29 Mart 2024 Cuma
İstanbul 20°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Halifelik nedir? Neden kaldırıldı?

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

Halifelik nedir? Neden kaldırıldı?

Halifelik, Hazreti Muhammed’in 632 yılında ölümü üzerine onun siyasal ve dinsel görevilerini yürütmek üzere Arabistan’da başlatılan yönetim türüdür. Zamanla İslam çokulusluluğunun sembolü haline gelmiş, tarihi boyunca İslam dünyasını ve büyük Batı devletlerini ilgilendirmiş, 3 Mart 1924’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edilen yasayla kaldırılmıştır. Yasayı çıkaran TBMM olmakla birlikte yalnız Türkiye’yi ilgilendiren sorunlar nedeniyle kaldırılmamıştır. Bunlar sadece bardağı taşıran damlalar olurken gerçek nedeni, ulus-devletlerin bağımsızlıklarını kendi yönetimleri altında özenle korudukları günümüzde, uluslararası alanda bu kurumun anlamsız kalması, bir başka deyimle Halifeliğin ömrünü tamamlamış olmasıdır. Kaldırılmasının TBMM gündemine getirilmesi ve son kararın burada alınmasının iç ve dış nedenleri vardır. Çok yakın geçmişte Meclisin aldığı bu kararın, hatta bunun Lozan’da yapılan baskı ürünü olduğunun birçok kez gündeme getirilmesi üzerine çoğumuz, bu konuda bilgimizi yoklar olduk. Sorularımızın yanıtlanmasının Halifeliğin niteliği ve niceliği hakkında bilgilenmeyi gerektirdiğini düşünerek, Halifelik ve kaldırılması hakkındaki bazı araştırmalarımı aydınlatıcı olmasını umarak okurlarla paylaşmak istiyorum.

Halifelik, başlaması, gelişmesi

Sözlük karşılığı “Birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse”[1] olan halef sözünden türetilen halife, İslam Ansiklopedisi’nde “Peyagamberin halefi ve kendisinden sonra yerine kaim olmak itibarı ile İslam camiasının en yüksek reisinin yani imamının ünvanı”[2] olarak tanımlanır. Kur’an’da Peygamberin ölümünden sonra Müslümanları halifenin yöneteceği hükmü olmadığı gibi, İslam dinini ve devletini kuran Hz. Muhammet’in de bu yönde bir vasiyeti olmamış, hadislerinde buna yönelik bir hüküm yer almamıştır. Halifeliğin tarihsel başlangıcı, Hz Muhammed ölünce onun yönetsel ve dinsel görevlerini sürdürmek üzere Ebubekir’in seçimle bu göreve getirildiği Dört Halife devriyledir. Hulefayı Raşidin olarak bilinen bu dönemde yöneticilere Halife denmiş; üçüncü Halife olan Osman 656 yılında öldürülünce, Peygamberin amcaoğlu ve damadı Ali’nin Müslüman topluluğuna yönetim başkanı olarak seçilmesiyle Halife sözü İslam Edebiyatına terim olarak girmiştir.[3]

İslam dini kimseye dinsel yetki vermediğinden, Peygamberin ölümü üzerine en yakını ve güvendiği kimse olan Ebubekir, onun siyasal ve dinsel görevlerini yürütmekle yükümlü olarak bu göreve getirilmişti. Bu aşamada nitelikleri açısından Halifenin bilgili, ergin, iyi ahlaklı, yetenekli, bedenen ve kafaca sağlam (alim, adil, kifayetli, salim) ve Hz. Muhammed’in geldiği Kureyşi kabilesinden olması öngörülmüştü. Arap olmayan birinin İslam alemine başkanlık yapamayacağı anlamına gelen son niteliğe, Halifelik Osmanlı’ya geçene kadar uyuldu. Halifelerin siyasal görevleri devlet yöneticisi olarak İslam mülkünü korumak, vergi işlemleri, memur maaşlarının ödenmesi, atamalar gibi devlet işlerini yürütmekti. Dinsel görevleriyse imamlık ve bulunduğu yerde Cuma namazını kıldırmak başta gelmek üzere, şeriatın uygulanmasını sağlamak, İslam devletinin bütünlüğünü koruyup yaymak, gerektiğinde din adına savaşa çağırmak yani Cihat duyurmaktı. Dinsel işlevselliği olmadığı böylece anlaşılan Halifelik, tarihsel yaşamı boyunca Müslümanların bölünmesini, aralarında sürtüşmelerini, çarpışıp birbirlerini öldürmelerini önleyememiştir.[4]

Sıralanan görevleriyle Halife İslam dünyasının tek lideri-en üst makamı gibi görünüyordu, ama Hristiyanlıktaki Papalık gibi dinsel yetkileri olmadığından, uygulanması böyle gelişmedi. Halife’nin tek lider olması, Ali-Muaviye çekişmesi ve Halifeliğin Emevi ailesine geçmesinden bile önce liderlik bozulmuş, aynı zaman diliminde farklı yerlerde, farklı kimseler Halife olarak tanınmıştı. Hatta Mısır Fatimilerinin Halifeleri Şii idi.[5] Osmanlı’daysa dünyasal uygulamaların Şeriata uygunluğunu saptayıp duyuran Fetva’yı Halifeler değil, şeyhülislamlar ve fıkıh yetkilileri verirdi. Kaldı ki Fetva ile hal’edilen (yerinden alınan) veya boğdurulan Halife-Padişahlar bile oldu.

Dördüncü Halife Hz Ali, önceki Halife Osman döneminde güçlenen Haricilerden İbn-i Mülcem tarafından 661 yılında öldürülünce yerine oğlu Hasan, o ölünce Hüseyin Halife seçilip Irak ve dolaylarında tanınırken, Emevi ailesinden Muaviye de Şam’da Halifeliğini duyurdu. Muaviye’nin ölümünden sonra yerine oğlu Yezid’in geçirilmesini kabul ettirmesiyle de Halifelik bu dönemde güce dayalı bir makama ve babadan oğula geçen saltanat sistemine dönüştü. Yine bu aşamada başlayan Şii-Harici mezhep ayrılığı ve her birinin halifeliği ayrı adlandırıp (Şiiler imam olarak adlandırmıştır) farklı tanımlaması üzerine Sünni bilginlerin tanımları ve yorumlarıyla[6] Halifelik, İslamın Sünni ögesine seslenen bir kurum haline geldi. Bundan sonra Müslümanlar arasındaki bölünme derinleşirken Halifelik Emeviler, Abbasiler gibi İslam devletlerinin her birinde devlet otoritesini daha güçlü kılabilmek için kullanıldı. Bu nedenle farklı İslam devletlerinde farklı kimselerin halife tanınmasıyla, aynı zaman dilimi içinde birden fazla Halife de oldu. İslam devletleri parçalanıp sömürgeci ülkelerin egemenliğine girerlerken, Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsız kalmasıyla da Osmanlı Halifeleri tek halife oldular.

Yaygın olarak Yavuz Sultan Selim’in 16. yüzyılda Mısır’ı almasıyla Halifeliğin Osmanlı İmparatorluğu’na geçtiği öne sürülür. Bundan bir varsayım olarak söz etmemin bir nedeni, aldığı toprakların Allah’ın emriyle resulünden sonra ( kendini kastederek) Halifesinin olduğunu saltanat beratında belirten I. Murat’ın (Hüdavendigar; 1362- 1389)[7], Halife sözünü Yavuz’un döneminden daha da önce kullanmış olmasıdır. İkinci nedeni de 1258 yılında İlhanlılar Abbasilere son verince, Mısır’a kaçıp Memluk Sultanı altında Halifeliği sürdüren Abbasi Halifelerinden El Mütevekkil Allah III’ün, Hz. Muhammed’e ait “kutsal emanetler” olarak bilinen bazı eşyalarla birlikte Yavuz Sultan Selim tarafından İstanbul’a getirildiği bilinmekle birlikte, Halifeliği devraldığının bir belgesi veya tören kaydı olmamasıdır. Hatta Yavuz, oğlu Süleyman’a (Kanuni), onu devlet işleri hakkında bilgilendirmek için sık sık yazdığı kapsamlı mektuplarında da böyle bir olaydan söz etmemektedir. Bilinen, Yavuz’un içinde Halife sözü geçmeyen ve “mütevazı bir tabir olan” Hadimül Haremeyeşşerifeyn -Mekke Medinenin hizmetkarı- unvanını aldığı, El Mütevekkil’in de Yavuz öldükten sonra Kahire’ye dönerek ölene kadar Halife unvanını kullandığıdır.[8] Nitekim 1768 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Kırım’ın bağımsızlığının tanındığı 1774 Küçük Kaynarca anlaşmasına kadar[9], Osmanlı belgelerinde Halifelik konu olmamıştır. Bunun da ötesinde, Yavuz ve sonraki Osmanlı Padişahlarının Halife unvanını kullanmadıkları, ayrıca, bastırdıkları paralarda Halife yerine Sultan unvanını kullandıkları gibi, Cuma hutbelerinin de Halife adına değil Sultan adına okunduğu yine Osmanlı belgelerinden anlaşılmaktadır.[10]

Halifeliğin düzenli kullanılması ulusçuluk akımıyla İmparatorluktan çözülmelerin artması üzerine, II Abdülhamit’in İmparatorluğun hiç olmazsa İslam unsurunu bir arada tutmak umuduyla sarıldığı İslamcılık (Pan İslamizm) çerçevesinde bu kurumu öne çıkarmasıyla başladı. Onu izleyen iki Padişah da Halife unvanını kullandı ve Halifelik, Ortadoğu’daki emperyalist politikalarını bu kuruma sarılarak geliştirmeye yönelen Batı devletlerine karşı Osmanlı bütünlüğünü korumak için kullanılan bir siyasal güç olarak sahnede kaldı.

