Yol boyunca heybetli yanardağlar sırası bize eşlik ediyor. Çoğu aktif volkan olan, zirveleri karlıdağları izlemek çok keyifli. 6 saatlik yolculukta büyüleyici bir doğa ile karşı karşıyayız. 3000 metre yükseklikteki yeşilin her tonunu gördüğümüz ağaçlar, rengarenk dağ çiçekleri, minik şelaleler arasında ilerliyoruz. Bu yükseklikteki çam ağaçları ve tarım alanlarını görünce doğanın cömertliğine bir kez daha hayran oluyoruz. Bu görsel şöleni serbest otlayan besili inekler, keçiler, koyunlar ve atlar, aralarda gördüğümüz köyler, kasabalar ve eski kiliselertamamlıyor. Köylüler dağ yollarında yoğurt ve taze peynir satıyor. Yoğurt her evde yapılırmış. Keçi peyniri ve yoğurdun tadına bakıyoruz. Nefis! 3400 metrede sisler arasında yol alırken neredeyse her yaştan bisikletliler görüyoruz. Çılgınca pedal çeviriyorlar. Bu yükseklikte biz zor nefes alırken onlar antrenman yapıyor. Arkalarında arabalar ve antrenörleri var. Öyle bir iki kişi değil yol boyunca yüzlerce bisikletli gördük. Böylece Ekvadorlu uçan bisikletlilerin başarılarının sırrını çözdük. 3400-4000 metrede hazırlanıyorlar, yarışmalarda uçup madalyaları topluyorlar. En çok da ortaokul-lise öğrencisi gibi gençler dikkatimizi çekti.
PASO PALLACTA VE TROPİKAL YAĞMUR ORMANLARI
3400 metre, 3970 metre derken 4063 metrede Paso Pallacta’ya geldik. Müthiş bir rüzgâr var. Bisikletliler hiç etkilenmiyor gibi. Antisana Yanardağı ve zirvesinden kar eksik olmayan diğer volkanlar sis bulutlarının ardında tüm heybetiyle bir görünüyor, bir kayboluyor. Göz alabildiğine uzanan bir milli parktayız. Burası dünyanın en zengin çeşitlilik kaydının olduğu bölge, “Quijos Vadisi”. Tümüyle ekolojik koruma alanı, ayı dahil birçok canlıya ev sahipliği yapıyor. Quijos Vadisi, gözlerimizi alamadığımız heybetli And dağları ve uçsuz bucaksız tropikal yağmur ormanları arasında bir koridor. Quito merkez alındığında ülkenin doğusuna doğru gitmekteyiz. Tırmanmanın ardından inişe geçince yine dolambaçlı yollarda bambaşka güzelliklerle karşılaştık. Hiç bu kadar coşkulu yeşil bitki örtüsü görmemiştim. Gökyüzüne uzanan heybetli ağaçlar güneş ışınlarının toprağa ulaşmasına engel olurcasına sık. Ağaçların aralarından yol kenarlarına ulaşıvermiş müthiş renklerde çiçekler, her yerde yükseklerdenşırıl şırıl dökülen sular, aralarda yerlilerin yaşadığıminik köyler. İş makineleri de eksik değil. Bir yandan yağmur ormanları kesiliyor diğer yandan hidroelektrik santralleri vs inşa ediliyor. Sanki medeniyetin bedeliormanlara ödetiliyor! Nefes kesen manzaralarda bir damla gözümüzü kapatmadan saatlerce döne döne iniyoruz. Yollar çok güzel ama yorucu.
AMAZON NEHRİ
Aşağı doğru indikçe o coşkun, ışık sızdırmayan, sık yeşilden biraz daha farklı bir yeşile geçiyoruz. Düzlükte şehirleşme hızlanıyor. Kakao, muz bahçeleri çoğalıyor. Küçük köyler, kasabalar geçiyoruz ve turizm tesislerinin dev panolarını görüyoruz. Amazon yerlilerinin bereketli topraklarındayız. Belli ki burada yere ne tohumu düşse o yeşeriyor. Böyle bir zenginlik ve çeşitlilik hiç görmedim. Müthiş etkileyici uçsuz bucaksız coşkun bir orman deryasının içerisindeyiz, dilerim böyle kalır.
