25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 20°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Abdülhamit ve tıbbiyeliler

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

Abdülhamit ve tıbbiyeliler

Son zamanlarda oldukça parlatılmaya çalışılan II. Abdülhamit’in öne çıkarmak istenilen özelliklerinden biri de öğrencilerle olan ilişkileridir. Özellikle tıbbiyelilerle çok iyi ilişkileri olduğu sıkça söylenir ve ispatlanmaya çalışılır. Peki, tıbbiyeliler ve Abdülhamit’in arası bu kadar iyi miydi? Yoksa aralarında amansız bir hürriyet mücadelesi mi vardı?

Neden Tıbbiye?

Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte II. Mahmut tarafından kurulan “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” (Muhammed’in muzaffer askerleri), modern Osmanlı Ordusu’nun hekim ihtiyaçlarını karşılamak üzere önce Tıbbiye, daha doğrusu Askeri Tıbbiye 14 Mart 1827 tarihinde İstanbul’da açılmıştır. Medrese düzeninde açılan bu okulun ilk adı “Tıbhane-i Amire”dir. Bunun yanında, bir de, cerrah yetiştirmek üzere “Cerrahhane” adıyla bir okul daha açılmıştır. Bu iki okul 1836’da “Mekteb-i Tıbbiye” adıyla birleştirilmiştir. Tıbbiye ve tıbbiyeli kavramları bu birleşmeden sonra kullanıma girmiştir.[1]

Tıbbiye eğitimi tıpkı Harbiye ve Mülkiye’deki gibi Batı tarzında ve modern bir anlayışta olduğu için yeniliklere açık ve ufku geniş öğrencilerin yetişmesini sağladı. Avrupa’da Fransız İhtihali ile ortaya çıkan hürriyet, adalet, milliyetçilik gibi kavramların tartışıldığı ve Osmanlı’daki karşılıklarıyla kıyaslandıkları bir yerdi tıbbiye.

Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam “Nasıl Okudum” adlı kitabında şöyle aktarıyor:

“Tıbbiyeli garp ile şarkın farkını bilen ve geriliğimizin derin acısını duyan insandı. Bu sebepten Tıbbiye Mektebi vatanseverliğin, hürriyet aşkının, şark miskinliğinden kurtulma, ilerleme, bir an önce yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmış memleketlere yetişme cehdinin bir yuvası olmuştu. Tıbbiyeliler, Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahlarının gerici ve müstebit idaresine karşı daima isyancı bir durum almışlardı. Bunun içindir ki, Abdülhamit, tıbbiyelileri sevmez, onlardan korkar, çekinir ve onlara karşı şiddetli bir baskı yapardı. İşte Tıbbiye’deki terör idaresinin sebebi bu idi.”[2]

Padişahım baş aşağı

Osmanlı İmparatorluğu’nda egemenlik padişaha aittir. Herkes padişahın bendesi yani kuludur. Devlet yöneticileri attıkları belgelerde isimlerinin üstüne “bende” yazıyorlardı. Bende “kul” demektir. Konuşurken çoğu zaman kullanılan “bendeniz” ifadesi o günlerden kalmaktadır.

Benzer durum birliklerde, askeri törenlerde ve okul açılışlarında da yaşanır. Mekteb-i Tıbbiye’de de öğrenciler, subaylar tarafından adları okunduktan sonra topluca “Padişahım çok yaşa” şeklinde bağırmak zorundaydılar. Tıbbiyeli öğrenciler bu sözün söylenmesine karşı çıkmışlardır. “Padişahım çok yaşa” diyen birçok okulun aksine bazı öğrenciler “Padişahım baş aşağı” der, bazıları ise hiç sesini çıkarmamıştır.[3]

Teşkilatlanma ve başkaldırı

Batı tarzında modern bir eğitim sistemini temel alan kurumların başında gelen Tıbbiye’de, yeni yetişen genç kuşaklar devletin işleyişi ve ülke sorunları ile yakından ilgilenmeye ve bu sorunlara karşı çözüm önerileri üretmeye başladı. Üretilen çözüm önerileri zaman içinde düşünsel boyuttan eylem durumuna geçerken, eğitim kurumları içinde gençlik örgütlenmeleri de güç kazandı. Gençliğin hedefi, baskı rejimi olarak gördükleri II. Abdülhamit’in istibdat yönetimine son vermek ve Meşruti yönetimi ve Kanuni Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymaktı.[4]

