Postmodernizmin külleri

İnsan görmek ve anlamak istemeyince ne söyleseniz kâr etmiyor. Modernizm ve postmodernizm arasındaki karşıtlık ve uyumun bir türlü anlaşılamaması, anlaşılmak istenmemesi de bu durumun çarpıcı örneklerinden biri... Wallerstein, demokratik burjuva düşüncesinin tutarlı son temsilcisi olarak, Liberalizmden Sonra kitabında, Marx’ın “kapitalizmde emek ve sermayenin oluşturduğu zorunlu birliktelik ve karşıtlığı” ilkesini şöyle formüle etmişti: Sovyetler’in çöküşü ve emeğin örgütsüz kalışı, kapitalizmin de (emperyalist aşamayı tamamlayarak) çürüyüp çöküşüyle sonuçlanacaktır. Bu bağlamda, Sovyetler’in yıkılması postmodernizmin engelsiz yükselişine yol açarken, evrensel insanlık değerlerinin de tüketilip geçersizleştiği karmaşık ilişkilerle kuşatılan gündelik yaşamda insan, teknolojinin basıncıyla soluk alamaz bir kördüğümle yumaklaşır.

EMEĞİN KARŞI HUKUKU

Emperyalist burjuvazi, emek saflarının toplumsal mücadelelerle kapitalist sistem içinde karşıhukuk olarak yerleştirdiği örgütlenme ve yaşam anlayışını parçalayıp etkisizleştirmekten başka çaresi kalmadığını görerek, 1789 Devrimi’ne öncülük eden aydınları, bu kez yaklaşan büyük çöküşü engellemek üzere, aydınlanma birikimini tüketme sürecinde kullanır. Üstelik bunu devlet karşıtı özgürlük ve demokrasi kavramlarını sözde sahiplenerek yapar. Sovyet Devrimi sonrasında, Gramsci’nin de öngördüğü örgütsel bileşim içinde emek saflarıyla aydınlar arasındaki dayanışmanın eklemleşmesini McCarthy’nin cadı kazanıyla ivmelenen Soğuk Savaş sürecinde dağıtmaya girişir; bilim, felsefe, sanat alanlarından gündelik yaşama yayılan emeğe dayalı düşünme ve davranış koşullarını zayıflatıp çözer. Neoliberal safsatalarla devleti küçültme ve bürokrasiyi ortadan kaldırma, insanı yurttaşlık cenderesinden bireyci özgürlüğe taşıma adına toplumsal ilişkilerde, iş yaşamında ve her türlü yönetim biriminde hukukun bozunumuna yol açarak mafya yöntemlerini egemen kılar. Emperyalist metropollerden çevreye doğru genişleyerek ilerleyen saldırı sonunda bugün gelinen noktayı göremeyecek kadar ufuksuz olanlarsa Batı’dan çeviri / çalıntı bilgi ve yorumlarla edindikleri bilgili adam ününü ranta dönüştürmeyi sürdürürken, ne yazık ki onlarla yakın görünmekte yarışanlar da hiç küçümsenecek sayıda değil...

CUMHURİYET’E LİNÇ REVA MIYDI

1990’ların başlarında postmodernizmin ve Zaman’e hurafelerinin derunî savunusunda kendinden geçmekle kalmayıp nicelerini vecde getiren Hilmi Yavuz ve Hasan Bülent Kahraman, Varlık’ta Türk düşüncesine ve edebiyatına verdirdikleri zarar konusunda şimdilerde kuzuların sessizliğine bürünmüşken, kimi ulusalcı / sol kişiliklerin ideolojik olarak onlarla asla aynı zeminde yer alamayacağı sanısı verseler de sanat ve kültür ortamında onlarla hemzemin olmaktan hiç de kaçınmıyor ve üstelik övünç duyuyor oluşları şaşırtıcıdır. Son olarak Bedri Baykam’ın “Kolektif Linç İştahı” yazısı gerçekten bir ibret belgesidir (Cumhuriyet, 01.10.20). Kahraman’ı geçen yıl onur ödülüne değer bulan Baykam, yazısında, “Ekrem İmamoğlu’nca da İBB Kültür Sanat Platformu Danışma Kurulu’na seçilip” yaftacı solun tepkileri sonrasında “görevden çekilmesini” üzüntüyle karşıladığını belirtiyor. Vaktiyle Cumhuriyet’e linçi reva görmeleri yok sayıp Kahraman’a yönelik bu “silici” tutumu, “ülkemizin yaşadığı şizofrenik siyasal ortama” bağlıyor:

“Türkiye’nin Kahraman gibi sonsuz bir bilgi dağarcığı üstüne katmanlı düşünce kapasitesini geliştirebilen bir beyni dışlama şansı olamaz.”

'SİLİCİ' OLAN KİM

Baykam ya farkında değil ya da unutmuş görünüyor: Cumhuriyet sonrası modernleşmenin kültürel ve sanatsal temellerinin yıkılmasında Varlık Dergisi’nde çeyrek yüzyıl nasıl “silici” bir rol izlediğini sergileyen yazılarına yetişememişse bile, Kahraman’ın hiç değil, “Postmodernite İle Modernite Arasında Türkiye / 1980 Sonrası Zihinsel, Toplumsal, Siyasal Dönüşüm” çalışmasına göz atma fırsatı bulursa, Sn Baykam kimin “silici” olduğunu ve şizofren yakıştırmasının kime cuk oturduğunu apaçık görecektir. Yeter ki postmodernizmin külleri arasında üfleyecek köz arıyor olmasın...

Bir an için, sanatsal yorumların her zaman toplumsal ve siyasal olgularla koşutluk ve bire bir örtüşme içinde olamayacağı düşünülebilir. Ancak Kahraman’ın 40 yıllık çabası ve vargıları, Kemalist kuruluşun neoliberal niyet ve savlarla yıkılmasını amaçlıyordu ki bilim ve felsefeye, sanat ve kültüre ilişkin değerlendirmeleri bu çabasıyla çelişmiyor, örtüşüyordu. Yeni Ortaçağ’da nice uzman, derin ve engin postmodern bilgiçliğini aydınlanma geleneğiyle savaşmak ve onu silmek için kullanıyor. Böyle devasa bir iş, çapsız niyet ve girişimlerle olacak değil elbette...