23 Nisan 2024 Salı
İstanbul 23°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Milli devletin yaşamsal aracı: Parlamento

Cemil Gözel Yazdı

Milli devletin yaşamsal aracı: Parlamento
A+ A-

Cemil Gözel

İmmanuel Kant cumhuriyet düşüncesini üç ilkeye dayandırmıştı: Yurttaşların özne olarak özgürlüğü, eşitliği ve bağımsızlığı… Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adelet, demokratik devrimlerin sloganı olarak tarihe geçti. Bu slogan; Kant’ın cumhuriyet tanımını demokrasi tanımıyla da eşitlemiştir. Cumhuriyet özgürlüğü, bağımsızlığı, eşitliği ve adaleti çevreleyen, siyasal iktidar ve hakimiyet sorununa verilen yanıttır. Demokrasi ise en genel anlamıyla, Kant’ın formüle ettiği ilkelere millet tarafından aktif siyasal katılımın sağlanması ve ilkelerin millet tarafından denetim altına alınmasıdır.

Cumhuriyet ve demokrasiye içkin ilkelerin çağımızda nasıl açıklandığı ve neye dayandığı sorusu, bu ilkeleri hangi tarihsel aşamanın temsil ettiği sorusunu da beraberinde getiriyor. Sorunun cevabı ilkelerin tarihsel olarak ortaya çıkışında, işlevselliğinde ve ilkelerin özsel gerçekliği ile, onun kapsama alanına giren başka gerçeklikler arasındaki ilişkide beliriyor.

Batı medeniyeti 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar ilericiliğin ve gelişmenin coğrafyasıydı. Bu çağa Atlantik Çağı ismi verildi. Dünya ticaretinin ağırlığının Akdeniz’den Atlantik’e kaymasıyla sermaye birikiminin Batı’da yoğunlaşması ve Batı’nın bilimsel ve toplumsal ilerlemeye olan katkısı dünya halklarının bütün siyasal yönelimini belirledi. Cumhuriyet ve demokrasinin siyasal sistem haline gelmesi de bu toplumsal gelişmenin ürünüdür.

Ancak 20. yüzyılda Atlantik rüyası kabusa döndü. Batı artık büyük burjuva devrimlerinin özgürlükçü Batı’sı değil, çağımızda dünya ölçeğinde gericiliğin, baskıcılığın, özgürlük ve demokrasi düşmanlığının merkezidir. Bu bağlamda çağımızın biricik gerçeği özgürlük ve demokrasinin Asya’da yükselmesidir. Bu durum merkezkaç kuvvetlerin, hem ulusal hem de uluslararası anlamda emperyalist gelişmeyi sırınırlayacak yöntemlerini de değerlendirmeye açmaktadır.

Herhangi bir gerçeklik insanın duyarlığının ve algılama yetisinin sonucu olarak ortaya çıkar. Ancak bu, görünenin ötesinde bir gerçekliğin bilgisine ulaşılamayacağı anlamına gelmez. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının sistemleştiği ve insanın eylemliliği içerisinde geçerlilik kazandığı çağımızda, insanların kolektif emekle kendi tarihlerini yapabileceği olgusu, gerçeğin ötesini kavramak açısından “aklı kullanma cesareti”ni de doğurdu. Aklı kullanma cesareti, aklın özgürleşmesi demek. Modernitenin aklı özgürlükle birleştiren içeriği eşitlik, bağımsızlık, özgürlük ve adalet ilkelerini çevreleyen cumhuriyeti çağımızın en akli siyasal yönetim şekli haline getirdi.

Şeyleri katışıksız görünümleri içerisinde ele aldığımız zaman, her şeyin kendi zıddıyla mücadele içerisinde geliştiğini görürüz. Modernizimle birlikte aklın siyasal ve kültürel içeriği, cumhuriyet ve demokrasiye içkin kavramlarla atbaşı ilerlemişken, cumhuriyet ve demokrasiyi çağımızın gerçekliğinin gerisinde formüllerin içerisine sıkıştırma gayreti, aklın siyasal ve kültürel içeriğini de tahrip etmektedir. Türkiye böyle bir tahribat döneminin içinde yaşıyor.

Cumhuriyet ve demokrasiye içkin ilkelerin nasıl açıklandığı ve neye dayandığı üzerinde düşünmek, bugün uygarlığın merkezinin nereye kaydığı sorusuna cevap vermek açısından da zorunluluk. Yurttaşların özne olarak özgürlüğü, eşitliği ve bağımsızlığı çağımızda sınıfsal bir karşılık barındırıyor. Zaten mesele de bu sınıfsal karşılığı en esaslı ifade edebilecek siyasal katılım modelinin keşfidir.