Emperyalizmin Halifeliği kullanması

Batı devletlerinin Halifelikle ilgisi, özellikle Endüstri Devrimi’nin etkisiyle emperyalizmin dev adımlarla ilerlemesi, Akdeniz’de ticari üstünlüğün öneminin artması ve I. Dünya Savaşı’na kadar İslam topraklarının büyük bir kısmının sömürge haline getirilmesiyle bağlantılıdır. Petrol zengini Ortadoğu topraklarından yararlanmak için İslam topluluklarını sömürgeleştiren yayılmacı devletler, Halifenin İslam nüfus üzerindeki etkinliğinden hep yararlandılar. Şöyle ki, Fransız Devrimi’nden sonra dünyaya yayılan ulusçuluk, Osmanlı İmparatroluğu’nun sade Müslüman olmayan unsurlarını etkilemekle kalmamış, Arnavutlardan Araplara kadar İslam topluluklarına da sıçramıştı. Bunların her biri kendi ulus-devletlerini kurmak özlemiyle Devlete karşı ayaklanırken Rusya’nın, 1774 yılında Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım Hanlığı’ndaki Müslümanların dinsel açıdan Halife’ye tabi olmaları karşılığında (3. Madde) Osmanlı Ortodokslarının koruyucusu olmasından sonra[11], öbür büyük devletler de Halifeliği Osmanlı’ya karşı siyasal anlamda kullanmaya başladılar. Aslında bu kandırmacalı takazda ne jeopolitik ne de demografik yönden bir eşitlik vardı. Ancak, artık hızla zayıflayan Osmanlı Devleti’nin politikası koruyabildiğinle yetinmeye dönüştüğünden, bunun farkında olan büyük devletler de kendilerine çıkar sağlamakta en çok dini kullanır oldular.

Fransa Kanuni dönemine kadar uzanan çıkarcı yakınlıkla Osmanlı Katoliklerinin koruyuculuğunu, dolayısıyla, devletin içişlerinde söz sahibi olmak hakkını sağlamışken buna Küçük Kaynarca ile Rus yakınlaşması eklenince, sömürgecilikte hayli yol alan İngiltere de Protestalığı kullanarak benzer haklar koparmak peşine düştü. Ama önce Bab-ı Ali’nin bu inancı bağımsız bir mezhep olarak tanıması, bunun için de inancın çok az olan üyelerinin hatırı sayılır bir sayıya ulaşması gerekiyordu. Bu noktayı dikkate alan İngiltere önce Protestanlığı yaymak amacıyla 1820 yılında İmparatorluğa gelmeye başlayan Amerikalı misyonerleri ve Müslüman olmayan unsur arasında ulusçuluk ve bağımsızlık düşüncesini de geliştiren okullarını destekledi. Amerika’nın Osmanlı’ya yayılmacı gözle bakmadığına güvenen Bab-ı Ali’nin hoşgörüsünün de katkısıyla Protestanlar çoğalıp 1847 yılında da ayrı bir mezhep olarak tanınınca da Protestanların koruyuculuğunu üstlendi.[12]

Aslında İngiltere bu hakkı Osmanlı Devletinin güçlenmesini, öbür devletlerin de Akdeniz’de üstünlüğü ele geçirmelerini engelleyerek en önemli sömürgesi olan Hindistan’ın yolunu tehdid etmelerine meydan vermemek için istemişti. Bunun için 1830’lu yıllarda Bab-ı Ali’yi, devletin sanayileşemeyip kendine hem pazar hem ham madde kaynağı olmasını sağlayacak ticari bağıtlarla kandırırken sağladığı çıkarlarla öbür ülkeleri de özendirdi. İngiltere benzeri ticari sözleşmeler yapmakta gecikmeyen büyük ülkeler de dayatmalarla ekonomik ve siyasal çıkarlar sağlayacakları özellikleri Tanzimat dönemi fermanlarıyla kağıda döktürürken, Osmanlı devletinin eski gücünü kazanmak için bu dönemde giriştiği yenilik hareketleriyle ülkenin teokratik kimliğini yitirmemesini önde tuttular.

Böylece, uzun uğraşılardan sonra beklediği hakkı elde eden İngiltere, bundan sonra İmparatorluğu parçalayıp çıkar alanını genişletebilmek için Halifeliği kullanarak Arapları kışkırtmaya, milliyetçi duygularını geliştirerek Osmanlı Devletine karşı ayaklandırmaya yöneldi. Araplar arasında kullandığı tema, Halifeliğin aslında Kureyş Hanedanı’nda, yani Araplarda olması gerektiği, Osmanlı Hanedanı’nda bulunmasının haksızlık olduğuydu. Türklere düşmanlıkları Haçlı Seferlerinden beri bilinen Araplarsa, 18. yüzyılda ortaya çıkan Vahabilikle de iyice güçlenmiş, Osmanlıların topraklarını ve Halifeliği ele geçirmesinden duydukları hoşnutsuzluğu çeşitli ayaklanmalarla göstermişlerdi. Hatta Arapçada “hıyanet etmek, aldatmak” anlamına gelen “Hana” sözünü çarpıtıp, Osmanlı Sultanlarına “Han” diyerek duygularını daha açık etmişler,[13] ancak kışkırtılana kadar da eyleme geçmemişlerdi. Bu çerçevede 1880’lerde Sudan Genel Valisi Charles Geoerge Gordon’un (Gordon Paşa) Hartum’da başlattığı kışkırtmanın genişlemesiyle Halifeliğin Türklere ait olamayacağı düşüncesi, 20. yüzyıla girerken Araplar arasında iyice yaygınlaşmıştı.[14] Arap ve İngiliz düşünürler, Araplar arasında Hristiyan egemenliğinin Türk’e tercih edildiğini, ancak Halifeliğin Araplara geçmesiyle İslam dininin özüne dönülebileceğini içeren kitaplar yayınlayıp, Şeriatın Batılılaşmayı engellemesini Türklerin karşıtlığı ile aşmaya çalışmışlardı.[15]

İngiltere Arapları kışkırtmayı, Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle sıkı işbirliği olan Hicaz Emiri Hüseyin’in oğlu Faysal’ın irtibat subayı Yüzbaşı Thomas Edward Lawrence ile sürdürdü. İngiliz İstihbarat Teşkilatı (İntelligence Service)’nın casusluğunu yapan Lawrence’in asıl görevi Araplarla ve liderleriyle görüşerek, onları devlete karşı ayaklandırmaktı.[16] Nitekim Araplar, onun İngiltere'den sağladığı para, silah, cephane, araç ve gereçlerle Türklere karşı birçok gerilla savaşı kazandılar. Öte yandan İngiltere Doğu’daki nüfuzunu Halifelik üzerinden geliştirmek için sadece Arapları değil, en kalabalık İslam nüfusunu içeren sömürgesi Hindistan’ı da kullandı. Ama Hint Müslümanları arasında Dünya Savaşı’nda ve daha sonra üzerinde durulacak Kurtuluş Savaşı sırasında kullandığı yöntem, Halife’nin Almanya’nın baskısıyla cihat çağrısı yapmak zorunda kaldığı söylemiyle onları Halifeyi kurtarmak için örgütlemekti. Böylece I. Dünya Savaşı’nda Arapları Halifeliğin onların hakkı olduğunu öne sürerek bu kurumu ele geçirmeleri için, Hint Müslümanlarını da İttifak Bloğunun oyuncağı olduğunu öne sürüp İstanbul’daki Halifeye sahip çıkmaları için Osmanlı askerlerine karşı savaştırdı. Öbür İslam topluluklarını da Halifenin cihat çağrısına karşın Türklere silah çekmesini sağlayacak kadar etkiledi.

