Bugün Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 81. Yıldönümü: Doğru eğitimin bereketi

Köy enstitülerinin dokunduğu ailelerin doğum günü 17 Nisan. Açıldıkları her yeri doğrudan doğruya ekonomik, sosyal ve kültürel yönden etkileyen köy enstitülerinin öğrencileri, köylüyü de okula katıyorlardı.

Her Köy Enstitülü öğretmenin doğum günü olarak kutladığı gündür 17 Nisan… Annem ile babam öyle kutlardı. Bizim evde her 17 Nisan coşku doluydu, hepimizin doğum günüydü…

Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk, Kurtuluş Savaşı sürerken 16-21 Temmuz 1921’de Ankara’da Türkiye Milli Eğitimi işlevinin bir programını hazırlamak amacıyla yapılan ilk genel toplantıya katılmış Maarif Kongresini açmıştır. Savaş sürerken bile milli eğitime önem vermiştir. 27 Ekim 1922’de Büyük Zaferi kutlamak üzere İstanbul’dan Bursa’ya gelen kalabalık bir öğretmenler grubu ile Bursa’nın öğretmenlerine Şark Tiyatrosu’nda gece toplantısında şöyle sesleniyordu: “Maarif programımızın, maarif siyasetimizin temel taşı cehaletin giderilmesidir. Bu giderilmedikçe yerimizdeyiz… Yerinde duran şey ise geriye gidiyor demektir. Bir taraftan genel olan cehli gidermeye çalışmakla beraber diğer taraftan sosyal yapısı doğrudan işe dayalı, uygulamalı, etkili ve yararlı kuşaklar yetiştirmek gerekir…”

“Hanımlar, Beyler! İtiraf edelim ki biz üç buçuk sene öncesine kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Dünya bizi, temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk senedir tamamen millet olarak yaşıyoruz. Bunun gerçek kanıtı Hükümet biçimimiz ve nitelikli Hükümetimizdi ki onu Büyük Millet Meclisi diye ilan etti…” (Atatürk’ün söylev ve Demeçleri C: II, S: 48-49)

Atatürk böyle diyor; cehaletten doğru bir eğitimle kurtulacağımıza inanıyordu.

Büyük Atatürk, eğitime, yüzyıllardır göz ardı edilen, her şeyden mahrum bırakılan köylerden başlanmasını istiyordu. Kırk bin köyümüzün otuz beş bininde okul yoktu… Nüfusun yüzde sekseni köylerde yaşıyordu. Köylüler bir paraya bir de askere muhtaç olunduğunda akla geliyordu. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte artık hep gündemdeydi köylüler ve köy çocukları…

Bu konuda birçok çalışmalar yapılıyor birçok yollar deneniyordu. 1929-1933 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde etkin görevlerde bulunan ve köy enstitülerinin kuramcısı olan İsmail Hakkı Tonguç’un 1935 yılında Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan tarafından İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilmesiyle eğitimde yeni bir dönem başlıyordu.

Atatürk’ün önderliğinde 1937 yılında başlayan çalışmalara önce “Eğitmen Kursları” ve “Köy Öğretmen Okulları” nın açılmasıyla geçildi. Köy Öğretmen okullarının ilki 1 Ekim 1937’de Eskişehir Çifteler’de açılmış, onu 30 Ekim 1937’de İzmir Kızılçullu izlemiştir. Bu çalışmalardan da anlaşıldığı gibi köy enstitülerinin temelinde Köy Eğitmen Kursları yatmaktadır. İzmir ve İstanbul’da Felsefe öğretmenliği, müfettişlik yapan Hasan Ali Yücel 1933-1935 yılları arasında Ortaöğretim Genel Müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1935 yılında yapılan seçimlerde İzmir Milletvekili seçilerek siyasete atılmıştı. 1938 yılında ise Milli Eğitim Bakanı olmuştu. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, köy enstitülerinin kuramcısı ve Kurucusu İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte köy enstitülerinin kurulması çalışmalarını hızlandırdılar. Ardından 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Yasanın kabul edilmesiyle yüzyıllardır göz ardı edilen köy çocuklarına okul ve eğitim yolu açıldı.