SİYASAL KATILIM

Siyasal katılım insanlığın gündemine burjuva demokratik devrimleriyle girdi. 17. yüzyıldan günümüze kadar toplumsal hareketler ve bu hareketlerin politik sonuçları siyasal katılım modellerini geliştirirken, bu gelişme her ülkenin nesnelliği içerisinde yeniden tanımlandı. İngiliz Devrimi parlamentoyu siyasal sistem içerisinde formülleştirdi. Amerikan Devrimi’yle birlikte, katılımın öznesi olan insanların doğuştan özgür olduğu ve özgürlüğün çiğnenmesine karşı isyan hakkı bulunduğu Bağımsızlık Bildirisi’ne yazıldı. Fransız Devrimi ise yasaların toplumun iradesini yansıtacağı ve toplumun kamudan hesap sorabileceği fikrini ilan etti.

Bu üç devrim arasında, siyasal katılım bağlamında birbirine eklemlenen tarihsel bir bağ vardır. Parlamento siyasal katılımın mekanı olarak ortaya çıkmıştır ve katılım gösterecek olan öznelerin özgürlüğü, yasamanın yaptığı yasaların toplumsal karşılığı ve kamunun denetlenebilmesiyle birlikte bir çerçeveye oturmuştur.

Kapitalizmin tekelleşmesiyle yurttaşların görece siyasal katılımı mafyatik bir dizgeye hapsedildi. Kapitalist-emperyalist kamp ezilen ve gelişen ülkelerin artı değerini sermaye haline getirerek ve sermayeden kendi emekçi sınıfları için tüketim fonu ayırarak sınıfsal çelişmeleri bastırdı ve egemen sınıflar dışındaki sınıfların siyasal katılımını sınırladı.

Batı’da parlamenter rejim düzen içi bir düzleme hapsedilirken, emperyalist gelişmeye karşı ezilen ve gelişen dünyada parlamento, milli devleti savunmanın yaşamsal aracına dönüştü. Özellikle 1990’lardan sonra küreselleşmenin “dünya hakimiyeti” ve neoliberal programı milli devletleri etkisizleştirme politikasını, öncelikle parlamentolarını etkisizleştirerek uyguladı. 15 Temmuz ABD denetiminde FETÖ darbe girişiminin stratejik hedeflerinden birinin TBMM olması tesadüf değil, küresel programın sonucudur.

Türkiye’de siyasal katılım förmülü olarak meclis veya parlamento bizim demokrasi tarihimizin en önemli yapısal ürünlerinden biridir. 20. yüzyılın başında bağımsızlık savaşı veren Kemalist kadroların, öncelikle bütün milleti temsil eden bir meclis kurmalarının bir nedeni meclisin milli devleti inşaa etmenin yaşamsal aracı olmasıysa; diğer bir nedeni de siyasal katılımın ve demokrasinin yapısal ürünü olmasıdır. Türkiye’nin Atlantik Sistemi’ne bağlanmasının ilk önce cumhuriyetin devlet katında tasfiyesiyle sonuçlanması da bu gerçeğin ifadesidir.

Türkiye 1876 Devrimi’nden bir yıl sonra parlamentonun kurulmasıyla ilk ve kısa bir siyasal katılım deneyimi yaşadı. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı Abdülhamit, 93 Harbi sırasında, 18 Şubat 1878’de parlamentoyu 30 yıl boyunca fiilen kapattı. Parlamentonun “iptal edilmesi” konusu sadece Abdülhamit’in bireysel korkusuna dayandırılamaz. Batı’da burjuva devrimleriyle doğan parlamenter rejimlerin demokrasi ve siyasal katılım deneyiminin Türkiye’de de hayata geçmesi, Batı sömürgeciliğinin önündeki ciddi bir engeldi. Çağımızda da parlamentoların emperyalizme karşı milli devlet refleksi göstermesi toplumsal bir kanun haline geldi. Bunun en önemli örneklerinden biri 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin, Tayyip Erdoğan’ın bütün çabalarına rağmen TBMM’nden dönmesidir.

