26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Amerikan kültürü

Yavuz Alogan

Yavuz Alogan

Eski Yazar

A+ A-

1950’lerden bu yana Amerikan kültür kuşağı içinde yer aldığımızı inkâr edemeyiz. Bu süreç Amerikan askerinin kahramanlığını anlatan II. Savaş belgeselleriyle başladı, Hollywood filmleriyle kapsamını genişleterek devam etti. Vahşi yerlileri haklayan hızlı ve cesur kovboylar, kötü adamları en zor koşullarda avlayan kahraman ve romantik kasaba şerifleri... Her biri melek karakterinde şefkatli, hem anaç hem korunmaya muhtaç, şarkı da söyleyebilen güzel kadınlar... Aslında ortalama Amerikalının dünyaya bakışını yansıtan bu kahramanlarda bir tür masumiyet vardı. Bu masumiyetin, insanlığı kurtaran yakışıklı Amerikalı kahraman ile onu yok etmeye çalışan ölüm makinesi çirkin Rus’u karşı karşıya getiren Soğuk Savaş filmlerinde bile bir ölçüde devam ettiğini söyleyebiliriz.
Amerikan filmlerinde masumiyetin kaybolduğu dönem Vietnam Savaşı sırasında ve sonrasında başladı. Sıradan bir seyirci olarak ben o filmlerde şunu gördüm: Farklı kıtalardan gelen, çeşitli ırkları ve etnik grupları bir potada eriten Amerikan milleti dışında bir uygarlık ve insanlık yoktur, dışarıdaki dünya yabancı, karanlık ve düşmandır. Dünyanın mikrokozmosu olarak Amerika tasavvuru kültür emperyalizminin temelidir.
İnsan başının cep telefonu önünde eğilmediği, sosyal medyanın ağır bir bağımlılık yaratarak sosyalleşme yanılsamasına ve şöhret budalalığına yol açmadığı 60’lı yıllarda Hollywood filmleriyle, naylon gömlek kot pantolonla, “Kes” denilen spor, “Loafer” denilen makosen ayakkabılarla, lolipop, country ve caz müziği, hatta Gece Kulübü ve bol camlı şömineli apartman mimarisiyle büyük kentlerde yayılan Amerikan kültürü, Yankee kapitalizminin vahşetini anlatan Amerikalı yazarlarla, Steinbeck, Sinclair, Miller, Faulkner, Mailer okumalarıyla dengeleniyordu. Günümüzde nitelikli okuma ve sorgulama alışkanlığı neredeyse yok olduğu için böyle bir denge yok.
“Eritme potası” tanımı Vietnam dönemi filmlerinde çok belirgindir. Nitekim The Deer Hunter (Avcı) filminde Rus Ortodoks gelenekleri sergilenir, Polonya asıllı kahramanlar vardır; Once Upon a Time in America (Bir Zamanlar Amerika) ülkenin geçmişine İtalyan göçmenlerin gözüyle bakar. Aynı İtalyan geçmiş The Godfather (Baba) filminde de vardır. Hatta ilk gençliğimizin tartışmasız en önemli filmi West Side Story’de (Batı Yakasının Hikâyesi) Latin kökenli Amerikalılar, özellikle Porto Ricolular ile beyaz Amerikalı gençler kavga edip trajedi yaratırlar. Vietnam yenilgisi sonrasında “Hatalarımız olabilir ama hep birlikte Amerikayız, hür dünya uğruna evlatlarımızı feda ederiz” vurgusu dünyanın gözüne sokulur.
İkiz Kuleler’den sonra elbette durum değişti. Kahraman Yankee deniz piyadesi bu kez dünyayı Müslüman teröristten kurtarmaya başladı. Filmler, sezonları bitmek bilmeyen, saymakla tükenmeyen dizilerle desteklendi. Bu dizilerin biri Amerikan yönetim sisteminin rezilliğini anlatıyor: House of Cards. Bazı saf arkadaşlar bu diziyi sisteme yönelik eleştiri zannettiler. Oysa dizi, “Evet bizim ahlakımız yok, yalancı, hedonist, katil ve üçkâğıtçıyız; iğrenciz biz fakat bize hayransınız, çünkü gücümüz bütün dünyaya yetiyor” mesajını veriyor.
Bir diğeri, CIA’nın filozoflar ve cesur yürekli isimsiz kahramanlardan oluştuğunu, dünyayı katil ve paragöz İranlılardan, kana susamış geri zekâlı cahil Müslümanlardan kurtarmak için ne büyük fedakârlıklar yaptığını anlatıyor: Homeland. Karakterler karmaşık ve derin, senaryo şaşırtıcı ve akıcı, çekimler muhteşem, inandırıcılık muazzam. Okullarda mecburi din dersi gören gençlerimiz hamburger, pizza, popcorn atıştırıp Kokakola içerek televizyondan, internetten, hatta “cepten” bu dizileri seyrediyor. Deist olmamak, hatta kafayı yememek mümkün mü?
Ben size bir şey söyleyeyim. Türkiye’de dizileriyle, filmleriyle, oyunlarıyla görsel medyanın (televizyon ve internet) neredeyse tamamı CIA ve tarikatların denetiminde. ABD’nin tarikat liderleriyle sempozyum yapmasına ve Türkiye’deki merkez medyanın sermaye yapısına bakınca, şaşılacak bir şey yok. Bir kanalı açıyorsunuz Kuran okunuyor, ötekini açıyorsunuz Pentagon Müslümanları bombalıyor. Bir kanalda Sultan Abdülhamit, öteki kanalda manyak Amerikan çavuşu Nicholas Brody.
Hizbullah’ın lideri Mehmed Göktaş ne güzel demiş: “Senin dolara ve piyasaya müdahalen nasıl ki bir anlam ifade etmiyor ve aksi tesir oluşuyorsa, cemaatlere ve tarikatlara müdahalen de aksi tesir edeceği gibi, sosyal hayatta kaos ve kargaşaya neden olacaktır, unutma!” Adam Marksist değil ama siyasetin ekonomiyle ilişkisini bizden iyi biliyor.
Günümüzün yeryüzü cehennemi en ahlaksız liberal kapitalizm ile bütünleşmiş siyasî İslam’dır. Her şey rejimin ideolojik niteliğinde düğümlenmiştir.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları
HDP sorunu 24 Ağustos 2019
Müşterek harekât 17 Ağustos 2019
Yeni bir dünya 06 Ağustos 2019
Üretim devrimi 03 Ağustos 2019
Demokrasi sorunu 30 Temmuz 2019