Ulusal birliği 1871’de tamamlanarak kurulan Alman İmparatorluğu da, petrolü ile yayılmacı devletlere çok çekici gelen Ortadoğu’da etkinlik sağlamak peşine düşmekten geri kalmadı. Sömürgecilik yarışına geç katıldığı için öbür büyük devletlerin çoktan yakınlaştığı İslam topluluklarını başka türlü etkilemesi gerektiğini anlayan Kayser II. Wilhelm, 1888’de İmparatorluk tacını giyer giymez Osmanlı Devleti ile Prusya arasında yüzyıl önce başlayan dostluğu geliştirmeye yöneldi. Bu yönde II.Abdülhamit’in Rusya ile son savaşta hayli sarsılan İmparatorluğu, Halifeliği öne çıkarıp Müslümanların bütünlüğünü sağlayarak güçlendirme çabasını oldukça akıllı değerlendirdi. Ona Berlin’den-Bağdat’a kadar 2300 km.lik demiryolu yaparak, Halifeyi kutsal topraklara götürme projesini sunarak Padişah-Halifeyle kolayca işbirliği kurdu. Osmanlı Devletini ziyaret eden ilk Batılı hükümdar olarak, hele Şam’da Halife’ye dostluğunu belirttiği demeciyle ülkenin bütün Müslümanlarını etkilemeyi başardı. 1903’de yapılan demiryolu anlaşmasıyla da hattın 20’şer kilometre doğusunda ve batısında tüm kaynakları 99 yıl işletme hakkını elde etti.[17]

Dünya Savaşı başladığında İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarındaki çıkar alanlarını gizli anlaşmalarla kağıt üzerinde paylaşıp yatırımlar yapmayı planlarken Almanya, geliştirdiği dostlukla çoktan kendisine hepsinden yaygın bir çıkar alanı sağlamıştı. Zaten bu savaşta Osmanlı Devletini Avusturya-Macaristanla oluşturduğu İttifak Bloğuna alırken de İtilaf güçlerini, İmparatorluğun yaygın sınırlarında cephelere bölerek kendi topraklarını tehdit oranını düşürmeyi programladığı kadar, Halife’nin İslam dünyasına yapacağı Cihat çağrısının onları sömürgelerindeki Müslümanların desteğinden yoksun bırakacağına da bel bağlamıştı. Bu çağrı karşısında İngiliz ve Fransız sömürgelerindeki Müslümanların İttifak grubuna karşı silaha sarılacaklarına hiç ihtimal vermemişti. Oysa Cihat çağrısı yıllardır gelişen Arap milliyetçiliği karşısında etkisiz kaldı ve bağımsızlık isteyen İslam topluluklarının Osmanlı’ya karşı savaşmasını önleyemedi. Kısacası, İmparatorluğun son dönemi, Halife unvanının en çok kullanıldığı, ancak, geçersizliğinin de en çok kanıtlandığı dönem oldu.

Güçsüzlüğünün yanı sıra din adına umduğu desteği de bulamayan Osmanlı Devletiyse dört yıl süren büyük savaşta yenik düştü. Dünya Savaşı’nı bitiren anlaşmalar, ABD Başkanı Wilson’un 14 noktalık barış ilkeleri çerçevesinde uluslara yaşadıkları topraklarda egemenlik hakkı tanınarak hazırlandı. Bu doğrultuda çizilen sınırlarla, savaşta çöken imparatorlukların üzerinde ulus-devletler kuruludu. Osmanlı Devleti ile 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondoros Silah bırakışmasında, bu devletin Türk halkına bırakılan topraklarının sınırları çizildi. Ancak, İtilaf Devletleri bu anlaşmayı gözardı ederek Türkiye sınırları içinde kalan çıkar alanlarını işgal ettikçe halk direnişleriyle karşılaştılar. Bu yerel hareketler, İzmir 14 Mayıs 1919’da Yunanlılar tarafından işgal edilirken karşı koymaları durdurmak için Anadolu’da görevlendirilen Mustafa Kemal Paşa tarafından örgütlenerek büyük devletlere karşı ulusal kurtuluş savaşına dönüştü.

İşgalcilerin Halifeliği kullanması

Kurtuluş Savaşı, bu savaşın Türkiye’nin düşman işgalinden kurtarmaktan çok daha derin bir anlamı olması gerektiğini bilen ve çoğu silah arkadaşından farklı olarak düşünceleriyle eylemlerini akıl ve bilime dayandıran Atatürk’ün liderliğinde bağımsızlık mücadelesi de oldu. Onun arkadaşlarıyla 25 Haziran’da yayınladığı Amasya Genelgesi’nin ulusun bağımsızlığının kendi “azim ve kararı” ile kurtulacağı maddesi, savaşın, Saltanat ve Halifelik de dışlanarak teokratik yönetimden ulus devlete doğru gelişeceğini anlatıyordu. Kuvay-ı Milliyenin boy hedefinin işgal güçleri gibi İstanbul Hükümeti de olduğunu anlatan bu vurgu, Türklerin ulusal hareketinin sömürgelerindeki Müslümanlara esin kaynağı olacağı kaygısına kapılan İtilaf Devletleri’nin, özellikle İngiltere’nin korkulu rüyası oldu. Kaldı ki İzmir’in işgali İslam unsurların sert protestolarıyla karşılandığında İtilaf Devletleri, yükselen tansiyonu düşürmek için öbür ülkelere uygulanmayan bir ayrıcalık yaparak Paris’te toplanan Barış Konferansı’na Osmanlı temsilcisini de çağırmışlardı.

İtilaf Devletleri Türklerin örgütlenmeye başlamasına karşın işgallerini derinleştirirken, bir yandan da ulusal gücü susturmak için Osmanlı yönetiminin işbirliğini sağladılar. Savaşın ve bağımsızlık harekatının plan ve stratejisini saptamak üzere toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerini durdurumak için, Elazığ Valisi Ali Galip ve Kürtleri kışkırtmak üzere Doğu Anadolu’ya gönderdikleri İngiliz subayı Noel gibi kendileriyle bütünleşen kimseleri kullandılar. Bunu başaramayınca, kongrelerde Kurtuluş Savaşı’nın ulusal hareketin siyasal örgütlenmesine temel oluşturmak üzere hazırlanan Misak-ı Milli’nin (Ulusal And) Meclis-i Mebusan’da (Mebuslar Meclisi) duyurulması üzerine, bu kez de 16 Mart’ta İstanbul’u işgal ettiler. Dahası, bu işgalin resmileştiği 11 Nisan’da da Sadrazam Damat Ferit’in, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’ye ulusal güçlerin halifenin yönetimindeki devletin bekasına kasteden asiler olduğundan, elebaşlarının katledilmesinin dini gerek olduğunu yazan fetva yayınlatmasını ve Anadoluya dağıttırmasını sağladılar.[18]

Bütün bu önlemlerle durdurulamayan ulusal gücü içten vurmak için, Anadolu’da karşıt görüştekileri ayaklanmaya kışkırtırken, arka plandan parasal destek sağlayarak Harbiye ve Dahiliye Nezaretine bağlı Hilafet Ordusu (Kuvayı İnzibatiye) kurdurdular.

Bunun içindir ki Kurtuluş savaşı, iç ve dış düşmana karşı yapılan bir savaş oldu. Bunun içindir ki Başkentin işgaliyle çalışamaz duruma gelen Meclis-i Mebusanın görevini yapmak üzere 23 Nisan 1920’de Ankara’da ulusun söz sahibi olduğu TBMM açıldı. Bunun içindir ki savaş süregelirken bu mecliste ulusun egemenliğin değerini anlayıp yürütecek hükümet kuruldu. Ankara böylece ulusal mücadelenin merkezi olurken hala resmen ülkenin ve Halifeliğin başkenti olan İstanbul, siyasal gücünü eylemsel olarak yitirdi. Meclisin açılışını izleyen hafta, Meclis’in iradesine karşı gelen herkesin vatan haini olarak kabul edildiğini belirleyen bir yasa çıkarıldı (Hiyanet-i Vataniye Kanunu). İtilaf Devletleri’nin Osmanlı hükümetine onaylattığı Sevr Anlaşması tanınmayarak sürdürülen Kurtuluş Savaşıysa, TBMM’nin kararıyla oluşan Düzenli Ordunun zaferiyle 1922 Eylül’ünde noktalandı. TBMM Hükümeti, 11 Ekim’de imzalanan Mudanya Silahbırakışmasıyla İtilaf kuvvetlerinin barış anlaşmasına kadar başkentte kalması koşuluyla da olsa İstanbul ve Boğazların yönetimini ele aldı. Bu süreçte Ankara ile bağlantıları TBMM temsilciliğiyle görevlendirilen Refet Paşa yürüttü.[19]

