28 Mart 2024 Perşembe
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Tahammülsüz aşkın bumerangı!..

Mehmet Faraç

Mehmet Faraç

Eski Yazar

Paslı bir hançerin ucundan akan kırmızı ve yaralı bir gelincik gibiydi adamın yüzü...

Ya da tomurcuk tadında utangaç bir gül yavrusuna dönmüştü soluk benzi...

Sesi kısılmış bir kanaryanın azabında, nidalarından yoksun kalmışçasına susmuştu kimi zaman hüsran türküleri de çağıran hançeresi!..

Sustu benliğinin susuz kalmış derinliğinde... Sustu mağrur adam; içine kapandı, hep olduğu gibi sessizce...

Hep susmak istedi; serseri mayınları andıran dizginsiz suratsızlıktan, esmer tenine hapsetti kendini, yüreğe saplanan derin gamsızlıktan...

Ve içinden, “gerçek bir sevdayı anlatamadım” dedi kendi kendine...

İçini burkan sözcüklerin bir yumruk gibi kaburgalarına kadar işlediğini hisseti de “asalet adam olanın onurudur” deyip sustu...

Bir kentin varoşlarına yaslanmış yolun üzerinden; kimi sevdaya, kimi özleme, kimi gama, kimi kedere, kimi ihanete, kimi de hüsrana akan otomobillerin sabırsızlıkları gibi duramadı yerinde...

Öfkesine hapsolmuş kalbinin kırgın çırpınışlarına “dur” diyemedi, isyana yol alan kızgınlığını bir an durduramadı...

Baktı ki, yaşamın mayınlı arazisine dönüyor sevda; “gideceğim” dedi kısık bir sesle adam...

“Gideceğim ve bir daha kendini vuran kalplerde nisan sevdalarına eyvallah etmeyeceğim” dedi...

HÜZÜNLÜ GÖZDEN KAHVERENGİ POZLAR!..

Baktı da “yar” dediğinin yüzüne; hazan mevsiminin soğukluğuyla, belli belirsiz bir öfkeyi teninde barındıran, merhametinden terk olmuş bir duruşu hissetti...

Başını iki elinin arasına aldı adam; ya öfkesine savrulup sokaklara atacaktı kendini ya da “yar” denilen pervasızlığı bir kez daha sinesine çekecekti!..

“Yar” var o yar, kendini gecenin karanlığında otomobillerin ışık selinde gelgitlere bırakan adamın, çaresiz kalmış duruşunu anlayamadı bir türlü...

Oysa anladı adam; nadasa tutulmuşçasına kendini bazen terk eden yüreğin, henüz sevda taşıyacak kadar pişmediğini...

Adam; yaşamın “aşk” diyen objektifine kimi hüzünlü anlarda kahverengi pozlar veren gözleriyle baktı ve anladı; küçük bir fidan koca bir yüreğin yüküyle sarsılmaz mıydı?..

Sarsılmaz mıydı insan; yaşamın tüm deneyimsizliği içinde bir de zalim çırpınışlar yaşayan bir güzelin, bir o yana bir bu yana, bir eskiye bir yeniye, bir yukarıya bir aşağıya gelgitlerini görünce?..

Anladı ki adam; mermere damar gibi işlenmiş sevdaların tomruk ağırlığındaki yükü, küçük yarların ezilmiş yüreklerine çok ağır geliyor...

Zor adam ve buhranlı kadın... Pervasızlık ve duygusallık... Merhamet ve eskinin zulmünde bocalayan katransı öfke!..

‘KAHPE BİZANS’IN BAĞRINDA YARA!..

Yaşamın hüsranlarıyla savaşmış adam ve kaderin adaletsizliği içinde bocalamaya devam eden bir kadının sönmüş yanardağlardan aşk yangınları çıkarma çabası değildi ki bu?..

Taptaze bir toprakta, eskinin kötülük tohumlarını bertaraf edercesine çapalar yapmışlardı sevdanın dikenli yollarına...

Oysa filiz vermiş aşkların tomurcuk haline gelmesi beklenirken, köklerine zehir saçılmışçasına vuruldu yürekleri!..

İkisi de vuruldu; birbirine hep hasret kalırcasına, birbirini hep özlercesine ve birbirini çok severcesine... Ama çaresizce de gidercesine!..

O adam; kötülüğün kanlı savaşlarında öyküler yazmış o adam, “kahpe Bizans”ın kara bağrında, merhamet taşıyan göğsü bir kez daha yumruklanmışçasına hissetti kendini...

Siyah takım elbisesinin düğmesini ilikledi, beyaz gömleğinin yakasını düzeltti, kehribar tespihinin pusulasında kapıya yöneldi...

“Yar” var ya “yar... “Pervasızlığın artık dikenli bir yola döndüğü boş vermişliğinde çok şaşırdı... “Gitmez” dedi “bu adam...”

“Gitmez” demişti ama çelik kapının gıcırtısı, ezilmiş bir kağnının dönüşü olmayan ninnisi gibi gidişini duyurdu...

Yeniye direnen, yeninin direndiği, eskinin isyanına sırtını dayayarak gitti adam ve merdivenlerde yankılanan ayak sesleri, yok oluşun tamtam seslerini duyururcasına gitti!..

ÇARESİZLİK FİDANA DÖNÜŞMÜYOR YAR?..

Adam giderken; yüreğine kalkanlar tutarcasına boşa taarruzlar yapan, her hamlesinde yaralanan ve her öfkesinde hırpalanan o “yar” ne yaptı acaba?...

Beyaz tenine konan esmer kelebeğin hasret kokan busesini düşündü mü hiç?..

Yoksa, öfkelenmiş bir yüreğin bazen yanardağ gibi isyan eden bakışını mı düşledi?..

O adam var ya; bir Arap atının, direnen son hamlesi gibi gitmişti o adam!..

Asaletini yele yapmış, mahmuzlanmış öfkesiyle sanki dörtnala gitmişti yarin yanından!..

O adamın arkasında bıraktığı yar; taptaze canların mağdur kalmış yürek yoksunluğunda, o geceyi nasıl geçirdi acaba?..

Sevdasının cana can katan ısınmış son tenine sarılarak mı uyudu; yoksa gözleri tavanda, hançerlediği yüreğin yüzlere yansıyan kırgınlığını mı hissetti?..

Şunu da yüreğinden geçirmiş midir yar; “İnsanın pervasızı yar gibi olamıyorsa; ne çare ki, yaraya dönüşebiliyor...”

Adam ise şöyle mi geçirmiştir içinden hüznü, “Sevda bazen bir törpü gibi kemiren, bazen de kısır döngüde kangrene dönüşen bir yaradır...”

O gün akşam; kelebek zamanında... Kısa sürdü güneşin ömrü... Kıymeti bilinmeyen sevdalar gibi kısacık sürdü...

Kadın, kendisine esaret olan öfkesinin içinde belki de yalnız kaldı, kim bilir belki de masaların üzerinde, ters yatırılmış telefonların gizeminde sakladığı, yeni güzergahlara yelken açtı!..

Ya adam?.. Ne düşünüyordu “yar” çaresizliğinin bir fidana dönüşemeyeceğini anladığında?.. Ne geçirdi acaba içinden?..

O adam; İstanbul’un karmaşasından, yalnızlığın hazan vadisine doğru giderken, tespihinin her tanesine bir öpücük gibi kondururcasına her harfi, adeta şöyle yazdı içinden;

“Üzerinde öfke de yazsa, gaflet de, cehalet de... Şüphesiz tahammülsüz aşkın bumerangı döner, gelir sahibini vurur!.