İstanbul işgalinin 16 Mart 1920’de İngilizlerin yürüttüğü darbe sonucunda şiddetlenmesi, önceleri Mebusan Meclisi’ni doğrudan hedef almasa da 11 Nisan’da meclisin dağıtılması, isgalin kalıcı olabilmek için stratejik hedeflerinden birinin meclis olduğunu gösteriyor. Zaten 16 Mart sonrası işgalcilerin bütün yaptırımları Mebusan Meclisi’ni Kuva-yı Milliye’ye karşı konumlandırma zorunu dayatmakla geçiyor. Türkiye’yi etkisizleştirmenin bir yöntemi olarak parlamento daima hedef alınmıştır.

Özetle, cumhuriyet ve demokrasi ilkelerinin bir gereği olan siyasal katılımın çağımızdaki en gerçekçi modeli olan parlamentonun 1877’den günümüze kadar çağdaş yurttaş tipi yarattığı, emperyalist gelişmeyi sınırlayan bir rol üstlendiği tartışma götürmez bir gerçek. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılaşmasının bir sonucu olarak parlamentonun etkisizleştirilmesi ise bu gerçeği tamamlıyor.

TÜRKİYE’NİN TOPLUMSAL GEREKSİNİMLERİ

Cumhurbaşkanlığı Sistemi olarak isimlendirilen ve meclise sunulan Anayasa Değişikliği Teklifinin içeriği, parlamentonun yetkilerinin sınırlandırılması, yürütme üzerindeki denetiminin ortadan kaldırılması ve yürütmenin tek elde toplanmasıyla, belli bir kesimin diğerleri üzerinde mafyatik bir tahakküm kuracağı anlamına geliyor. Ülkemizde, böyle bir yapının taşıdığı tehlikeleri anlamamıza yardımcı olacak çok örnek var. 1 Mart 2003 Tezkeresi deneyimi bu açıdan da öğretici bir örnek. Parlamentonun yürütmeyi denetleme yetkisinin olmadığı bir siyaset aritmatiğinde, tezkerenin meclisten dönme olanağı bulunmayacaktı.

Bugün Türkiye’nin toplumsal gereksinimleri Cumhurbaşkanlığı Sistemiyle uzaktan dahi kesişmiyor ve bu sistem Türkiye’yi bilinmez bir maceraya sürüklüyor. Onun için; anketlerin de ortaya koyduğu verilerden anlaşıldığı gibi, bu sistem Vatan Savaşında birleşen milleti bölmektedir. Milleti Vatan Savaşında yeniden birleştirmenin biricik yöntemi Cumhurbaşkanlığı Sistemine karşı mücadeleden geçecektir. Ocak sayımızı A’dan Z’ye anayasa değişikliğinin içeriğine ayırıyoruz ve milletimizin önüne bir mücadele programı koyuyoruz.

Bu yazıyı kaleme aldığımız tarihlerde Suriye devleti Halep’te zafer ilan etti. Suriye’nin Halep zaferi, beş yıldır kesintisiz savaş yürüttüğü Suriye’de Amerika’nın savaşı kaybettiğini gösteriyor. Tarihi olgular ışığında okuyan herkes önümüzdeki yıllarda Suriye’nin Amerikan emperyalizmini defederek, ülkede barışı sağlayacağını görmektedir. Amerika’nın Halep yenilgisi, küresel karşı devrimin neoliberal programının milli devletlerin direnci karşısında iflasın eşiğine geldiğini de göstermektedir.

Neoliberalizmin iflasın eşiğine gelmesi, emperyalist kampı daha saldırgan tavırlar almaya zorlayacak. Ülkemizin bir ay içerisinde yaşadığı bütün saldırılar bu gerçeğin ifadesidir. Türkiye uzun zamandır ABD ile savaş veriyor. Savaş koşullarında toplumsal gereksinimleri savaş koşulları belirler. Tarihin genel koşulları da, ancak onun gereklerini yerine getiren ülke için yaşamsal devamlılık sağlar. Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hırsı tarihin genel koşullarından daha güçlü değil. Toplumsal gereksinimler karşısında bireysel hırslar, en sonunda kafasını şiddetli bir şekilde gerçeğin duvarına çarpacaktır. Emperyalizme karşı savaş içinde Türkiye yeni bir rotaya yönelirken parlamentoyu zayıflatan girişimlere soyunmak milli devlete karşı “dirençkıran” rolü üstlenmektir.