Saltanatsız Halifelik

Türk Ordusunun zaferi, savaşan tarafları barış ilkelerini saptamak üzere Lozan’da toplanan Barış Konferansı’nda bir araya getirdi. Kurtuluş Savaşı’na başlangıcından beri karşı tavır alan İstanbul Hükümeti’nin zaferi sahiplenip, barış sağlandıktan sonra Osmanlı yönetiminin süreceğini varsayıp Türkiye’nin kaderinin belirleneceği Lozan görüşmelerine katılmak istemesi, Osmanlı Devletinin sonunu getirdi. Konferansa bağımsızlık savaşını engellemeye çalışan kanadın temsilcisiyle birlikte katılmamak en yakın neden olmak üzere yapılan hararetli tartışmalar sonunda, 1 Kasım günü Meclis’te Saltanatın Halifelikten ayrılarak kaldırılması kararı alındı. Aslında TBMM’nin ulusal egemenlik ilkesi ile kurulmasıyla ulusal devlette yeri olmayan bu iki kurum eylemsel olarak son bulmuştu. Bunu kavrayanlarsa toplumda olduğu gibi Mecliste de amaca ulaştıktan sonra ulusun egemen olduğu yönetimi isteyen milliyetçilerle (devrimciler) saltanat ve halifeliğin sürmesini isteyen ümmetçiler (tutucular) ayrışmıştı. Atatürk’se, en öncelikli sorun yurdun işgallerden kurtarılması olduğundan, bu ayrışmanın derinleşip iç çekişmeler yaratarak kurtuluş hareketini aksatmaması için kamuoyu hazır olana kadar bu makamların geleceği için kesin ifadeler kullanmamayı seçmişti. 1 Kasım’da Saltanatın kaldırılması kararı alınırken Meclis’te yaşanan ciddi gerilim, ülkenin işgallerden kurtarılması için canla başla uğraşanlar arasında bile çıkarsal veya duygusal bağlarla saltanatın ve halifeliğin sürmesini isteyenlerin çokluğunu gözler önüne sererken, halifeliğin kalmasının bu tansiyonu düşüreceğini düşündürdü. Buna, Lozan’a Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü ve bağımsızlığını kabul ettirmek hedefiyle gidilip konferans masasına iç çekişmelerle oturmanın olumsuz gelişmelere yol açacağı düşüncesi de eklenince, iki kurumun ayrı ele alınması kararlaştırıldı.

Saltanatın Halifelikten ayrılarak kaldırılması, böylece Osmanlı Devletine de son verilmesi hiç de kolay olmadı: Meclisteki gergin görüşmelerde saltanat yanlılarının açık karşı koymaları üzerine Atatürk’ün Osmanlı saltanatının zaten Meclisin açılmasıyla etkinliğini yitirdiğini anlattığı uzun açıklamasının ardından bazı kellelerin gitmesi gerekse de bu işin olacağını söylemesini[20] gerektirdi. Bu konuşmayı izleyen oylamayla TBMM’nde kişisel egemenliğe dayalı İstanbul Hükümeti’nin 16 Mart 1920’de son bulduğu kararı alındı.[21] 4 Kasım günü de Tevfik Paşa İstanbul Hükümeti’nin istifasını bildirdi.[22] Aynı günlerde TBMM’ni temsil eden heyet, Türkiye adına söz söylemeye tek yetkili olarak Lozan’a gitti.

Lozan Konferansı toplanmak üzereyken Osmanlı Devletinin son bulması, yurt dışında da büyük yankılar yaratan sürpriz bir gelişme oldu. Saltanat kaldırılırken Halifelik yerinde bırakıldığı için, kendileri de bağımsızlık arayışındaki İslam topluluklarından olumsuz bir tepki gelmedi. Ancak, Lozan’da sadece Türkiye’nin geleceği değil, İtilaf Devletlerinin Orta Doğu’daki emperyalist çıkarlarının geleceği de belirleneceğinden, özellikle İngiltere ve Fransa Müslüman çoğunluğu olan Türkiye’nin bağımsızlığını istemedikleri gibi antiemperyalist bir İslam birliğinin oluşmasını da sakıncalı görüyorlardı. Konferanstan önce İsmet Paşa’nın Paris’te görüştüğü gazetecilere Saltanatın kaldırılmasıyla Türk bağımsızlık hareketinin daha güçlenip anlam kazanığını, Müslüman ulusların bağımsızlığını destekleyen yeni Türkiye’nin İslam dinine ve Halifeliğe karşı olmadığını, ama bu makamın dini olmayan amaç ve çıkarlar için kullanılmasına razı olmayacağını[23] söylemesi Arapların ulusal duygularını tırmandıracağından bu devletleri tedirgin etmişti. Ama bu sözler siyasal gücü ve monarşik kimliği kalmamış Halifeliğin emperyalizmi çağrıştıracak bir silah olarak kullanılmadan süreceğini de anlattığından, en yetkili kimseden bunu duymakla ve Halifeliğin korunması TBMM’nin kararı olduğuna göre resmi temsilcilerinin bu görüşün arkasında duracağını öğrenmekle de rahatlamışlardı.

Öte yandan, Mecliste alınan kararla Vahdettin son Osmanlı Padişahı olarak tarihe geçerken Halifeliği sürecekti. Ama Meclis’te son Padişah, işgalcilerle işbirliğinden ve ulusal hareketi engellemeye çalışmasından dolayı yargılanıp cezalandırılacak mıydı? Akıllara gelen bu soru, Vahdettin’i çok huzursuz etmekteydi. Üstelik yalnız Halife olarak ilk Cuma namazına giderken yanında sadece birkaç subayla siyahi harem ağlarının gelmesi, halktan da ilgi görmemesi, hatta namazdan sonra okunan hutbede adının geçmemesi, eski padişahı büyük güvensizliğe itti.[24] Tam da o gün Kurtuluş Savaşı’na karşıt tavrı ve yazılarıyla tanınan Peyam-ı Sabah gazetesi Başyazarı Ali Kemal’in Hıyanet-i Vataniye Kanunu çerçevesinde sorgulanmak üzereyken İzmit’te halk tarafından linç edilmesi, can güvenliği de olmadığını düşündürdü. Bu duyguyla yardımına başvurduğu, hala İstanbul’da bulunan İngiltere Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’dan Londra’dan ancak “şahsi himaye” bekleyebileceğini öğrendi. Vahdettin’in kaçmayı deneyeceğini düşünen Rumbold da İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington’u onu korumakla görevlendirdi.[25] Nitekim, İngiltere’ye sığınmaya karar veren Vahdettin, bunu yazılı olarak belirtmesini isteyen Harrington’a gerekli belgeyi gönderdikten sonra, 17 Kasım’da Yıldız Sarayı’ndan ayrıldı ve hala Boğazda demirli İngiliz zırhlılarından biriyle Malta’ya götürüldü.

Vahdettin’in büyük bir olasılıkla göz yumulan kaçışıyla Meclis, hem içeriği ne olursa olsun üzerinde çok konuşulacak bir hüküm vermekten, hem de doğacak eleştirileri göğüslemekten kurtulmuştu. Vahdettin’se Harrington’a gönderdiği “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devleti fahimanesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahare naklimi talep ederim efendim” yazılı mektubunu Halifei Müslümin diye imzalamıştı.[26] Bu, Halifeliği kendine ait bir makam sayıdığını ve bu unvanından yararlanmayı planladığını gösteriyordu. Bu noktayı ve makamın boş kalmasının din adına karşı koymaları tetikleyebileceğini dikkate alan TBMM, Vahdettin’in şahsında Halifeliğin dış güçler tarafından kullanılmasına da meydan vermemek için hemen harekete geçti. O gün Şeriye Vekili’nden Vahdettin’in hal’i ve Halifelik makamının boşaldığı fetvası ve Heyet-i Vekile kararı alındı.[27] Halifeliğin de, atandıktan sonra Padişahlık iddiasıyla ortaya çıkmayacağını yazıyla bildirmesi ve Meclisin öngördüğü koşulları onaylaması kaydıyla hanedanın en yaşlı üyesi Abdülmecit Efendi’ye önerilmesi kararlaştırıldı. Abdülmecit Efendi hiç gecikmeden “Büyük Millet Meclisi’nin Hilafet ve Saltanat hakkında ittihaz ettiği kararı tamamen tasdik ve tasvip ediyorum”[28] yanıtını verince, 18 Kasım’da gizli oturumu izleyen oylamada 163 katılımcının 148’inin oyuyla Halife seçildi.[29]

Seçim Meclisi güçlendirirken Halifeliği devlet memurluğuna dönüştürdüğü gibi, Halife-Padişahın bile vermeye yetkili olmadığı fetvayı da Meclis onayını gerektiren bir uygulama yapmıştı. Katılımdaki düşük sayı mebusların birçoğunun Halifeliği Meclisin yönetiminde bir göreve dönüştüren bu işlemi onaylamadığını, ama durumlarını açık etmekten de çekindiklerini gösteriyordu. Oysa Saltanatın kaldırılmasıyla Halifenin yönetim yetkisi kalmadığı gibi, kararda herhangi bir siyasal görevi veya sorumluluğunun belirtilmemesi dinsel kimlikli bu kurumun Türkiye’de artık iç ve dış siyasette etkili veya yetkili olamayacağına açıklık getirmişti. Bununla birlikte Meclis’te Rauf Bey’in de içinde olduğu büyük bir grup Halifeliğin İslam dünyasının yakınlığını kazanıp yardımını sağlamak bakımından ülkeye yararlı olacağını öne sürüyor, hatta kimileri Halifeyi devletin başında görmek istiyordu.[30] Bu tablo karşısında Atatürk uzun uzun Halifenin Papa gibi dinsel yetkileri yoksa da dini görevleri ve uluslararası nitelikleri olduğunu, bunun için zaten seçilmiş başkanı olan ulusal Mecliste yeri veya özel durumu olamayacağını anlattıysa da, bu düşünceleri değiştirmeye yetmedi. O da Halifeliğin yersizliğini gündeme getirmek için uygun ortamın oluşmasını beklemeye karar verdi.

Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecit Efendi Halife atandığında 54 yaşındaydı. Sakin yaşamı seven aydın bir kimseydi. Giyimine özenir, takım elbise ve fes giyerdi. Hiç gravatsız gezmezdi. Halife olmasına karşın kızı Dürrüşehvar Hanım’ın başı açıktı. Yabancı dil bilirdi, resim yapmaya, kuşçuluğa, ata binmeye, müzik dinlemeye meraklıydı; özellikle yabancı basını yakından izler, Le Temps gazetesini düzenli okurdu. Vahdettin’le arası açıktı, çeşitli ortamlarda düşüncelerini yerdiği gibi onu, ulusun güvenliğini düşünmemekle suçlamıştı.[31] Daha Kurtuluş Savaşı başında görüştüğü bir Hintli gazeteciye, Hükümete pek güvenmediğini söyleyerek, İslami gelişme için Hintlilerden 50000 altın Sterlin aldığının doğruluğunu sormuştu. Türkiye’nin çekmekte olduğu sıkıntıların sonunda İslam rönesansı doğacağını, dünya Müslümanlarının kısa zamanda birbirlerine sımsıkı kenetleneceğine inandığını söyleyerek[32] de bağımsızlık mücadelesinin ulusal egemenlik ruhunu anlamadığını belli etmişti.

Nitekim, yeni Halifenin bu ruha ne kadar uzak olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. Şöyle ki, Abdülmecit Efendi Halife seçildiği gün TBMM adına Refet Paşa aracılığıyla gönderilen yönergeyle görevine atanmaktan duyduğu memnuniyeti belirten, adını söylemeden Vahdettin’in yaptıklarını kınayan, yeni yönetimin Türk halkı ve bütün Müslümanlık dünyası için en yararlı ve en uygun olduğunu açıklayan bir bildiri hazırlaması ve Meclis’in onayından geçerek yayınlanacak bu bildiride sadece Halifei Müslimin (Müslümanların Halifesi) unvanını kullanması istenmişti. Ancak, bu yönergeye yanıt vermeden önce Abdülmecit Efendi de kuşkusuz Halife seçilişindeki desteğe güvenerek, imzasında Hadimülharemeyn unvanını da kullanmak ve Cuma günleri selamlığa giderken hıl’at (cübbe) giyip Hazreti Fatih’inki gibi bir sarık takmak istediğini bildirmişti. Vahdettin’in durumu fetvayla belirtildiğinden bildiride bu konuda bir yorum yapmamanın daha soylu bir davranış olacağını düşündüğü, ama ulusun çıkarları için gerekliyse yine de buna yer verebileceği, ayrıca, hazırlayacağı bildirinin İstanbul gazetelerinde Arapçasının da yayınlanmasının uygun olacağı Refet Paşa aracılığıyla Atatürk’e ilettiği isteklerdendi. Meclis hoşgörülü davranıp kullanmak istediği unvanı onayladıysa da o teşekkür telgrafını TBMM Başkanlığı yerine “Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine” göndermişti. İslam dünyasına bildirisinde de Saltanat kaldırıldıktan sonra Meclisin Türkiye’nin bir vilayeti olduğunu belirlediği İstanbul’dan Darülhilafetülaliye, yani Halifelik Merkezi olarak söz etmiş, uyarıları görmezlikten gelerek adını Abdülmecit bin Abdülaziz Han olarak imzalamıştı.[33] Kısacası, Abdülmecit Efendi ülkedeki tutucuları ve İslam dünyasını etkilemeye çalışırken Osmanlı Saltanatını çağrıştıran istekleriyle Halifelik görevine TBMM ile gerginlik içinde başlamıştı.

Saltanatsız halifeliğin ilk günlerinde halk olup bitene nasıl bakıyordu dersek, işgalden kurtulmanın sevinciyle yüzyılların Osmanlı Devletinin son bulmasının şaşkınlığı ve üzüntüsü birarada yaşandığından, Saltanatı kaldıran karar nerdeyse tepkisiz karşılanmıştı. Hükümet de toplumu yeni yönetime ısındırmak için durumu yurtta ve dünyada duyuran gazetelerin olumlu görüşlere geniş yer vermesini sağlamaya çalışmıştı. Özellikle yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesi günlerce ülkenin kurtuluşunda büyük rolü olduğu bilinen komutanların telgrafları başta olmak üzere, durumun bilincinde olanların TBMM’ne gönderdiği kutlama telgraflarını yayınlandı. Bu, biraz da halkın Meclise gönderdiği telgrafları gazetede görerek devlet büyükleriyle doğrudan ilişki kurabileceğini anlayıp dikkate alındığını da hissederek, eskiden düşleyemediği bu olanakları sağlayan yönetimle kaynaşması için bir yöntemdi. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki müftülüklerin, Meclisi sadece Türkiye için yararlı bir karar almakla kalmayıp İslam dininin buyurduğu yönde bir adım attıdığı için kutlayan telgraflarının eksiksiz yayınlanması da, din adamlarının kararı onayladığını yaygın biçimde duyurmak içindi. Tutucular Türkiye’de de yakın geçmişte kurulan dinsiz komünist Sovyet rejimine benzeyen bir düzen getirileceği söylentisini yayarak halkı yeni yönetime karşı örgütlemeye çalışırken din adamlarının olumlu mesajlarının aktarılması, toplumu dinsiz bir sisteme zorlanmayacağına inandırmakta etkili oldu. Halifeliğin sürdürülmesi de kamuoyunun desteğinin kazanılmasında pay sahibi olurken ulusa olan inancı ve saygısıyla dayatmacılıktan hep kaçınan Atatürk, rejimin adını koymak ve gereği olan yaptırımları gerçekleştirmek için izleyen aylarda halkı aydınlatarak bu desteği güçlendirmeye çalıştı.

Halifeliğin kaldırılmasına doğru

Nisan ayında genel seçimlerin yapıldığı, Lozan barışının imzalandığı, ardından, II. Dönem çalışmalarına başlayan TBMM’nin Cumhuriyeti duyurduğu 1923 yılının Türkiye tarihinde özel yeri oldu: Ocak ayında Atatürk hem seçim turu yapmak hem de saltanatın kaldırılması, yeni şekliyle halifelik ve onun da kaldırılması hakkında halkın görüşlerini öğrenip karşılıklı söyleşilerle toplumu aydınlatmak için Batı Anadolu’da bir yurt gezisine çıktı. 13 Ocak’ta Ankara’dan ayrılışından hemen sonra Mecliste Halifeye yer sağlamak peşinde olan tutucular onun yokluğunu değerlendirerek, Karahisarısahib Mebusu Şükrü Hoca’nın yazdığı “Hilafeti İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir kitapçığı (risale) yayınlayıp dağıttılar.[34] Saltanatın kaldırılmasıyla üzüntüye boğulan İslam dünyasının durumu yanlış yorumlamaması için bir açıklama olduğu öne sürülen bu yayında şeriatın geçerli olacağı güvencesi veriliyor, Halife Meclisin, Meclis Halifenindir sözleriyle Halifenin sadece ruhani lider değil, hukukun, adaletin ve güvenliğin de en yetkilisi, bütün Müslümanların da başı olduğu anlatılıyordu. Halifeye siyasal güç kazandırmak isteyen tutucuların çok tartışma yaratan bu kitapçığı yayınlarken göremediği, sömürge olan İslam topluluklarının Türklerin başarılı mücadelesinden esinlenerek bağımsızlıklarını kazanma çabasına düştükleriydi. Çok geçmeden her birinin ayrı ve bağımsız devleti, her devletin de, o devletin siyasal yaşamından sorumlu devlet başkanı olacağıydı. Türkiye’nin geleceğini düşünmekle yükümlü olan hükümet başkanı dinin de başkanı olduğunda, aynı inancı paylaşan toplulukların her birinin farklı başkanı, siyasal amacı ve beklentisi olacağı, belki de çıkarlarının çakışacağı, böylece Halifenin dinsel liderliğinin de anlamsız ve yersiz kalacağıydı.[35]