Bizim küçücük bir parçasını gördüğümüz Güney Amerika’daki “Amazon Ormanları” ya da “Tropikal Yağmur Ormanları”,Türkiye yüzölçümünün 7 katı büyüklüğünde, yaklaşık 5,5 milyon km2lik bir alanı kapsıyor. %60’ı Brezilya’da yer alan Amazon ormanları Peru, Ekvador, Kolombiya, Venezuela, Guyana, Surinam, Fransız Guyanası, Bolivya olmak üzere dokuz ülkenin sınırları içerisinde bulunuyor.İnsan yerleşimi ve arazilerin genişletilmesi nedeniyle büyük bir ormansızlaşma ile karşı karşıya bu bölge. Kesilen, yok edilen ormanların %91’i otlak olarak kullanılıyor. Özellikle “hamburgerci” dev firmaların“et” talepleri ve etobur insanlara et sağlamak için sığır vs üretilecek “hayvan çiftlikleri” kuruluyor, “et” uğruna dünyanın ciğerleri sökülüyor! Havaya salınan metan gazı da cabası! Üstelik bu çiftlikler, yoksullukla mücadele gibi tanıtılıyor. Halbuki ormansızlaşma tüm dünyayı tehdit eden çok ciddi bir sorun. Zavallı dünya, zavallı insanlık!
Yol boyunca irili ufaklı kollarını gördüğümüz Amazon Nehri, Afrika’daki Nil Nehri’nden sonra dünyanın en uzun ikinci nehri. Peru’daki And Dağları’nın doruklarından doğduktan sonra 6.400 km dolaşarak Brezilya’dan Atlas Okyanusu’na dökülüyor, döküldüğü yerdeki genişliği 240 km. Nehrin derinliği birçok yerde 70 metreden fazla. 1500 yılında, Avrupalılardan nehrin ağzına ilk ulaşan İspanyol denizci Vicente Pinzon olmuş. Kaynağının bulunma yılı ise 1941! Kolomb öncesi Aztek, Maya ve İnka dönemlerini araştıran Fransız Betrand Flornoy ve ekibi, önce Peru’daki Marañón Nehri’ni bulmuşlar. Marañón Nehri’nin Ucayalı Nehriyle birleştiğini ve Amazon’u oluşturduğunu ortaya çıkarmışlar. Amazon nehrinin Avrupalılardan önce yerliler tarafından“Marañón Nehri” olarak bilindiği söyleniyor. Bir rivayete göre nehrin adı yerlilerin “Tupi” dilinde tekne batıran anlamına gelen “amassona” imiş. Bir diğer rivayete göre ise 1541 yılında nehrin içlerine doğru ilk yolculuğu yapan İspanyol gemicive talancı Francisco de Orellana kendilerine karşı savaşan yerli kabilelerin savaşçı kadınlarını görünce aklına “Amazon kadınları” gelmiş ve nehre Amazon adını vermiş! Amazon hem nehrin hem de yağmur ormanlarının adı olmuş.
NAPO NEHRİ
Biz Amazon Nehri’nin Ekvador’daki kollarından birine, Napo Nehri’ne yakın küçük bir işletmede kaldık. Doğanın içerisindeki otel her türlü küçük kemirgen, sinek, böcek ve kelebeğe ev sahipliği yapıyordu. Civarda ağaçları tanımak üzere yaptığımız mini keşif gezisinde uzun lastik çizmeler giydik. Dev “sumaumeria” ağaçlarının köklerinde kaybolduk. Ekvador’un sıtmaya karşı kinin elde edilen “cinchona” ağacını gördük. Avrupa’da ve dünyaya salon bitkileri adıyla yüksek bedelle satılan ve evlerde en güzel köşelere yerleştirilen birçok bitkinin buralarda doğada keyifle yaşadığını gördük. Yabani orkidelere, rengarenk kelebeklere, tombul tırtıllara, pırıltılı böceklere doyduk. Yerlilerin her türlü ağaç ve bitkiyi günlük yaşamlarında nasıl gıda, ilaç, güzellik, savunma amaçlı kullandığını gördük, bu bilgilerin yeni nesillere aktarıldığını öğrendik. Tabii sadece yeni nesiller değil, bu coğrafyaları talan etmeyi bırakmayan yeni sömürgeciler de her şeyi yerlilerden öğrenip pazarlıyor, para kazanıyor, yerlilerde rehberlik parasıyla geçinmeye çalışıyor.
