26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Toprak demek, tarım demek, Vatan demek

Şule Perinçek

Şule Perinçek

Gazete Yazarı

A+ A-

Bİraz iş ticarete de döndüğü için yılın neredeyse her günü bir “gün”! Hatta aynı tarihe birkaç “gün” bile düşebiliyor. Aslında “gün” olarak pek para getirmeyen gibi dursa da, ilgi çekmese de Toprak Günü bence 5 Aralık’ın en önemlilerinden biri. Ben de onu yazayım dedim. Ötekilerini yazan çok.
Anadolu’nun 10 bin yıl önce yüzde 72’sinin ormanlarla kaplı olduğu, bugün ise bu alanların yüzde 25’e düştüğü, yüzde altısı sulak alanlar ve göllerle kaplıyken bu oranın bugün yüzde 1’lere kadar düştüğü belirtiliyor. Sorun yalnız doğa değil. Toprak demek vatan demek. İnsan demek. Karnımızın doyması, başımızın dik olması demek.
1970 yılında kişi başına 4 bin 400 metrekare tarım arazisi düşerken, 2018’de bu 2 bin 490 metrekareye inmiş.
Bu arada başka bir haber okuyorum: Buğday ithalâtında tarihi rekor kırmışız. 10 ayda ilk kez 7.6 milyon tona ulaşmış.
O da yetmiyor. Sputnik’ten Elif Sudagezer’in geçen hafta yapılan 10. Boğaziçi Zirvesi’nde konuşan Duma temsilcisi Malik Kerimov’dan aktardığı şu soruyla karşılaşıyorum:
-”Atatürk döneminde Türkiye, Sovyetler Birliği’nin tarımının yüzde 33’ünü karşılarken bugün niye bunu yapmıyor?”
Rusya Türkiye Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Koordinatörü Malik Kerimov konuşmasında şöyle demiş:
-”Atatürk- Lenin döneminde (...) Türkiye Sovyetler Birliği’nin tarımını yüzde 33 karşılamıştır. Hem hayvan sektöründe hem de tarım, meyve sebze sektöründe. Bugün Türkiye teşvikler veriyor tarım sektörüne. Bugün maalesef Türkiye Rusya’dan buğday alıyor. Türkiye, Rusya’dan 3 milyar dolara yakın buğday alıyor. Neden Türkiye Atatürk döneminde, en zayıf döneminde tarıma önem verdi? Sovyetler Birliği’nin tarımını yüzde 33 karşılayan bir ülke neden bunu bugün yapamıyor?”
Hadi gelin yüzünüz kızarmadan yanıt verin.
Nedeni yalnızca suyun, sulamanın bilinçsiz; tarım topraklarının kötü, kapasitesini artırmak için hor ve amaç dışı kullanımı mı?
Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına kadar yabancılara satılan toplam tarım arazisi miktarı resmi verilere göre 11 milyon metrekare, 2003-2012 yılları arasında 90 milyon metrekareye fırlıyor. 2012 yılında ilgili yasanın çıktığı 18 Mayıs’tan Kasım ayına kadar satılan tarım topraklarının büyüklüğü ise yaklaşık 6 milyon metrekare...
Bunu da hesaba katalım. Hesap ve günah çok.
Diz dövüp dert yanmayalım.
Nedenlere devam edelim.
Edelim ki köklü çözelim.