Büyük devletlerin Halifeliği kendi çıkarları için desteklediklerini ve bu kuruma siyasal güç kazandırılmasının Türkiye’nin bağımsızlığı için sakıncalarını bilen Atatürk, Meclis’te dağıtılan risaleyi değinilen gezi sırasında öğrendi. Bunun üzerine biraz da Cumhuriyetin duyurulması ve Halifeliğin kaldırılması konularında nabız yoklaması yapmak üzere tasarladığı gezideki konuşmalarını bu kurumun yersizliğini anlatmaya odakladı. Kamuoyunu bilgilendirmede basın tek yöntem olduğundan, İzmit’te 17 Ocak’ta İstanbul gazetecileriyle yaptığı basın toplantısının, Atatürk’ün farklı görüşleri, halkın da Halifeliğin gidişini öğrenmesi bakımından büyük önemi oldu. Her uğradığı yerde yaptığı gibi bu toplantıda da tarihi göndermelerle dinsel ve bilimsel açıklamalar yapan Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın Saltanata karşı bir mücadele de olduğunu tarihsel bilgilerle anlatırken, ulusun yönetimi kendi üzerine aldıktan sonra, bütün İslam dünyasını kapsayan bir kurum olan Halifeliğe sadece Türk halkının görev veremeyeceğini anlattı. Öbür İslam toplulukları yayılmacı ülkelerin güdümü altında olduklarından zaten bu makamın öngördüğü hiçbir şeye kendi iradeleriyle uyamayacaklarını; üstelik bağımsız olsalar, bu kez de başka bir ülkenin yönetiminden gelen buyruğu iç işlerine karışmak olacağından kabul etmeyeceklerini açıkladı. Peygamber’in bile “benden otuz yıl sonra Hilafet olmayacak” dediğini hatırlatarak, Dört Halife devrinden sonra İslam dünyasının hiçbir zaman tek noktadan yönetilmediğini hatırlattı. İslamiyette din adamı olmadığından Halife’nin reis demek olduğunu, sömürge veya bağımsız İslam topluluklarının kendi emirleri yani önde gelen din büyükleri olduğunu ve onların bir yerden sevk ve idarelerinin siyasi ve bilimsel olarak mümkün olmadığını da ekledi. Lozan’da Türk heyeti Türkiye’nin tam bağımsızlığının tanınması için uğraşırken, İngiltere ve Fransa bunun sömürge İslam topluluklarına esin kaynağı olmasından çekindiği için görüşmelerin uzadığını, emperyalist devletlerin çıkarları için güdümlerindeki Müslüman toplulukları siyasal, sosyal, ekonomik bağımsızlık düşünmeden Halifelik bayrağı altında toplamak aldatmacasıyla oyalamak istediklerinden bu kurumu güçlü bir silah olarak kullanmaya çalışacaklarını uzun açıklamalarla anlattı. Anayasanın Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesini sarsan bir yetkinin kimseye verilmeyeceğini hatırlatarak da Halifeliğin kaldırılacağını açıklamış oldu.[36]

Atatürk’ün haklılığının ilk kanıtı, İzmit’te Ankara’nın halifeliğe yaklaşımı duyulunca başta bu kurumun kaldırmasının gaflet olacağını yazan Daily Telegraph olmak üzere pek çok yabancı gazetenin benzer yazılarla donanmasıydı.[37] Aynı tür yazılar Türk basınında da bol bol yer aldı. Bunlar ve değinilen kitapçığın da bir basamağını oluşturduğu gelişmeler, hem süregelen yönetimin adının konmasının hem de halifeliğin kaldırılmasının eli kulağında olduğunu anlatıyordu. Ama öncelikle üzerinde durulması gereken, halkın her ikisine de bakışıydı. Kamuoyu, bir süredir Cumhuriyet kavramına ısındırılmaya çalışılmıştı. Ama yüzyılların geleneksel bağlılıkları çarçabuk değiştirilemiyordu. Her şeyden önce bu bir kültür sorunuydu. Toplumların eğitiminin, kültürünün ancak çok zaman alan zahmetli uğraşılarla değişebildiği bilinen bir gerçekti. Türk ulusunun da çağdaş, uygar toplumlar arasında yer alabilmek için bu zorluğu aşması kaçınılmazdı. Zaten zafer kazanıldığında Atatürk Türk ulusuna, savaşın bitmediğini, bu kez de yönetim, hukuk, eğitim alanlarında yeniliklerle başlayan köklü değişikliklerle çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için daha da büyük çabalar göstermesi gerektiğini duyurmuştu. Uluslararası bir kurum olan Halifelik, ancak bilime dayanan ulusal bir devrimle gerçekleşecek bu yenliklerin önünde büyük bir engel oluşturuyordu. Bu bağlamda Atatürk’ün söz edilen gezisi sırasındaki basın konferansı, söyleşileri ve aydınlatıcı açıklamaları toplum tarafından halifeliğin gerçek niteliğinin anlaşılmasında, kaldırılmasını destekleyen kamuoyu yaratılmasında ve Türk Devrimine ortam hazırlanmasında hayli işlevsel oldu. Ama O, Halifelikle ilgili kesin bir karar almak için uygun ortamın hala oluşmadığını düşündüğünden konuyu TBMM’nin gündemine taşımak için beklemeye karar verdi.

Lozan barışından sonra Cumhuriyete doğru hızla yol alınırken Ankara’nın başkent yapılmasıyla, Halifeliğin kaldırılmasına bir adım daha yaklaşıldı. Bunu emperyalist devletler hiç istemezken Halifeliğin kaldırılacağı söylentileri yoğunlaşınca İngiltere, Arap emirlerini Halifeliği kendi yapıları içinde yürütmek üzere kongreler düzenleyerek örgütlenmeye yüreklendirdi. Bir yandan da Hint Müslümanlarının Halifeliği desteklediklerini açık etmelerini sağladı. Bu kurumu yaşatmak isteyenlerse ulusal egemenlik ülküsünü besbelli hiç anlamayarak Atatürk’e Halifelik önerdiklerinde o, Müslümanları bir Halife hayaliyle meşgul edip kandırmaya çalışanların İslamın, özellikle de Türkiye’nin düşmanı olduklarını söyleyerek Hint Müslümanları adına da kendine yapılan öneriyi derhal geri çevirdi.[38]

Aslında Cumhuriyetin duyurulması ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi özünde siyasal bir görev, hatta devlet başkanlığı olan Halifeliği çok yersiz ve anlamsız durumda bırakmış, böylece ülke yönetiminde hiçbir yetkisi olamayacağı da kesinleşmişti. Yine de Anayasada devlet başkanlığına ilişkin bir madde olmadığından, duyuruya kadar kimi çevreler, Halifenin devletin başı olacağını varsaymışlardı. Oysa Cumhurun başının belirlenmesi bu umutların sonunu getirirken Halifelik sorununun da yeniden ön plana gelmesine ortam oluşturdu. Dolayısıyla, çoğunluğun cumhuriyet bilincine, demokrasi kültürüne henüz ulaşamadığı Türkiye’de halkın büyük bir kısmı rejim değişikliğinin ne anlama geldiğini bile bilmezken, Cumhuriyetin duyurulmasını pek de coşkuyla karşılamayan Tanin gazetesinde 1 Kasım günü yarı alaylı bir üslupla yer alan aşağıdaki satırlar ülkenin oldukça düşündürücü gerçeğini yansıtıyordu:[39] “Dün gece Cumhuriyet şerefine atılan top seslerinden dışarıya fırlayan halk, ‘cumhuriyet!’ sözlerinden fazla bir şey anlamamış: ‘Cumhuriyet. O nedir?’, ‘nasıl adamdır?’, ‘Nereden geldi?’ diyenler olduğu gibi, silah seslerini yangın işareti zannedenler de oldu”.

En çok okunan iki gazeteden birinde yer alan bu satırlar, cumhuriyeti duyuran ve yürütmeyi üstlenen kadronun sadece kurumları değil, bu rejimin gerektirdiği bilinci ve duyarlılığı da yaratmak zorunda olduğundan ne kadar güç bir sorumluluk üstlendiğini de anlatıyordu. Üstelik karşısındaki ciddi muhalefet de her gün sesini duyurmaktan geri kalmıyordu. Örneğin, Rauf Bey’in Tevhidi Efkar ve Vatan gazetelerine 2 Kasım’da verdiği demeçte, Cumhuriyetin usul hatası yapılarak el çabukluğuyla duyurulduğunu söylemesi, düpedüz Halifeci kanat adına Atatürk’ü eleştirmesiydi. Ona “Hilafet Türkler için bir kuvvettir. Halifeliği Türkiye hudutları dışına çıkarmak, intihardan farksızdır” diyerek katılan Hüseyin Cahit de Halifelik elden kaçırılırsa Türkiye’nin İslam dünyasındaki yerini yitireceğini öne sürdüğü gibi, yönetimin olumsuz yönde ilerlediğini, gidişin diktatörlük olduğundan korktuğunu yazıya dökmüştü.[40] Böylece Cumhuriyetin ilk günlerinde Halifelik, baştakilerin en büyük sorunu oluverdi. Bu yaklaşımlar sürerken soruna çözüm bulmaya uğraşan yöneticiler de anayasayı hiçe sayarak şeriat savunuculuğu yapan gazetelerde “bozguncu” olarak tanımlanıp, “Şeriat müdafiiyiz, çünkü Şeriata tecavüz edilmesini memlekete muzır (zararlı) görüyoruz”[41] gibi yazılarla çok ağır eleştiriliyorlardı.