Otelin dışı 4-8 metre yüksekliğe ulaşabilen kakao bahçeleriyle çevriliydi. Kakao meyvesi çok ilginç. Pembemsi bir yumrudan büyüyerek kahverengine dönen, büyüdükçe dış kabuğu sert ve odunsu hale gelen 15-20 cm boyunda iri bir meyve. İçerisinde sonradan öğütülüp işlenerek kakao ve çikolata elde edilen çekirdekleri var.
TANRILARIN İÇECEĞİ KAKAO VE ÇİKOLATA
Efsaneye göre Aztekler, taç giyme ve dini törenlerinde, Hava ya da Rüzgâr Tanrısı Qutzalcoatl tarafından insanlara sunulduğuna inanılan bir içecek içerlermiş. Tanrıyla konuşabilmek için bu kutsal içeceği içerlermiş. 1500 yıllarında tam II. Montezuma’nın taç töreni sırasında Meksika’ya gelen İspanyol talancı ve işgalci Cortez, bu acı, sıcak ve baharatlı bu içeceğin tadına bakmış. Sonrasında da Avrupa bu içeceği öğrenmiş. Kristof Kolomb da Avrupa’ya kakao fidelerini taşımış ve meyvelerini İspanya kraliyetinde Ferdinad ve İsabel’e sunmuş ama nasıl kullanılacağını bilemedikleri için kakaolar saray kilerinde kalmış. Kakao, Cortez’den sonra meşhur olmuş. İsveçli ünlü botanikçi Carl vonLinné de kakao çekirdeklerini “tanrıların yiyeceği-Teobroma” olarak adlandırmış.
AMAZON KIYISINDA BİR KÖY
Amazon kıyısında otantik-turistik bir köye gitmek üzere hazırlandık. Bir grup, küçük nehirden büyük nehre 6 kişilik küçük bir motorlu sandalla giderken diğerleri ormanda asma köprülerden geçerek yürüdü. Küçük nehrin suları öylesine çekilmişti ki kum dağları arasında sıkıştık ve sandalkuma oturdu! Sonunda Amazon’un 1,075 km uzunluğundaki kollarından biri olan Napo Nehri kıyısında büyük kayığa geçtik, nehir genişledi, akışı hızlandı ve hızla yol aldık. Kayık biraz daha uzun, biraz daha genişti. Yaklaşık 20 kişilik hızlı, motorlu bir kayık! Bulanık, koyu sarı-yeşil akan Amazon sularının ortasında kum tepeleri, hatta kum adaları vardı. Çılgın Amazon’un sürüklediği taşlar ve dev kayalar, sürüklenmiş kütüklerden oluşan adacıklar, bulunduğumuz coğrafyanın ne kadar hırçın olabileceğinin bir göstergesiydi. Pusuda bekleyen timsahlar ve pirana balıkları var mıydı bilmiyorum ama elimizi, kolumuzu sulara sarkıtamadık. Savrulan ve yüzümüze gelen sularla serinledik. Nehir çevresindeki yemyeşil gür ormanlar arasında birçokturistik tesis gördük.
Nehir kıyısındaki “Amazoonico” isimli bir bakımevi ve rehabilitasyon merkezine uğradık. Amazoonico, Amazon ve çevresinde yaşayan hayvanlar için 1993 yılında kurulmuş, bağış ve gönüllülük çerçevesinde işletilen bir merkez. Burada bir ay hayvanların bakımıyla ilgilenmek üzere “Amazoonico”ya gelen Avrupalı genç bir tiyatro sanatçısı bize rehberlik yaptı. Anneleri tarafından terk edilmiş ya da yaralı bulunmuş nesli tükenmekte olan hayvanları gördük. Bazıları tedavi edildikten sonra doğaya salınırken bazılarıtek başlarına vahşi doğada yaşayamayacakları için ömür boyu kafesler arkasında yaşamak zorunda kalıyormuş.