Bu hedefe yönelik ilk örgütlenme düşüncesi, iktidarla zihniyet uyuşmazlığı nedeniyle muhalefetin kalesi durumuna gelmiş olan Mekteb-i Tıbbiye’de, 1889 yılında ortaya çıktı. Cemiyetin 1 no’lu üyesi İbrahim Temo cemiyetin kuruluş amacını şu sözlerle anlatmaktadır:

“Sarayburnu’nda, şimdi İmarat-ı Askeriye’ye tahsis olunan Gülhane Mektebi adını alan Mektebi Tıbbiye-i Askeriye’de bir teneffüs vakti… Elimde kitapla dolaşırken İshat Sukuti yanıma sokuldu, yeni bir şeyler olup olmadığını sordu. Ben, aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup gideceğini… Bu tehlikenin giderilmesi için bir çare düşünüp… Faaliyete geçmek… Bir cemiyet halinde çalışmak gerektiğinden bahsettim.”[5]

Böylece İstibdat Rejimi’ne direnecek ve Meşrutiyeti yeniden ilan ederek devrimi gerçekleştirecek cemiyetin çekirdeği “İttihad-ı Osmani Cemiyeti”, Tıbbiye çatısı altında kuruldu.

Ayrıca 14 Mayıs 1907’de Askeri Tıp öğrencileri arasında hürriyet fikirlerinin yayılması ve canlanması amacıyla kurulan “Askeri Tıbbiye Mektebi Cemiyeti”, Avrupa’daki Genç Türklerin bütün yayınlarını elde etmeye ve ülke gençlerine okutmaya çabalar. Hatta hükümeti idare edenleri tehdit edici bir dille istibdat aleyhine bir yazı kaleme almışlar ve bu yazıyı Yıldız Sarayı’na yollamışlardır. O yazıdan bir bölüm ise şöyledir:

“…Mithat Paşa'nın katille kalbi millete açtığınız ceriha elan kanıyor.

Cemiyetimizin, meşveretimizin size bulduğu çarei necat, şu tahtı saltanattan feragat eylemenizdir. Bırakınız bu tahtı bibahtı, bırakınız.

Meşveretimiz, cemiyetimiz sizin hal ve istikbalinizi şöylece hulâsa eder. Haliniz kırınızı, istikbaliniz de simsiyah!"[6]

“Şeref Kurbanları”

Tıbbiye’de ve ülkede sıkı bir istibdat politikası uygulanıyordu. Tıbbiyeliler sürgüne gönderiliyor, okuldan uzaklaştırılıyordu. Artan Ermeni olayları sebebiyle başta Harbiye olmak üzere okullarda huzursuzluklar büyük boyutlara ulaşırken; sürgün ve cezalandırma olayları da artarak devam ediyordu. Cemiyet, yurt dışında örgütlenme çalışmalarına devam ederken; İstanbul merkezi bir an önce Abdülhamit’i tahttan indirme planı yapıyordu.

Planın Saray tarafından ortaya çıkarılmasının ardından hareketin tüm planlayıcıları, onlara yardım edenler, cemiyete sempati duyanların da aralarında bulunduğu, 324’ü öğrenci olmak üzere toplam 630 kişi tutuklandı.[7]

Tutuklananlar Tıbbiye Mektebi’nin “Camialtısı”, Harbiye’nin fena ve pis kokan kahve ocakları, Tophane’nin tersane zindanı gibi işkence ve azar yerlerinde aylarca tutuldular. II. Abdülhamit cezaları kademeli sürgün şeklinde uygulamaya karar verdi. Ordudan gelecek bir hareketten çekinildiği için mahkumlar içinde yer alan, başta Kazım Paşa olmak üzere, yüksek rütbeliler, görev verilerek ülkenin uzak eyaletlerine sürgüne gönderildi. Aralarında 32’si Tıbbiyeli olmak üzere 77 kişi Şeref Vapuru’na bindirilerek Trablusgarp-Fizan*’a sürgüne gönderilmiştir. Bu kişiler tarihe “Şeref Kurbanları” olarak geçer. [8]

