-harp’tir.
Bu ümmet/millet ayrımı siyaset alanına döküldüğünde, her ideolojik konuda olduğu gibi, gündelik politikanın çiğ ışığına maruz kalarak farklı kılıklara bürünmektedir. Bazıları bu ikisinin bir ve aynı şey olduğunu; bazıları dış ve iç tehditler karşısında Aydınlanma ile gericiliğin birleşerek iç cephe kurabileceğini; bazıları da bunların hiçbir şekilde bağdaşmadığını ve uzlaşamayacağını söylemektedir.
Tarihimizle hesaplaşalım, geçmişimizle yüzleşelim vs diyerek bu ikisinin sentezini yapmaya çalışırsanız, Osmanlı’nın yıkımına yol açan bütün hayaletleri başınıza toplamış olursunuz; laiklik ilkesini görmezden gelip siyasî İslam’ın ideolojik hegemonya alanında kendinizi yeniden tanımlamaya çalışırsanız, emperyalizmin zayıf ulus-devletleri etnisite ve mezheplere bölerek zayıflatma ve küçültme stratejisinin bir parçası hâline gelirsiniz. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletini bir arada tutan en sağlam Kurucu ilke laikliktir. Baltayı da tam oraya vurdular zaten... Laikliği kışladan ve eğitim sisteminden çıkardılar, camiyi siyasetin ve Devlet’in ta içine soktular.
Milletimizin tarihi elbette Anadolu beyliklerinden, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne gelir. Fakat BİZİM cumhuriyetimizin tarihi 1919’da başlamıştır. 1919’da başlayan, milletimizin değil cumhuriyetimizin tarihidir. Oysa Sayın Reis, şöyle diyor: “Yeni nesillerin kafasına sanki milletimizin tarihi 1919’da başlıyor, daha öncesi bize ait değil gibi bir yaklaşım nakşedilmeye çalışılmıştır. Milletimiz o engin irfanı ile bu dayatmayı reddetmiş ve tarihine sahip çıkmıştır. Ortaya çıkan tahribatı küçümsemek mümkün değildir” (TGRT Haber, 24.04.19).
Çok erken söylenmiş sözler! On yedi yıldır laik cumhuriyetin kafalardaki nakışını söküp kendi fikirlerini nakşedebildiler mi? Edemediler. Laik cumhuriyeti tahrip ettiler fakat yerine bir şey koyamadılar. Bu ülkenin ekonomisinden kültürüne, geleneğinden görgüsüne kadar her şeyini berbat ettiler. En güçlü oldukları zaman yapamadıklarını en zayıf oldukları şu zamanda hiçbir şekilde yapamayacaklardır. Çok dolambaçlı yollardan, uçurumlardan geçilse de engin irfanın gerçekte ne olduğunu bütün karşıdevrimciler kesinlikle öğreneceklerdir. O zamana kadar kimse kimliğini unutmasın; herkes soluna soğan, sağına sarımsak asıp, öyle dolaşsın!

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları
HDP sorunu 24 Ağustos 2019
Müşterek harekât 17 Ağustos 2019
Yeni bir dünya 06 Ağustos 2019
Üretim devrimi 03 Ağustos 2019
Demokrasi sorunu 30 Temmuz 2019