TIRNAKTAN TEPEYE

Böylece ‘eğitim sisteminin tepeden tırnağa iyileştirme değil, tırnaktan tepeye doğru kesin bir adımla işe başlama hedefi İsmail Hakkı Tonguç’a, İlköğretim Genel Müdürü olma olanağı verilince yaşama geçiyordu’. (Türkiye’de Köy Enstitüleri, Fay Kirby, S: 106)

1940 yılından itibaren yurdun çeşitli bölgelerinde laik ve karma eğitim yuvaları köy enstitüleri birer birer yükseliyor güneş gibi aydınlatıyorlardı bulundukları bölgeleri. Ancak dünyayı ikinci kez kana bulayan İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Batı Cephesi Komutanı olarak savaşın tüm acılarını yaşamış biri olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni savaşın dışında tutuyordu. Yurdu dört yıl süren Birinci Dünya savaşını yaşamış, İtilaf Devletleri tarafından işgale uğramış mütareke yıllarını yaşamıştı. Ardından Atatürk’ün önderliğinde üç buçuk yıla yakın Kurtuluş Savaşı vermişti. Savaşın getirdiği acılar, yoksunluk ve yokluklar sürüyordu. Millet yaralarını sarıyordu. Büyük kurtarıcımız Atatürk “Yurtta barış, dünyada barış”ı öğütlüyordu. Ancak mihver ve müttefik devletlerin kuşatması ve sıkıştırmaları altındaydık. Bütün baskılara karşı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ülkesini savaş dışı bırakmayı başarmıştı. Ama savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılarla yoksulluk rüzgarları yurdu etkisi altına almıştı. Bir kıtlık dönemi yaşanıyordu. Bütün bunlara rağmen savaşa katılmaktansa kıtlığa katlanmak evlatları yetim bırakmamak en doğru yoldu.

Artık Türkiye’de eğitim seferberliğine sıra gelmişti. Cehaletle savaşmak ve başa çıkmak zamanıydı. Çok fazla savaş yapmıştık. Şimdi eğitim; çağdaş uygarlık yolunda ilerleme zamanı olduğunu söylüyordu Cumhurbaşkanı İsmet İnönü. Ancak her olasılığa karşı birçok çiftçi ve emekçi yurt savunmasına alınmıştı. Milli Savunma Bakanlığı yiyecek maddeleri depoluyordu. Bu kıtlık döneminde her tarafta fiyatlar yükselmişti. Bu arada karaborsacılık doğmuştu. Ekmek karneye bağlanmıştı. Bu kıtlık döneminde köy enstitülerine de sınırlı ödenek kalıyordu. Kızlı erkekli çocuklar enstitülere koşuyorlardı. Herkes zorla değil, isteyerek gidiyordu. Öğrenciler her şeyin üstesinden gelmeye hazırdı. El birliği ile çalışıyorlar, emek ediyor, alınteri döküyor, üretiyorlar. Kendi okullarını yaptıkları gibi yeni yapılacak okullara gruplar halinde yardıma giderek enstitüler arası işbirliğinin en güzel örneğini veriyorlardı. Böylece İsmail Hakkı Tonguç’un “İş için iş içinde işle eğitim” ilkesi yaşama geçiyordu. Enstitü öğrencileri emeksiz üretim olmayacağı gibi alınteri dökülmeyen bir işin de değeri olmadığının farkına vararak yetişiyorlardı.

Her yıl köy enstitülerine gelen öğrenciler artıyor, kızlardaki artış enstitü müdürlerinin ve öğretmenlerin yüzlerini güldürüyordu. 1940 yılından 1944 yılına kadar tam 21 köy enstitüsü binası usta öğreticiler eşliğinde öğrencilerle birlikte yapılmıştı. Bunlardan biri de Erciş Köy Enstitüsü tarafından 1948 yılında Van’da yapılan enstitüydü. Toplumumuzun gereksinimlerine yanıt veren köy enstitüleri binalarının yerleri seçilirken de özellikle köy çocuklarına ulaşım kolaylıkları sağlamak için hem rahat hem güvenli hem de ekonomik olan demiryollarına yakın bölgeler seçilmiştir. Demiryolları Atatürk için de ayrı bir değer taşıyordu. 18 Şubat 1931’de Malatya’da şöyle diyordu: “Demiryolları, memleketin tüfenkten, toptan daha önemli bir güvenlik silahıdır. Demiryolları Türk Milleti’nin, refah ve medeniyet yollarıdır. Türkiye’de ekonomi hayatının yüksek gelişimleri ancak demiryolları ile olacaktır. Milletin saadeti, istiklali bu yollardan geçecektir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II, S:301)