Bütün bu yorumların çok önemli bir düğüm noktası, Mustafa Kemal Paşa’ya duyulan çekemezlik ve onun ülkenin tek hakimi olmak istediği kuşkusuydu. Kurtuluş Savaşı’na birlikte başlayıp onunla yan yana çarpışmış olanlar arasında ondaki en büyük ve güçlü silahı, bilimi göremeyerek “neden Mustafa Kemal?” diye düşünen pek çok kimse vardı. Oysa 29 Ekim’i izleyen günlerde gerici, hatta bozguncu yorumların gazetelerde yer alması, ardından gazetecilere soruşturma açılmaması, ulusal egemenliğin sarsılacağı ve baskıcı bir rejime gidileceği kuşkularının yersizliğinin en önemli göstergesiydi. Diktatörlük yönetiminde baştakilere böyle sert eleştiriler yapılıp, bu eleştiriler gazetelerde yer alabilirmiydi? Mecliste her yasa için onca görüşme, tartışma yapılıp, karşıt gruplar kurulup, zıt düşünceler açıklanabilir miydi?

Bu ortamda yurt içinde ve dışında halifeliğin kaldırılacağı söylemi hızla yayılırken, hala Meclis içinde yer almasını istedikleri bu makamı vazgeçilmez göstermek isteyenler, Abdülmecit Efendi’ye bağlılıklarını bildiren ziyaretler yaptılar. Atatürk’ün yakın çevresinden bazı kimseler bile Halifenin ziyafetlerine katılıp ona pahalı armağanlar sundular.[42] Cumhuriyetçiler de Halifeliğin anlamsızlığını göstererek toplumu kaldırılma kararına hazırlamaya yöneldiler.

Bundan sonra olaylar, Atatürk’ün beklediği şekilde gelişti. Hindistan’da özgürlük hareketini sürdürenler, Türkiye’de Cumhuriyetin duyurulmasını heyecanla karşılamışlardı. Bu en önemli sömürgesinde bağımsızlık düşüncesinin yayılmasını önlemeye çalışan İngiltere, bu kez de Hint Müslümanları’nın Londra’da oturan ve kraliyet ödeneği alan liderleri Aga Han ve Emir Ali’nin halifeliğin kaldırmaması için Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet Bey’e hitaplı bir uyarı mektubu yazmalarını sağladı. Eşzamanlı olarak İstanbul’da tutucu gruba da gönderilen bu mektup[43] Başbakanın eline geçerken, İstanbul gazetelerinde de Halifelik olmadan Türk devletinin üçüncü sınıf bir Tatar devletçiğinden farklı olmayacağı yorumuyla yer aldı. Mecliste ve cumhuriyetçi aydınlar arasında tepkiyle karşılanan bu olay, çok uluslu kimliğiyle Halifeliğin, yabancıların Türkiye’nin içişlerine karışmasına olanak sağlayacağını gösterdi.

Bardağı taşıran damla

Mektubun müdahaleci içeriğinin tartışmaları sürerken Şubat ayında TBMM’nde Cumhuriyetin ilk bütçesinin görüşülmesi sırasında Abdülmecit Efendi’nin Halifelik ve Hanedan ödeneğinin arttırılmasını istemesi, Halifeliğin kaldırılmasının Mecliste gündeme getirilmesini zamanladı. Kurtuluş Savaşı’nı zaferle ama yoksul düşmüş olarak bitiren Türk halkının Cumhuriyetin ilk yılındaki mali durumu belirlenirken gelen bu istek, İslam dünyasını ilgilendiren bir makamın maddi yükünü yüzyıllarca yalnız Türk ulusunun çektiğini hatırlattı.

Aslında 1923 yılında da Halifeye ve Saltanat kaldırılınca anlamsız kalan Osmanlı hanedanına devlet bütçesinden oldukça yüklü bir ödeme yapılmıştı. Ama Abdülmecit Efendi, dinsel veya siyasal yetkisi olmamasına karşın sürdürdüğü kabulleri ve Halifelik hazinesinin boyutlarını aşan harcamalar olarak tanımladığı ağırlamaları çoğalınca, ödeneğinin yetersizliğini öne sürerek Cumhurbaşkanlığı ödeneğini geçen bir arttış isteğiyle TBMM’ne başvurmuştu. Meclistekiler gibi Halifelik hakkında artık az-çok aydınlanan Türk halkı da savaş yaralarını sarmaya çalışılırken, Abdülmecit Efendi’nin isteğini haksız bulmuştu. Atatürk ise Hilafet makamının ancak tarihsel bir anı olduğunu, her türlü resmi girişiminin Cumhuriyete karşı cephe almak anlamına geldiğini, ödeneğinin debdebe için değil, yaşamını sürdürmesi için verildiğini hatırlatmıştı. Tek düşüncesi hanedan ve saltanatı geri getirmek olan kimseler uğruna Türkiye Cumhuriyetini nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz diyerek de hükümeti bu konuda ciddi ve tutarlı önlemler alması için uyarmıştı.[44]

Bu gelişmeler, bütçe görüşmeleri biter bitmez Halifelik konusunun TBMM’ne getirileceğini anlatıyordu. Öyle de oldu. 3 Mart günü Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı Halifeliğin kaldırılması önergesini Meclis Başkanlığı’na sundular. Söz alanların konuşmaları ve yapılan tartışmalardan sonra Halifeliğin kaldırıldığını belirleyen 431 sayılı yasa,[45] Meclis içinde ve dışında büyük sarsıntılara yol açmadan kabul edildi. Halifeliğin kaldırılması Türkiye’de çok yaygın olmasa da bazı huzursuzluklar yarattı. Bunlar, olumsuz propagandalar ve laiklik kavramının yanlış anlaşılmasından kaynaklanan, kalıcı iz bırakmayan sıkıntılar olmaktan ileri gitmedi. Aynı gün kabul edilen yasalarla benimsenen laik eğitim ve laik hukuk sistemi, yönetimde, hukukta ve eğitimde laikliğin önemini ve değerini ulusa anlatmakta en önemli araçlar oldu.

431 sayılı yasada, Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte Halife Abdülmecit Efendi ve Osmanlı Hanedanı’nın yurt dışına çıkarılması da yer almıştı. Yasa çıkar çıkmaz isteği üzerine İsviçre’ye gitmek üzere sınır dışı edilen ve ömrünün geri kalan kısmını sürgünde geçiren Abdülmecit Efendi, vakit geçirmeksizin ilişki kurduğu çeşitli İslam topluluklarından Halifeliğinin tanınması ve sürebilmesi için boşuna destek bekledi. Neden boşuna? Çünkü Abdülmecit Efendi sürgün kararından sonra kendisini Halife olarak kabul edecek bir İslam ülkesi ararken, Halifeliğin kutsal bir makam olmadığını artık iyice anlamış olan İslam ülkelerinin çoğu fırsatı ganimet bildiler ve bu olayı kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmekte gecikmediler: 5 Mart’ta Hicaz Kralı Hüseyin, 101 pare top atışıyla kendi halifeliğini duyurdu.[46] Birkaç gün içinde, çeşitli Arap ülkelerinde de dokuz Halife adayı çıktı.[47] Halifeliğin siyasal veya dinsel önemi kalmadığını bir kez daha kanıtlayan duyuruların ciddi bir yaptırım getirmemesi artık ulusal bağların dinsel bağlardan önde geldiğini, dinsel kuralların veya çıkarların ulusal çıkarlar karşısında birleştirici bir etken olamayacağını tekrar gözler önüne serdi.

Sonuç

Halifelik Arap Devletinin ve İslam dininin başı olarak VII. yüzyılda dünya sahnesine çıkan ve XVI yüzyılda Osmanlı Devletine geçtiği kabul edilen uluslararası kimlikli bir yönetim biçimi ve/veya kurumudur. Yaygın kabul gören bir sav, XVI. yüzyılda Osmanlılara geçtiğidir. Ancak, bu “geçiş”le ilgili bir belge olmadığı gibi, Osmanlı Devletini hiç olmazsa İslam unsurunun bütünlüğünü sağlayarak koruyabilmek için Panislamizme sarılan II. Abdülhamit’e kadar Padişahlar bu unvana pek rağbet etmemişlerdir. Yani, devletin güçlü dönemlerinde Osmanlı padişahları Halife kimliklerini öne çıkarmaya gerek görmemişlerdir. Cumhuriyetin duyurulmasından kısa bir süre sonra Halifelik TBMM’nde çıkarılan bir yasayla kaldırılmıştır.