Türkiye’nin zorunlulukları Altı Ok programında birleşen milleti temsil eden güçlü bir meclis, güçlü bir devlet ve güçlü bir ordudur. Erdoğanların “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” adı altında Türkiye’ye Başkanlık dayatması, bugün, toplumsal gelişmeyle ters düşmektedir.

Kuşkusuz liderlerin kişisel hırslarının da tarihte kapladığı bir yer var. Ancak “genel tarihsel koşullar en güçlü bireylerden daha güçlüdür”. Mustafa Kemal’in, “devrim kanunları bütün kanunların üzerindedir” sözü de bu bağlamda esaslı bir tarihsel çıkarımdır. Liderlerin kişisel hırsları ancak genel tarihsel koşullarla uyumlanarak toplumsal gelişmede etken bir rol üstlenebilir. Tarihsel koşulların dışında, ondan güç almayan kişisel hırsların toplumsal gelişmede belirleyiciliğinden söz edilemez. En fazla toplumsal gelişmeyi geciktirici bir rolleri olabilir ancak sonuç değişmez. “Bir birey, özellikleri ne olursa olsun, var olan ekonomik ilişkiler üretici güçlerin durumu ile uyum içindeyse, bu ilişkileri ortadan kaldıramaz. Fakat bireylerin kişisel özellikleri, onları, belirli ekonomik ilişkilerden doğan toplumsal gereksinimleri doyurmaya ya da bu gereksinimlere karşı direnmeye az ya da çok yetenekli kılar.”

Liderlerin kişisel hırslarının tarihe etkisinin kuvvetli olduğu süreçlerde, bu özelliklerin toplumsal güç ilişkilerinin, genel tarihsel koşulların seyrinin ve toplumsal örgütlenme biçiminin etkisiyle orantılı olduğu biliniyor.

Tersten bir örnek olarak Abdülhamit’in kişesel hırsları ve korkusu, Jöntürk Devrimi’ne yol açan tarihsel koşulları ve bu devrimin yarattığı toplumsal örgütlenme biçimini engelleyememiştir ancak geciktirebilmiştir. Çünkü bunu engellemenin biricik koşulu, Jöntürk Devrimi’ni yaratan toplumsal gereksinimlerin doğmamasıyla, toplumsal koşulların oluşmamasıyla mümkün olabilirdi. Oysa; yüzyıllar içinde köhnemiş Osmanlı İmparatorluğu yerine, yeni çağın toplumsal gereksinimine uygun olarak yeni siyasal, ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimleri kendisini dayatmaktaydı. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nu, başta İngiltere olmak üzere bütün kapitalist güçlerin borçlandırmayla başlayan ekonomik müdahaleleri yarı sömürge haline getirmişti. II. Abdülhamit’in Osmanlı İmparatorluğu’nu her türlü sömürüye açık hale getiren politikaları aracılığıyla emperyalizmin nüfus elde etmesine karşı milliyetçi tepkilerin oluşması da toplumsal gereksinimlerle uyum halindeydi.

AĞAÇ DALIYLA GÜRLER

Emperyalizm bölgemizde yenilgiye sürüklenirken, Türkiye’de can güvenliği krizi çıkarmaya, yönetimi acze düşürmeye çalışıyor: Beşiktaş’ta polislerimizin şehit edilmesi, Kayseri’de askerlerimizin şehit edilmesi ve Ankara’da Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov’un şehit edilmesiyle sonuçlanan ardıl eylemlerin en önemli hedeflerinden birinin bu olduğu anlaşılıyor. Yönetilemeyen ve can güvenliğini sağlayamayan bir Türkiye görüntüsü, Türkiye’nin yeniden Atlantik Sistemine teslim olmasının psikolojik iklimini yaratmayı hedefliyor. Özetle ağacı dalsız bırakma stratejisi izleniyor.

Anadolu’da bir söz vardır: Ağaç dalıyla gürler. Cumhurbaşkanlığı Sistemi adı altında Türkiye’ye dayatılan Başkanlık yapısı da son tahlilde ağacı dalsız bırakacaktır. Oysa Türkiye emperyalizme karşı gürlediği bir sürecin içinden geçiyor. Ağacı gürleten dalıdır.

Bügün meclis Türkiye’nin emperyalizme karşı savaşta yaşamsal aracıdır. Ağacın dalıdır. Dalları budanmış bir Türkiye direnme ve yaşama refleksini kaybeder. Ancak, Türkiye bu süreçten dallarına aşı yaparak çıkacaktır. 2017 Milli Hükümet yılı olacak.

Son Dakika Haberleri