ÖĞRENCİLERLE KÖY HALKI EL ELE

Köy enstitüleri açıldıkları her yeri doğrudan doğruya ekonomik, sosyal ve kültürel yönden etkiliyorlardı. Tarlada, bahçede kızlı erkekli çalışıyorlardı. Erkek öğrenciler kireç yakıyorlar, kum eliyorlar, taş taşıyorlar, briket döküyorlar, temel kazıp temel atıyorlar, duvar örüp çatı yapıyorlar; birer karınca gibi çalışıyorlardı. Yaptıkları binalar yükseliyor; ektikleri tohumlar fışkırıyor, ağaçlar boy veriyordu. Yoktan var edip bulundukları yeri imrenilesi bir cennete çeviriyorlardı. Kız öğrenciler biçki-dikiş atölyelerinde öğretmenleri eşliğinde çarşaflar, nevresimler dikip okul gereksinimlerini karşılarken, erkek öğrencilerin güneşte çalışırken giydikleri şapkaları da dikiyorlardı. Dokuma iplerini kendileri boyuyor, dokumahanelerde kilimler dokuyorlar, örgüler örüyorlardı.

Dersler görüyor, dünya klasikleri okuyorlar, kendileri yazıp oyunlar hazırlıyorlardı. Ulusal bayramlarda köy halkını davet edip kendi yazdıkları oyunlarını hazırladıkları sahnelerde oynuyorlar; fener alayları düzenleyip köyün içinde meşalelerle yürüyor, bayram sevincini köy halkına yaşatıyorlar, köylüyü de okula katıyorlardı.

Bereketli olsun olmasın enstitü öğrencileri okullarının bulunduğu bölgenin toprağına hayat veriyorlardı: “Deniz kıyısına yakın yerde olan Trabzon Beşikdüzü Köy Enstitiüsü topraksızlıktan denize başvuruyor, deniz ürünlerinde gelişiyor, konservecilik tesisleri kuruyordu. Adapazarı Arifiye Köy Enstitüsü, yanı başında bulunan Sapanca Gölü’nde balıkçılık işine el atıyor, balıkçılık yörenin en önemli endüstrisi oluyordu. Onları gören köylüler de balıkçılığa başlıyordu. Kırklareli Kepirtepe Köy Enstitüsü, çok büyük güçlüklerle karşılaşıyor ancak üstesinden geliyordu. İçme suyu sağlayacak bir artezyen kuyusu açıyor, daha sonra Trakya bölgesinin bütün kurak yerlerinde artezyen kuyuları yükselmeye başlıyordu. Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü yorulmak bilmez bir çalışma ile neler başaracağını gösteren bir enstitü olmuş, ağaçlandırma işleri ile önemli bir gelir kaynağı sağlamıştı.” (Fay Kirby, Türkiye’de Köy Enstitüleri S: 276- 277)

Bereketli topraklar üzerinde kurulmuş olan Adana Düziçi Köy Enstitüsü’nde hem tahıl hem sebze ekimi yapılıyordu. İpek böcekçiliği yapıyorlar, küçükbaş hayvan besliyorlar, bol meyve ağaçları yetiştirirken çevrelerini de ağaçlandırıyorlardı. Demiryolu üzerinde enstitüye en yakın yer olan Yarbaşı’na herkesin yararlanabileceği bir tren durağı yaptırmayı da başarmışlardı.

İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Malarya (sıtma), verem ve trahom gibi hastalıklar çok yaygındı. Bu hastalıklar karşısında enstitülere doktor bulmak da zordu, bulunan doktorları elde tutmak da… Köy enstitüleri yurttaki sağlık sorununa el atarak bu soruna da çare oldular.

Köy enstitüleri, Türkiye’yi saran görünmez bir teşkilatın önemli bir parçası olarak gözüküyordu. Köy enstitüleri, sağlık memuru ve köy ebeleri yetiştirilmesi için Sağlık Bakanlığı ile ilişki kurdu. 9 Temmuz 1943 tarih ve 4459 sayılı kanun ile bu anlaşmayı resmileştirdi. Bundan sonra köy enstitüsü öğrencileri üçüncü yılsonunda ‘eğitim’ ve ‘sağlık’ kollarını seçeceklerdi. İkinci ihtisaslaşma alanını seçen kızlar, doğrudan doğruya Sağlık Bakanlığı’nın yönettiği kurslara gönderildiler. Erkekler bu eğitimi veren köy enstitüsüne gönderildiler. Bu konuda Hasanoğlan ve Kızılçullu başlıca iki merkezdi.

‘İŞ İÇİN İŞ İÇİNDE İŞLE EĞİTİM’

Trahomdan yaralanmalara kadar her şeyi tedavi etme zorundan doğan tecrübelerle Malatya Akçadağ Köy Enstitüsü’nün öğretmen kadrosunda ‘sağlık öğretmeni’ iki katına çıktı. 1946’da 457 Akçadağ mezunundan 63 tanesi ‘halk sağlığı memuru’ sanını taşıyordu. Dört vilayetin köylüsü ile din tüccarlarının sattığı yarı sihir yarı empirik (deneyci bilgi karışığı) zararlı ilaçlar arasına 63 sağlık memuru ile enstitülerde ‘ilk yardım’ eğitimi gören mezunlardan başka girecek hiçbir tıp insanı yoktu.

“İş için iş içinde işle eğitim” ilkesini uygulayarak savaşın yarattığı onca yokluğa, yoksulluğa rağmen kendi okullarını kendileri yaptılar. Ekinler ektiler, sebzeler yetiştirdiler. Kumlar elediler, harçlar kardılar. Biriketler döktüler, temeller kazdılar. Taşlar çektiler, taşlar kırdılar. duvarlar ördüler, köşeler bağladılar. Çatılar yaptılar, kiremitler taşıdılar. Kızlı erkekli yan yana çalıştılar. Emek ettiler, alınteri döktüler üretmenin zekine vardılar. Kız öğrenciler, dikişhanelerinde nevresimler, çarşaflar, güneşten koruyacak şapkalar diktiler. Kilimler dokudular, örgü işleri yaptılar. Fırınlarda ekmekler pişirdiler, turşular kurdular, reçeller yaptılar.

Dersler gördüler, dünya klasiklerini okudular, tartıştılar. Şiirler, öyküler yazdılar. Tiyatro oyunları yazıp yine kendileri oynadılar. Mandolin, keman saz çaldılar, halaylar çektiler. Köy enstitülü kızlar, ne süs püs yaptılar, ne güzel görünme gibi bir çabaları oldu. Onlar, gençliğin zaten bir güzellik olduğunun bilinciyle yetiştiler. En büyük yarışları “Ne kadar verimli olabiliriz?” yarışıydı. Onlar, kullanışlığa dayalı en gerçekçi köy enstitülerinde en gerçek eğitimi alarak yetiştiler. Çalışkan, emekçi, üretken, dürüst, onurlu ve yurtsever olarak Atatürk’ün, cumhuriyeti emanet ettiği gençlik oldular.

Onlar, Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda çizdiği yolda yürümek için köylere birer ışık olarak yayıldılar. Aydınlık oldular. Gittikleri yerlerde ekonomik, sosyal ve kültürel bir toplumsal uyanış başlattılar. Çağdaş uygarlık yolunda ilerlemenin öncüleri oldular. Enstitülere köy çocuklarında bir akın başlamıştı. Uygarlık yolunda yürüme değil koşma zamanıydı. Hiç akla gelir miydi ilerlemekten korkanların olacağı; kim geriye gitmek isterdi?

Sonraki Haber