Orhan Taylan’ı kaybettik, 1 Mayıs afişinin hikayesini Aydınlık'a anlatmıştı

1 Mayıs afişinin sahibi ressam Orhan Taylan hayata gözlerini yumdu. Taylan, 1 Mayıs’ın bir diğer simgesi olan 1 Mayıs Marşı’nın bestecisi Sarper Özsan’la Aydınlık’a röportaj vermişti… O röportajı yeniden okurlarımıza sunuyoruz…

Orhan Taylan’ı kaybettik, 1 Mayıs afişinin hikayesini Aydınlık'a anlatmıştı

1 Mayıs’ların simge afişinin ressamı Orhan Taylan’ı kaybettik. 82 yaşındaki Taylan’ın, 13 Ekim’den bu yana zatürre ve kan şekeri yüksekliği nedeniyle hastanede tedavi gördüğü öğrenildi.

Orhan Taylan yarın (6 Kasım Pazartesi) İstanbul Bebek Camisi’nde kılınacak öğle namazının ardından Aşiyan Mezarlığındaki aile kabristanına defnedilecek.

1976’DAN BERİ 1 MAYIS AFİŞİ…

Usta sanatçının ellerinden çıkan eserlerden biri hafızalara kazındı. Bir işçinin nasırlı ellerinin içindeki dünyayı resmeden afiş, her 1 Mayıs’ın simgesi… Ressam Orhan Taylan, belki de 1976’da 1 Mayıs afişini tasarlarken kitlelere bu kadar mal olacağını bilmiyordu. Afiş 1976’da kullanıldığı ilk 1 Mayıs bayramının ardından milyonların sembolü oldu.

‘İNSANLARIN CİĞERİNE İŞLESİN DİYE’

Aydınlık 1 Mayıs 2012’de, 1 Mayısların iki simgesinin yaratıcısıyla röportaj yapmıştı. Ressam Orhan Taylan ve 1 Mayıs marşının bestecisi, Vatan Partili Sarper Özsan… Sarper Özsan’ı geçen yıl Aralık ayında kaybetmiştik. Taylan afişi şöyle anlatıyordu: “İşte afişle resim arasındaki fark budur. Biri bakar bakmaz kavranacak bir şeydir. Diğeri baktıkça tekrar tekrar anlaşılacak bir şeydir. Bir iş yaparken insanların ciğerine işlesin diye yapıyorsun.”

İki ustayı eserleriyle, saygıyla anıyor, Naci Eriş imzalı söyleşiyi tekrar okurlarımıza sunuyoruz…

‘HEYKELE GEÇ BAŞLADIM’

-Siz hem resim hem de heykel alanında birçok esere sahipsiniz. Nasıl başladı bu yolculuk?

Orhan Taylan: Resim üstüne öğrenim gördüm. Sadece yağlı boya değil, desen de çok çizdim. Heykele çok geç başladım, 95’lerde falan. O yüzden heykelci saymıyorum kendimi. Çok sevdiğim abim, arkadaşım Kuzgun Acar’la çok çalıştım. Belki de heykel yapma heyecanını bana o aşılamıştır.

‘SENDİKAYI SEÇTİM’

-Resimlerinizi yaparken öncelikleriniz nelerdir?

Orhan Taylan: Ben İtalya’da okudum. Sonra Türkiye’ye geldim. Burada resim yapmak İtalya’da Fransa’da resim yapmak gibi bir şey değil. Resim geleneği olmayan bir yerde resim yapacaksınız. Yani yağlıboya resim geleneği, rönesans tarzı geleneği olmayan bir ülkede resim yapacaksınız. Sokaktaki insanın Rönesans kültürüyle bir yakınlığı yok. O yüzden estetik algıları da İtalyan’lar ya da Fransız’lar gibi değil. Bu bizim insanımız... Amcamız, eniştemiz, kapıcı, bakkal, okuldaki öğretmen v.s. neden etkileniyorlar? Nasıl bir beklentileri var acaba? Bu yoldan giderek, geçerli trendlerin peşine takılmadım. Tersine başka bir alan seçtim. O da sendikalar alanıydı. Benim mezun olup geldiğim yıllar. TİP yeni kurulmuş, sendikalar çok canlı. Müthiş bir dinamik var.

