28 Mart 2024 Perşembe
İstanbul 21°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Umut Hanım’ın hortlakları

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

Hortlakların varlığına inandığınızı söyledikten sonra “Ama onlardan hiç korkmuyorum” demeniz, sizi cesur ve korkusuz biri yapmayacağı gibi, boş inançlılığınızı da ortadan kaldırmaz. Bunun, “Hortlaklar vardır ve çok korkuyorum” demekten hiçbir farkı olmadığı açıktır. İnancınız saplantı düzeyine yükselmişse, hortlaklara inanmayanları “inkarcılık”la suçlamanız da kaçınılmazdır.  

Tüm kişisel ve toplumsal-tarihsel yalanların ortak noktası, önce “kendini inandırmaya” ve bazı “ön kabullere” dayanır. Geziciler çapulcu olduğuna, camide içki içtiklerine ve başbakan söylediğine göre kesinlikle Kabataş’taki türbanlı kadına saldırmışlardır. Hem zaten kadının beyanı esastır, kamera kayıtlarını seyrettiğini söyleyenler de mevcuttur! İktidar ve medya gücü sayesinde Türkiye’nin yarısı Kabataş yalanına inandırılmış, diğer yarısı “inkarcı” ilan edilmiştir.  

Dönemin Ermeni devlet adamlarının yazdıklarına, Sovyet arşivlerine, Komünist Enternasyonal raporlarına ve uluslararası hukuk belgelerine bakıldığında bile dikiş tutmayan bir yalan olduğu görülen “Ermeni soykırımı” iddiası da özü itibarıyla bundan farksızdır. Batı’nın Cumhuriyet’e karşı projelendirdiği “soykırım” yalanına inanmayanların “inkarcılık”la suçlanması da artık kimseyi şaşırtmamaktadır.  

Odanızın duvarlarında bazı ayakkabı izleri gördüğünüz gerçeği, hortlakların kanıtı değildir. Belki birileri ayakkabısını eline almış, duvarda yürüyen böceği öldürmeye çalışmıştır. O gün o saatte türbanlı bir kadının Kabataş’ta bulunduğu gerçeği, belden yukarısı çıplak deri eldivenli 70-80 kişinin tacizine uğradığı anlamına gelmez. Belki yalnızca karşıdan karşıya geçip gitmiştir.  

1915’te iki halk arasında karşılıklı katliamlar yaşanmış olduğu gerçeği de “Ermeni soykırımı”nın karşılığını oluşturmaz. Belki de “soykırım” kavramı, 1948’den itibaren geçerlilik kazanmıştır.  

“Mazi Kabrinin Hortlakları / Türklük, Melankoli ve Sinema” (Metis Yay. 2010) adlı kitabını okuduğum akademisyen Umut Tümay Arslan, aylık sinema dergisi Altyazı’nın Mart sayısında, “Kesik’in açtığı yerden: Kat kat notlar” başlıklı, uzunca bir yazı kaleme almış. Derginin kapağında ise “Kesik’in açtığı yerden inkar perdesi” spotu kullanılmış. Konu, Ermenilere karşı soykırım gerçekleştirildiği “ön kabulünden” hareket eden Fatih Akın filmi “Kesik”... Yazar, Fatih Akın’ın “Türkiye sinemasındaki sessizlik yeminini bozduğu”nu belirtiyor ve “Kesik”in “Soykırım oldu” ön kabulünden hareket etmesini, “Bu etik karara sadakatle tarihsel gerekçelendirme yoluna sapmamasını” olumlu buluyor.  

8 Aralık 2014’te bu köşede yazdığım “Kesik: IŞİD 1915” başlıklı yazımı da “tarafgir bakışlar”, “çarpıtışı gizlemek”, “...kendi tarihsel-öznelliğimiz lehine kurmak” vs. çabaları içinde değerlendirmiş Arslan.  

ERMENİ HALKININ AFYONU 

Doğrusu, süslü ve zorlu olmak konusunda birbiriyle rekabet eden satırlarla dolu yazıyı, “Bir film, estetik bir nesne olarak, çoğu zaman içinde yer aldığı tarihsel koşullara ya da bağlama tam oturmuyor. Kimi zaman kendi bağlamını da beraberinde getiriyor. Bağlamın ya da seyircinin filmle ilişkisini, film metnine dışsal bir ilişki olarak düşünemeyeceğimiz gibi bütünüyle film tarafından belirlenen bir ilişki olarak da düşünemiyoruz” cümlesinden sonra yarıda bırakmayı, “askıya almayı” çok istedimse de okumayı sabırla sürdürdüm.  

Elbette ki yazıda “içinden çıkamadığım” tek nokta o değil ama şu “soykırımın ön kabulü” meselesini hiç anlamadığımı itiraf edeyim. Bir bilim ve sanat insanı, “Ermeni soykırımı gerçektir, Fatih Akın bunun filmini yapmıştır, artık iki kere gerçektir ve olaylara filmin kahramanı Nazareth’in gözünden bakmak dışında seçenek mümkün değildir” gibi bir yaklaşım içinde olabilir mi?  

Bir stadyum dolusu insana “Katil Amerika!” diye şarkı söyletmiş Grup Yorum’un “Biji Obama!” sloganıyla anılan Kobani için “devrim değil” demesinin de “inkarcılık”la suçlandığı şu günlerde bu tür “ön kabul”lere alışmak lazım belki de!  

O halde ben de ön kabullerimi yazmaya başlayayım: “Kesik” gibi dramalar, Ermeni halkının afyonudur... Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı Kaçaznuni ve Sovyet arşivleri ne diyorsa o doğrudur...  

Ve nihayetinde yurt savunması, Cadılar Bayramı kutlaması gibi bir şey değildir.