CANELOS KABİLESİ
Canelos kabilesi yağmur ormanlarında yaşayan bir kabile. Onların Napo Nehri kıyısındaki köylerini ziyaret edeceğiz. Kulübeleri sırıklar üzerinde yerden yüksek. Bu su taşkınlarına ve vahşi hayvanlara karşı bir önlemmiş. Kulübelerde uyuyorlar. Yemekhane tarafı ise toprak zeminde. Toprak çok sert, neredeyse taşlaşmış. Biz, otelden verilen diz boyu yüksekliğinde sarı lastik çizmelerle dolaşırken, köydekilerin hepsi çıplak ayaklı. Kamışın içerisine yerleştirilen ve üfleyerek düşmanlara fırlatılan, ucu zehirli oklarını gösterdiler. Kendi ustalıklarını sergiledikten sonra bizim de denememizi istediler. Hüsran demeyelim ama başarı oranımız düşüktü! Barutları olmasaydı İspanyol işgalciler bu ormanlardan zor çıkardı!
Yerlilerin geleneksel içkisi “Chicha-Çicha” nın tadına baktık. Güney Amerika’da genelde mısırdan yapılan çiçha içkisi Amazonlarda “tropik bölgelerin ekmeği” olarak adlandırılan karbonhidrat ve nişasta deposu bir kökten yapılıyor. Yerli dillerinden Guarani (Tupi) dilinde “Manioc” olarak adlandırılan ve Taino yerlilerinin “Caçabi” ya da “Yuca” dedikleri bu kök İspanyollar tarafından “cassava” adıyla Afrika, Hindistan ve Güney Doğu Asya’ya götürülmüş ve patates gibi yaygın kullanılıyor. “Yuca”dan içki yapmak zor ve uzun bir süreç. Eskiden mayalanmayı artırmak için “yuca çiğneyicileri” olurmuş. Çiğneyerek ağızda parçaladıkları kök parçacıkları içkinin mayalanmasını hızlandırırmış. Şimdi suyun içinde kaynatılan kökler süzülüyor, ağaç teknelerde havan gibi bir tokmakla dövülerek iyice eziliyor. Suya rendelenen bir parça tatlı patates, dövülerek yumuşatılmış köklerle karıştırılıp bekletiliyor. Birkaç kez tekrarlanan işlem sonrası teknede biriken su süzülüyor ve içiliyor. Haşlanarak yumuşatılmış köklerle ince yufka gibi ekmekler de pişiriliyor. Burada rendeler doğal! Bazı bitkilerin dikenli dış yüzeyi kurutulduktan sonra rende olarak kullanılıyor. Yemeğe gelince, yeşil muz yapraklarından oluşan masa örtüsü üzerindeki ahşap tabaklar ve lifle bağlanmış zarif, minik yeşil muz kabukları paketleriyle yapılan yemek sunumu bir harikaydı. Tabii yemek de çok lezzetliydi.
Geleneksel yerli danslarıyla bizi uğurlayan köy halkına veda ettikten sonra yine nehir kıyısında küçük bir kasabadaki seramik atölyesine gittik. Burada nehir suları o kadar çekilmişti ki bir süre nehir yatağının irili ufaklı taşları üzerinde yürüdük. Atölyede yerlilerin kara çamurla yaptığı seramikleri gördük. Seramikleri süsleyen ve su yolu ve kartal sembolleri çok tanıdık geldi. Ekvador’un Amazon bölgesine veda etmek, Pasifik Okyanusu kıyısındaki Guayaquil’e doğru yola çıkmak üzere otelimize döndük. Yine heyecan verici ve dolambaçlı bir yolculuk bizi bekliyor.
Haftaya Guayaquil ve Galapagos’ta buluşmak üzere, sağlıkla kalın.
Tülin Uygur yazdı...