‘BÖLGESEL BİR ESTETİK ANLAYIŞ VAR’

-O yıllarda toplum da çok hızlı ilerliyor...

Orhan Taylan: Evet tabi çok hızlı bir ilerleme var. Ben o süreçte sendikacı arkadaşlardan çok şey öğrendim. Onlar üniversite okumamış ve eğitimsizdiler. Ama kuşkusuz bir beğenileri vardı. O yüzden onlara göstermeyi çok severdim. Hiç benim dikkatimi çekmemiş yerlere takılıp, ya bu olmamış derlerdi. Burada bizim insanlarımız derken sadece milli bir çerçeveyi kastetmiyorum, daha yöresele bakmak istiyorum. Balkanlılar, Kafkaslılar, Yunanlılar, Çerkezler hepsi birbirine çok yakın... Bölgesel bir estetik anlayış var. Açık anlatımlı olacak ama duygulu ifade edilecek. Efkâr hep olacak. Bu estetik anlayış Amerikalılara benzemiyor... İngilizlere, Fransızlara benzemiyor... Neden? Çünkü buralar yenilmiş olan halklar... Birinci Dünya Savaşı’nı düşünün... Çok acılar yaşanmış. O nedenle çalışmalarımda hüzün mutlaka olmalıdır. Eğer bu hissedilmiyorsa bizim resmimizden değildir.

‘KÜÇÜKLÜĞÜMDEN BERİ EZİLENLERİN YANINDAYIM’

-Sizin müziğinizde etkili oldu mu yöresel etkenler?

Sarper Özsan: İnsanın düşünsel yapısı ve yetişmesi birçok şeyi belirliyor. Ben küçüklüğümden beri hep ezilenlerin yanında olmuşumdur. Sadece emekçiler açısından söylemiyorum. Mahalle oyunlarında da öyledir. Yetişmemde bu vardı. Devrimci olmam da gökten zembille inmedi. Düşünsel yapınızın gelişmesi, sizi ister istemez siyasal bir konuma itiyor. Bunun büyük etkisi var. Onun dışında benim herkesle büyük dostluğum vardır. Bir köye gideyim hepsiyle sarmaş dolaş olurum. İnsanlarla ilişkim iyidir. Böyle olunca insan kendini de biçimlemiş oluyor. Hangi dalda çalışırsam çalışayım, hep karşındakinin yararına yapmak gibi bir eğilimim oldu. Ün sahibi olayım gibi değil, kendini paylaşmak ve başkalarının dertlerini paylaşmak istediğiniz zaman bu sizi sanatta bir noktaya getiriyor. 20. Yüzyılda bu şekilde düşünüp de sanat yapmak kolay değil. 20. yüzyılda özellikle Batı’da hem resim hem müzik alanında akıl almaz soyutluğa düşülmüş. Gerçekten apayrı, bugüne kadar gelenlerden değişik işler denemiş. Bunlar görüşüme göre, halktan çok ileri denemeler. Bu nedenle 20. yüzyılın sanatında halktan kopuş var. Tabi ki bu sanat insanları etkiliyor. Orhan’ın da söylediği gibi halkımızın bunlara karşı tavrı gibi bir meselemiz var. Benim yaptığım çalışmalarda da onu seçmiyorum. Onu seçtiğiniz zaman halka yönelik bir şey yapmıyorsunuz. Bu sizin çizginize yahut düşünsel yapınıza uymuyor.

YENİLİKLERDEN FERAGAT

-Peki sizin reddetiğiniz bu sistem günümüzde geçerli değil mi?

Sarper Özsan: Doğru birçok sanatçı bu akıma kapılıyor. Dünyanın bir gelişmesi var. Biz de dünyadaki ülkelerin yaptıklarına bakıyoruz. Onların yaptıklarından geri kalmamak gibi bir mesele de var. Bizim ülkelerdeki sanatçıların işleri Batı’dakinden daha zor. Yani Mao’nun söylediği “sanatı yaygınlaştırmak, bir de düze yükseltmek” meselesi. İnanın ben bunların hepsini denedim. Aydınlık Korosu’nu çalıştırırken bir müzik yapıyorsunuz, çok sesli müzik yapmak istiyorsun, ama halka da yakın olmak istiyorsun. Halka ne kadar yakın olursan o yaptığın yeniliklerden de o kadar feragat etmek gerekiyor. İnanın çok zor bir iş.

‘DİNLEMEZ Kİ ALIŞSIN’

-Bu bir yandan halkı ilerletmiyor mu? Çok sesliliğe alıştırmıyor mu?

Sarper Özsan: Çok ileri bir şey yaparsanız alıştırmaz. Dinlemez ki alışsın. Bu nedenle çok kolay bir iş değil. Hem halkı geliştirme görevini üstleniyoruz. Hem de kitlelerden kopmamakla da yükümlüyüz. Benim yaptığım işlerde belirleyici nokta bu oluyor.

KARACAOĞLAN’DAN SENFONİK ŞİİRE

-Sizin için de geçerli mi bu?

Orhan Taylan: Şimdi aklıma Nazım Hikmet’in şiirleri geldi. O kadar güzel anlattı ki yalın ifadeyle kapsamlı, senfonik ifadeyi getirdi. Nazım’ın şiiri tamamen budur. Nazım’ın şiiri Karacaoğlan dinlemeye alışık bir halka, belki aynı dille, ona yakın bir dille açık bir Türkçeyle senfonik bir şiir yazıyor. Çok kapsamlı... Göndermelerle dolu, Aruz kullanıyor, serbest vezinler kullanıyor, fütüristlerin kalıplarını kullanıyor. Çok sevilmemesine rağmen, halka hemen yayılmamıştır. Önce aydıların arasında yayılmış, kitlelere zaman içinde yayılabilmiştir. Çünkü alışılmış dışında bir şiir. O nedenle bu kadar sıra dışı bir sanat yapıtı ortaya koyduğunuzda bunun popüler olmayacağını bileceksiniz. Aydın çevrede yer bulacak, sanatçıları etkileyecektir. Giderek yavaş yavaş anlaşılacaktır.

AFİŞLE RESİM ARASINDAKİ FARK

Hem kapsamlı bir iş yapayım, anlam katmanları iç içe geçmiş, ikinci üçüncü okuyuşta farklı şeyler anlayacağın eserle popüler olunmaz. Ya yalın kat bir anlatım seçersin. İşte afişle resim arasındaki fark budur. Biri bakar bakmaz kavranacak bir şeydir. Diğeri baktıkça tekrar tekrar anlaşılacak bir şeydir. Bir iş yaparken insanların ciğerine işlesin diye yapıyorsun. Yıllarca hatırda kalsın diye yapıyorsun. Yıllar sonra Anadolu’nun ortasında resim öğretmenleri sizin 20 yıl önce yaptığınız bir resim vardı unutamadım diyorsunuz.

‘BEY ÇOK GÜZEL YAZMIŞSIN DA’

-İkinizin de siyasi bir kimliği var. Bu olmasaydı sanatınızda da farklılıklar olur muydu?

Sarper Özsan: Bu alana geçmemizin bir sebebi vardı. Zaten çocukluğumuzdan beri hak hukuk meselesini özünde farklı düşünmüyormuşum. O nedenle de böyle bir çizgiye eninde sonunda gelirdik. Gençliğimizin 60’lı yıllara denk gelmesinin büyük faydası var. İşçi hareketiyle denk gelmenin faydası var. Ben 60’lı 70’li yıllarda teybimi alıp köylere giderdim. Hem onların eleştirilerini alırdım. Bir kere bir yoksul köylü, çamurlu çizmeleriyle geldi dedi ki, “bey çok güzel yazmışsın da o sözlerin heyecanını ben duymadım” dedi. Ben o müziği akademik çevrelere gösterdiğimde böyle bir eleştiri almadım. Hep çok güzel denildi. Onlar başka şeye bakıyorlar. Fakat öyle bir damardan girdi ki meseleye, ben ilk kez orada aydım. Yani sözü çektiğin zamanda müzik onu yansıtabilmeli. Beethoven’ı düşünün. Bence o 1789 Fransız devriminin heyecanını dile getiren bir besteci... O heyecanı her eserinde buluyorsunuz. Eğer heyecanlı biriyseniz bir bestenizi sonuna kadar oturarak dinleyemezsiniz, ayağa kalkarsınız. Bende de hüzünden çok coşku vardır. Yaptığım her şeyde öyle. Oğluma mektuplar yazıyorum örneğin ona coşkuyla anlatıyorum. İnsan yapısına göre sanatını belirliyor.

Sonraki Haber