Aynı toplantıda tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım bir soru üzerine önemli bir noktaya işaret ediyor:
- “Atatürk gibi tarıma önem veren bir lider maalesef göremedik. Daha sonra Marshall yardımları verildi; 1980’lerde de ‘hangi ürünün fiyatı artıyorsa onu ithal edelim, fiyatı düşürelim’ gibi bir ithalat sopası çiftçinin başında. Dolayısıyla bugün birçok konuda, mercimek örneğinde olduğu gibi, geçmişte Rusya’ya buğday satarken bugün biz oradan ithal ediyoruz. Bu konuda Mısır’la yarışıyoruz. Bazen onlar birinci oluyor bazen biz. Buğday ithalatının yüzde 75’ini Rusya’dan yapıyoruz.”
Bunu biliyorum. Ama her defasında aklım uçuyor. Anadolu’nun karış karış gezdiğimiz o güzelim verimli ovaları geliyor gözümüzün önüne.
Cinayeti görüyoruz.
İstanbul Ticaret Borsası yetkilisi Hakkı İsmet Aral’ın da konuya ilişkin fotoğrafın karelerini tamamlayan yanıtı şöyle:
- “Türkiye çiftçiliği sanayi devriminde unutmaya başladı. Çiftçi olmak sanki kötü bir şeymiş gibi algı yaratıldı. Aslında sanayi devrimini yaparken tarım devrimini de yapabilirdi Türkiye. Avrupa bunu yaptı. Ama Türkiye ikinci, üçüncü plana attı. IMF politikaları da işin içine girince ‘siz üretmeyin biz ucuza verelim’ gibi dayatmalarla Türkiye’yi üretimden çektirdiler. Ana sebeplerden bir tanesi de genel algı ve IMF politikaları.”
Tarım bizim ülkemizde tek bir sektörü etkilemiyor biliyorsunuz. İstihdamdan, ticarete, turizme, eğitime, sosyal haklara, kadın haklarına, mühendisliğe kadar her alana dalga dalga yayılıyor.
Migros yetkilisi Cem Rodoslu bir anlamda bunun altını çiziyor:
- “45 bin çalışanımız ve günde 2.8 milyon müşterimiz var. Ciromuzun yüzde 77’sini ise tarımdan sağlıyoruz. Yani Migros’un işinin neredeyse tamamı aslında tarım. Tarıma ülkede yeteri kadar önem verilmiyor. Bizim çocuklarımıza bir keçinin sütünün sağılmasını ya da bir tavuğun altından yumurta alınmasını öğretmemiz lazım. Böyle yaparsak 100 metrekare bir toprak bile yeter. Anadolu’daki verimliliği unutmamalıyız. Tarım bizim geleceğimiz. Anadolu dünyanın en büyük çiftliği, tarım da bizim petrolümüzdür.”
Bunların hepsi doğru.
Türkiye buraya geldi dayandı.
Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in yurt çapında gezisini ve Üretim Devrimi Kurultay’larını; esas sanayicilerden sendikacıya, turizmciye, narenciyeden güle, patatates üreticisine kadar her alandan yükselen sesi dinliyorum.
Müthiş bir birikimimiz var.
Öyle onur duyuyorum ki.
Herkes herşeyi öylesine güzel biliyor ki.
Bıraksan daha doğrusu elini tutsan uçacak.
Tek eksiği bir irade. Tek eksiği karar verici güç.
Siyasi irade.
O da olur. Olacak. Mecbur!