Halifeliğin kaldırılması Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli olaylarından biri, hatta Türk Devrimi’nin yolunu açan gelişmedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulması ile Halifelik, siyasal niteliği kalmamış, ulusal Türk devletinin kurulmasıyla da uluslararası niteliği olan dinsel liderlik anlamını yitirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti duyurulup devletin başına Cumhurbaşkanının getirilmesiyle işlevini büsbütün yitirmiş ve TBMM’nde 3 Mart günü kabul edilen yasayla kaldırılmıştır. Halifelik Türkiye Cumhuriyeti’nin temelindeki ulusal, laik, demokratik değerlerle çeliştiğinden, ayrıca lider kimliğiyle yeni Türk devletinin iki başlı olduğu izlenimini yarattığından, bu kararın alınması bir zorunluluk olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulmasının ardından Halifeliğin sürmesine göz yumulması, kuşkusuz bu kurumun kendi gücünden değildi. Bunun göstergesi Osmanlılara geçişinden önce farklı İslam Devletlerinin aynı anda farklı Halifeleri olabildiğiydi. Türkler için öne sürüldüğü gibi bir güç olmadığı da Halifeliğin varlığının pek çok İslam topraklarının Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını, hatta cihat çağrısının Arap unsurlarının Osmanlı’ya silah çekmesini önleyememesi, Halifelik merkezi olan İstanbul’un düşmanlar tarafından işgal edilmesini engelleyememesi ile anlaşılmaktadır.

Halifeliğin Saltanattan ayrı bir zamanda kaldırılması, Türk halkına yüzyıllardır bağlı kaldığı bir kurumun yersizliğini göstermek, yokluğuna hazırlamak içindi. Bunun için topluma önce Halifeliğin Tanrının buyruklarına dayandığından, toplumsal istencinin yaptırım kazanması demek olan ulusal egemenlikle yani demokrasiyle çeliştiği, Müslümanlarının yönetici olarak uluslararası boyut taşıdığından ulusallıkla çeliştiği, tarihi boyunca inanca odaklı şer’i yasalara dayanan din-devlet yöneticiliği olduğundan eşitliğe, bilimselliğe odaklı laiklikle çeliştiği anlatıldı. Türk halkın emperyalist devletlerin kendi çıkarlarına göre kullandığı uluslararası kimlikli bu kurumun yeni Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü, büyük özveriyle kazandığı bağımsızlığını örseleyeceğine bizzat tanık olana kadar beklendi.

Atatürk, Halifeliğin kaldırılması için en uygun zamanı seçmekte büyük özen gösterdi ve sonunda yalnız Türklere yönelik olmayan bu kurum, yalnız ulusal planda kaldırıldı. Bir başka söylemle Halifelik Müslüman dünyasına bir duyuruyla sona erdirilmedi. Sade Türk ulusu adına söz sahibi olan TBMM’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde Halifeliğe gerek kalmadığını görerek çıkardığı yasayla kaldırıldı, Halife de Türkiye’nin ulusal sınırları dışına çıkarıldı. Ancak, İslam dünyası içinde sürgün Halifeyi unvanıyla kabul eden olmadığı gibi siyasal sorumluluğu ve maddi yüküyle Halifeliği üstlenen de olmadı, olan da sürdürmedi. Kendi çıkarları açısından Halifelikten beklentileri olan sömürgeci ülkelerin Halifelik etrafında iç ve dış kışkırtmaları, Halifelikle ilgili gelişmeler ışığında bu kurumun çağdaş dünyada gereksizliğini ve yararsızlığını kavramış olan Türk halkını etkilemedi. Oysa Türkiye’nin dışında her hangi bir yerde Halifelik sürdürülmek istenseydi, kendi ülkesinin dışındaki uygulamaya Türklerin karşı koyacağı kuşkusuz düşünülemezdi.

Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasından sonra çok yaygın olmayan bazı huzursuzluklar yaşandıysa; Türk Devriminin getirisi olan laik yönetim, eğitim ve hukuk sistemi, en çok da laiklik kavramının yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bu sıkıntıların giderilmesi için ulusu aydınlatan en önemli araçlar oldu. Aklın yol göstericiliğinde bilime sarılan kuşaklar yetiştikçe, düşünen Türk halkı çok değer verdiği özgürlüğünü ve bağımsızlığını ancak ülke yönetimi, eğitimi ve hukuku laik temellere dayandıkça sürdürebileceğini gitgide daha iyi kavradı ve kavramaktadır. Güçlü, onurlu, bağımsız Türkiye için gelecek kuşakların bu değerleri örselenmeden benimsemelerini sağlamaksa, Türk aydınının ve devlet yöneticilerinin en önde gelen sorumluluğudur.

Dipnotlar

[1] Türk Dil Kurumu Sözlüğü, Ank. 1955, s. 317.

[2] İslam Ansiklopedisi, İst. 1950, Mad. Halife, s. 148.

[3] Neşet Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslam Tarihi, Ankara 1993, s. 306. Loncalarda da yardımcıya halife denmiş, kaliteli işçi için bu sözden türetilen “kalfa” sözü kullanılmıştır. XVII. yüzyıldan başlayarak Bab-ı Ali kalem katiplerine de halife denmiş, hatta bu görevde bulunmuş olan Katip Çelebi de Batı’da “Hacı Kalfa-Hacı Halife” olarak anılmıştır. (aynı kaynak)

[4] İbid. s. 309-310.

[5] İbid. s. 308-310.

[6] İbid s. 309. İslam hukukçusu Maverdi’nin (974-1058) halifeliğe ilişkin yorumları büyük önem taşır.

[7] 3. Osmanlı Padişahı I. Murat ve dönemi için bkz: İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi cilt I, Ank. 1961. Yavuz ve sonraki Osmanlı Padişahlarının bastırdıkları paralarda Halife yerine Sultan unvanını kullandıkları gibi Osmanlı belgelerinden de Halifelik unvanını kullanmadıkları anlaşılmaktadır.

[8] İbid. Cilt II, s. 292.

[9] İbid. Cilt IV/I, Ank. 1962, s. 443.

[10] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Cilt VIII, Ankara, 1962, s. 193.

[11] İbid.

[12] Albert Howe Lybyer, America’s Missionary Record In Turkey, Current History Magazine, Şubat 1924, s.806.

[13] İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, Ank. 1973, s. 75.

[14] İbid.

[15] İbid. Arapların Türk düşmanlığını işleyen kitaplara iki örnek: A. J. Finn, Stirring Times (Londra 1878) ve A. Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age, 1789-1939, Londra 1962.

[16] Thomas Edward Lawrence, Seven Pillars of Wisdom: A Triumph (New York 1936) (BilgeliğinYedi Sütunu)

[17] Enver Ziya Karal, A.g.e., s. 176-179.

[18] Bu fetvanın tam metni Ankara Ünivesitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivindedir.

[19] Nutuk Cilt II, Ankara. 1967, s. 682.

[20] İbid. s. 691.

[21] TBMM Zabıt Ceridesi 1. XI.1338 Devre I. Cilt:24 s.299. Düstur Tertip 3, Cilt:3 s. 149.

[22] Hakimiyet-i Milliye, 5 Teşrinisani 1338 (5 Kasım 1922).

[23] Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralarım, İstanbul, 1957, s. 179-180.

[24] Lord Kinross, Atatürk, The Rebirth of a Nation London, 1964. s.349.

[25] Lord Kinross, A.g.e., s. 349.

[26] General Sir Charles Harrington, Tim Harrington Looks Back, London, 1940, s. 125.

[27] Vahdettin’in Halifelikten alınma kararı için bkz: Düstur III, 18 Teşrinisani, 1338, Karar No:313 s. 164.

[28] Ali Fuat Cebesoy, A.g.e., s. 141-143.

[29] T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, 18.XI,1338, Devre I. 140. İnikat, 4, 5, 6. Celse, s.1042-1065.

[30] Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleriyle Rauf Orbay, İstanbul, 1965. s. 92.

[31] Kamran Ardakoç, Hilafet Meselesi, İstanbul, 1957, s. 22.

[32] WO158/767September 6, 1920 17150

[33] Nutuk II, s. 696-97, Nutuk III, Vesika 266, s. 1252-53.

[34] Hoca Şükrü Efendi’nin bu risalesi için bkz: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivi.

[35] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1970, s. 42.

[36] Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923)- Tam Metin, Kaynak Yayınları, Ank. 1993, s. 67-71.

[37] Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim Cilt III., İstanbul, 1970, s. 31.

[38] Nutuk Cilt II, s. 850-851.

[39] Enver Ziya Karal, Atatürk Konferansları, Ankara. 1980, s. 39.

[40] Tanin, 11 Kasım 1923.

[41] İbid.

[42] Hakimiyet-i Milliye, 14 Kasım 1923.

[43] Tam metin için bkz: 5 Aralık 1923 Tanin, İkdam; 6 Aralık Tevhid-i Efkar.

[44] Nutuk Cilt II, s. 847-848.

[45] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 3 Mart 1924, Dönem II, s 37-77.

[46] The Manchester Evening Chronicle, 7 Mart, 1924.

[47] Bilal Şimşir, “Halifesiz 50 Yıl”, Cumhuriyet, 26-30 Mart 1974.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları