Ne olacak bu arşivlerin hali?

Söz konusu sinema ve ona ilişkin arşivler olunca akla gelen ilk soru: Ne olacak bu arşivlerin hali?

Bu sorunun iki yanıtı var; İlki, laf olsun diye söylenen klasik bir yanıt; arşivler bir ulusun belleğidir, yitirildiğinde bellek de yok olup gider. Ona sahip çıkıp,  gelecek kuşaklara aktarmak her medeni ülkenin vazgeçilmez ana ilkelerinden biridir vs…vs…  Çoğu zaman yinelene yinelene ezberlenen bu sözcükler, bir yanıt yerine, laf olsun diye söylenir. Ama sonuçta ne söyleyen ne de dinleyen inanır.

İkinci yanıt ise; biraz kötümser, dahası iç karartıcı, bir açıdan da baştan savıcı gibi gözüken, ama ilkine oranla bir hayli gerçekçi olan bir yanıt: Bundan öncekiler ne olduysa o da öyle olacak… Çünkü bu ülkedeki sinema arşivlerin kaderi bu…

Günümüzde yalnızca sinemayla ilişkili kişisel arşivlerin “hali” ya da “akıbeti” hep böyle olumsuz olmuyor. Sinemayla ilgili kurumlarınki de aynı sonu paylaşıyor. Bu konudaki örnekler de o kadar fazla ki… Sinemayla ilgili kişisel arşivlere sahip olanların birçoğu “arşivimizin üçte biri kurumlardan atılanlarla dolu” demekten bile çekinmiyor. 

Geçenlerde yitirdiğimiz Agah Özgüç’ün ardından da bu soru ve buna bağlı olan yanıtlar söz konusu oldu. Herkes yaşarken farkına bile varmadığı –ya da varmak istemediği- bu arşivin ne olacağına ilişkin sorular sormaya başladı. Rahmetli dostumuzun ömür boyu biriktirdikleri yaşarken değil de nedense ölümünden sonra birilerine dert oldu.

Daha öncede söylemiştik. Arşivler onu bir araya getiren kişilerle daha anlamlı ve değerli olur. Onları bir yaşam boyu tek tek toplayıp, kendilerine göre tasnif edip koruyanlar, yalnızca yitip gidecek olan bu nesnelere değil de, aynı zamanda onların anlamlandırmalarına da sahip olurlar. Ya da bir diğer söyleyişle toplanıp bir araya getirilen o nesnelerin dilinden daha çok onlar anlarlar.

Örneğin, her kişisel arşivde yer alan bir fotoğrafın, onu toplayanlar için, üzerinde yer alan görüntünün de ötesinde bir başka hikayesi vardır. Bu hikaye, çekildiği dönmeden, çeken kişiden ve albümden albüme el değiştirmesinin zamana yaydığı süreçten beslenir. Onun içindir ki kişisel arşivlerin birçoğu, onu toplayanların dışında yalnızca bir bir görüntüdür. 

Çok yakından bildiğim Agah Özgüç’ün arşivi de bu tür arşivlerden biridir. Düzenli, temiz ve kendine özgü tasnif şekli olan bir arşiv. Her fotoğrafın arkasında adeta onun yaşını ve değerini ortaya koyacak onlarca şifre vardır. Bu şifrelere bakarak fotoğrafın kaç kez, nerelerde hangi boyutlarda yayınlandığını adeta okursunuz.

Bildiğim kadarıyla; Çetin Özkırım’ın, Turan Gürkan’ın, Erman Şener’in,  Nezih Coş’un, Alim Şerif Onaran’ın, Giovanni Scognamillo ile Fikret Hakan’ın arşivleri de böyle idi… Sonra ne oldu bilinmiyor.

Keşke birileri çıkışa da Agah Özgüç’ün arşivini –tabii ki bedelini ödeyerek- onun adının verildiği bir kurumla bu ülkeye kazandırabilse. Ne güzel olur.

Bir yanda hoyratça savrulan, bilinçli ya da bilinçsizce hantal bir konuma getirilen kurumların arşivleri, öbür yanda kurumlara alternatif olarak bir ömür boyu oldukça sınırlı olanaklarla oluşturulan kişisel arşivler…

Bir kader gibi… Sonuç hiç değişmiyor, hep ayni…