Engellinin engellisi kadınlar

Bu Engelliler Günü’nde geçen Anneler Günü’nü anımsadım. Yeni Ufuklar programına o hafta engelli annelerini çağırmıştım. Yılın anneleri bence onlardı. Daha doğrusu her yıl onlar. Kendi engelli olan kadınlar. Çocuğu ya da eşi engelli olan kadınlar. Biri programın düzenlenmesinde bana çok yardımcı oldu. Ama kendi gelemedi. Çocuğunu bırakacak yeri yoktu. Bir belediyede, hadi söyleyeyim üstelik de CHP’li bir belediyede çalışıyordu. İşinden olur kaygısını yenemedi.
Oysa ne engeller aştığına ben tanığım.
Yaşam ne kadar zor.
Dünyanın katmerli sorumluluğu o kadınların omuzlarında.
Eğitimi, bakımı, eli, gözü, ayağı, beyni, aklı... hepsine yetişecek. Koca, öteki çocuklar...
Hiç şikayetsiz. Sessizce.
Erkek çocuk sahibi kadınlar. Bari siz dikkat edin. Sizin çocuğunuz sizin sorumluluk duygunuzla yetişsin.
Sanki onu engelli doğuranın suçu gibi, bazen kocalar da terk ediyor kadını. Elinin kiri. Suda akıt gitsin. O kadar kolay.
Kadın tek başına.
Nasıl geçinecek?
Nasıl çalışacak?
Çocuğu nereye bırakacak?
Çocuğuna nasıl davranacaklar?
Hele köylük yerde.
Kötü koşullarda evde bırakıp çalışmaya giden kadınların haberlerine nasıl tepki duyuyorsunuz değil mi?
Gazeteci de zaten en iç acıtıcı kareleri, görüntüleri baş köşeye koyar. Flaş flaş yapar, döndür döndür baştan gösterir. Onun derdi tıklanmak. Onun derdi okuyucu ya da izleyici sayısını artırmak.
Gazeteciliğimden utanırım.
Kadınlığımdan, analığımdan...
O engelli anasının çaresizliği gelir şurama oturur.
Nefesim daralır.
Engelliler gününde de... anneler gününde de... en çok engelli analarını düşünürüm.
En çok o günlerde iktidar olmak için yanarım.
Yetki ve güç elimizde olsun isterim.
Hemen bütün düzeni kuruvereyim.
Hazır programı yaşama geçirivereyim.
Engellilere ve ailelerine ve de bizlere her gün bayram olsun.
Siyaset uğruna yalnızca öldürülünce, tecavüz edilince anılmayalım.

Özgürlük mü?

“Bir arkadaşım var, çocuk istedi ama bir koca istemedi. Yaptı da. Şimdi konuştuk. Cinsiyet belli olmuş, kızı olacak. Özgür bir anneden bir kız çocuk daha yetişecek. Ya ben iyice yaşlandım mı ne oldu bilmiyorum hüngür şakır ağlıyorum. Bu ülkede bir kız özgür doğacak, bendini yıkacak.” (Ayşen Şahin@temcikterelelli)
Ece Kırbaş şu notla paylaşmış yukarıdaki iletiyi:
“Gericiliğin, cinsiyetçiliğin de böylesi... Bu kafa yakında ‘babası da olan’ çocukları mahkum etmeye kadar gidecek korkarım. Tenhada kıstırıp ‘Sen...asla özgür olamayacaksın! Seni küçük ahmak!’ falan diyecekler herhalde.”
Benim de ilk önce nutkum tutuldu.
Ne yazayım diye düşündüm.
Zaten hazırlanıyordum. Uzuuun bir makale olacak.

Uglan/углан

Furkan Özkan @_furkanozkan, Rusçadaki Türkçe kökenli sözcüklere örnek olarak “uglan/углан”ı vermiş. Tatarca aracılığıyla “oğlan”dan geçmiş. Ama sadece bizdeki anlamıyla değil, “kalınkafa, ahmak” anlamında bir küfür sözü olarak da kullanılıyormuş.
Aslında Rusçada çok sayıda Türkçe sözcük var. Vişne, semaver, patlıcan, bavul, karpuz, fındık, incir, sandık, eşek, torba...
Bu Mehmet Perinçek’in alanı, haddimi bileyim fazla girmeyeyim. Ama Türkçe bir dönemin önemli ticaret dili. Çok geniş bir coğrafyada yayılmış, iz bırakmış. Bugün üretim devrimi için büyük kolaylık. Ta Çin’e kadar Türkçe sözcüklerin başına sonuna birkaç harf ekleyerek söyleyince anlaşabilirsiniz. Anlam kaymalarıyla bazı ters kazalar olabilir. Ama o da Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan sayesinde ortadan kalkıyor. Ne alaka diyeceksiniz. Muhteşem Yüzyıl vb dizilerini izlemeyen kalmadı. Türkiye Türkçesini pek güzel söktüler.
İnsanlarıyla, kültürleriyle de zaten çok kaynaşığız. Komşu komşu dayanışır, paylaşırız... ne var! İş ki araya giren olmasın.