Trablusgarp-Fizan, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun en korkulan sürgün yerlerinden biriydi. Açık hava hapishanesini andıran bu yere, siyasi suçlular ve merkezden uzaklaştırılmak istenen devlet görevlileri gönderilirdi. Yağmurun bilinmediği bir yer olan Fizan, insana yaşam şansı vermeyen, sert, acımasız bir özelliğe sahipti. Karayolu ya da demiryolu ulaşımının olmadığı Fizan’a develerin sırtında, yaklaşık kırk beş günlük bir yolculuktan sonra ulaşılıyordu.[9]

Sürgünler, 27 Ağustos Çarşamba Taşkışla’nın genişçe bir koğuşuna toplandılar. Kabataş iskelesine yüründü. Karanlık içinde, etrafta yanan kırmızı ve yeşil fenerler eşliğinde Şeref Vapuru’na yanaşan istimbotlardan çıkarılan sürgünler, ardından ambarlara yerleştirildiler. Yerleştirme esnasında uygulanan sert muameleden şikayet eden sürgünler, II. Abdülhamit rejimine karşı hep bir ağızdan “Yaşasın Hürriyet! Yaşasın Vatan” haykırışlarında bulunduktan sonra hep bir ağızdan İstibdat Rejimi’ne karşı bir şiir okudular:[10]

“İttifak yok, ittihaf yok, bir felakettir gider

Aşina yok, eskida (sadıklar) yok, bir cehalettir gider

Hayf (haksızlık), öyle bir gidiş ki cenneti viran eder

Bir beladan bin bela icad eden hain Yezid

Ademiyet, din ü millet düşmanı Abdülhamid”

Nazım Hikmet de tıbbiyeli

Bir iddaaya göre öğrencilerden bazıları, Abdülhamit tarafından ayaklarına taş bağlanarak denize atılmıştır. Ancak Abdülhamit’in tıbbiyeli denize attırdığına dair bir belge bulunamamıştır. Nazım Hikmet, bu olayı ve 1908 öncesi Abdülhamit dönemi tıbbiyelilerini, “Hapishane Mukayyıdı” şiirinde şöyle ifade etmiştir:

“Hiç adam asılırken gördünüz mü?
Yarın bir tane asacağız,
şafakla
şafakla beraber...
Abdülhamid
atardı Tıbbiye talebesini
Sarayburnu'ndan.
Akıntı götürmüş çuvalları
bulamadılar...
Çok adam
çok adam asıldı Hürriyette...”

Haydarpaşa ödül değil sürgün

Tıbbiye’nin Haydarpaşa’daki binasına taşınması tarih kitaplarında ve tıp fakültelerinde çoğunlukla padişahın bir lütfu olarak anlatılır. Fakat gerçek öyle değildir. Haydarpaşa esasında denize yakın olması ve Yıldız Sarayı’na uzak olması sebebiyle bir sürgün yeridir. Tıbbiyelilerin sur içi İstanbul’undan sur dışına taşınmasıdır.

Şeref Vapuru’yla Trablusgarp’a gönderilip, askeri hapishanede hapsedilenler için alınan tedbirler arasında, Harbiye’deki iki sınıfın uzaklaştırılması ve Askeri Tıbbiye’nin Gülhane’den Haydarpaşa’ya taşınması da vardı.[11]

İstibdat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış Dr. Cemil Topuzlu (Darülfünun Tıp Fakültesi Dekanı, İstanbul Belediye Başkanı, 1868-1958), “80 Yıllık Hatıralarım” isimli kitabında, Mekteb-i Tıbbiye’yi şöyle anlatıyor:[12]

“…Mekteb-i Tıbbiye talebesi daima sarayın aleyhine ahrarane (özgürlükçü, hürriyetçi) fikirler taşımıştır (…) O sıralarda Tıbbiye-i Askeriye talebesi birkaçını yaptıkları “hürriyetperverane” nümayişten (gösteri) ve ceplerinde “evrak-ı muzırra” bulundurmasından dolayı tevkif ettiler ve Fizan’a sürdüler. Padişah, ihtilal yatağı addettiği Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’nin derhal Haydarpaşa’daki binalara taşınmasını irade buyurdu! Bir hafta içinde Haydarpaşa’ya sürüldük.”

Görüldüğü gibi Dr. Cemil Topuzlu da, Tıbbiye’nin Haydarpaşa’ya taşınmasını bir sürgün olarak değerlendirmiştir.

Askeri Tıp öğrencileri Kadir Gecesi’nde Ayasofya Camisi’nden çıkışta “zararlı evrak” (bugünkü dille yasak bildiri) dağıtmışlar ve bu yüzden tutuklanmışlardır. Tutuklamalardan sonra Tıbbiye’den Kahire ve Cenevre olmak üzere yurt dışına kaçışlar başlamıştır.[13]

Tıbbiyelilerde bulunan “evrak-ı muzzıra”, Attila İlhan’ın bir şiirinde şöyle yer almıştır:

...

kim kaldı ittihat ve terakki'den
o jöntürkler ki - `hariçten
evrak-ı muzırra celbederlerdi' -
o fedailer ki barut öksürürler
sakal tıraşları mavi
kırmızı bıyıkları biber…

Esir olmaz bu Tıbbiye

Kuruluşu itibariyle döneminin en ileri gelişmelerini takip eden Tıbbiyeliler, hürriyet mücadelesini kendi vatanlarında vermek istemişlerdir. Türkiye Gençlik Hareketi içerisinde önemli yere sahip olan Tıbbiye, karşılaştığı binbir zorluğa rağmen yılmamıştır. Hürriyet kavgasında gençlik meşalesini önde taşımayı sürdürmüştür. O günleri Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam şu sözlerle anlatıyor:

“Terör rejimi tıbbiyeliyi yıldırmak şöyle dursun, tıbbiyeli ruhunu bir kat daha pekiştirmiş, onu zulme, istibdata karşı yalçın bir kale haline getirmişti. Tıbbiye’de talebe Abdülhamit idaresine karşı derin bir nefret besler ve hislerini her fırsatta, en büyük tehlikeler ve hatta hayatları pahasına da olsa, açığa vurmaktan çekinmezlerdi.”[14]

Ahmet Bedevi Kuran, Askeri Tıbbiye Mektebi’ndeki gençlerin heyecanlı ve daha etkili hürriyet gösterisi için, 22 Birincikanun 323 (1907) sabahı koridor pencereleri arasındaki büyük ve geniş çıkıntılara kömürle şunları yazdıklarını aktarmıştır:

“Yaşasın hürriyet, adalet, müsavat!

Kahrolsun istibdat, kahrolsun zulüm!”[15]

Büyük Fransız Devrimi’nin üç sözcüğü, “hürriyet, adalet, müsavat”, istibdata karşı savaşımın sembolü olarak kullanılagelmiştir. Var olduğundan bu yana “hürriyet” aşkına bürünen tıbbiyeli, sonraki yıllarda da Mustafa Kemal’in “bağımsızlık” aşkına bürünecek, toplumsal sıçrayışlarda öncü görevler alacaktır.

Dipnotlar

[1] Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Toplumsal ‘İlerleme’nin ve Türkçe Eğitimin Öncüsü Tıbbiye, Hatiboğlu Yayınları, 2. Basım, Ankara: 2011, s. 17.

[2] Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam, Nasıl Okudum, İşaret Yayınları, 5. Baskı, İstanbul: 2010, s. 56-57.

[3] A.g.e., s. 59.

[4] Yücel Aktar, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Gençlik”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 2, s. 520.

[5] İbrahim Temo, İttihat Terakki ve Anılarım, Alfa Yayınları, 1. Basım, İstanbul: 2013, s. 26-27.

[6] Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihi ve Jön Türkler, 1. Basım, 1945, s. 211.

[7] Dr. Eren Akçiçek- Dr. Fevzi Çakmak, Vatan ve Sıhhat, 1. Basım, İzmir: 2015, s. 30.

[8] Ali Fahri Ağababa, Şeref Kurbanları, Çatı Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul: 2007, s. 60.

[9] Toplumsal Tarih, sayı 125, Mayıs 2004, s. 24-29.

[10] Ali Fahri Ağababa, Şeref Kurbanları, Çatı Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul: 2007, s. 51-53.

[11] Sina Akşin, Jöntürkler ve İttihat Terakki, İmge Kitapevi, 7. Basım, s. 62.

[12] Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hatıralarım, Arma Yayınları, 3. Baskı, İstanbul: 1994, s. 61-62.

[13] Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Toplumsal ‘İlerleme’nin ve Türkçe Eğitimin Öncüsü Tıbbiye, Hatiboğlu Yayınları, 2. Baskı, Ankara: 2011, s. 96.

[14] Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam, Nasıl Okudum, İşaret Yayınları, 5. Baskı, İstanbul: 2010, s.57.

[15] Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihi ve Jön Türkler, 1. Basım, 1945, s. 211.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları