29 Nisan 2024 Pazartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'Kazandığın parayı mezarın almaz!'

Çetin Susan

Çetin Susan

Eski Yazar

A+ A-

Bu sayfada, ‘Sporda Sendika’ dizilerine, taraftar örgütlenmelerinin e-bilet uygulamasına karşı mücadelelerine, devrimci futbolcu Metin Kurt’un yaşamı ve emek mücadelesine, sahada ölen ve öldüğüyle kalan spor adamlarının trajik süreçlerine yer verirken amacım hep demokratik örgütlenmeleri teşvikti. Bu yazının konusu farklı olmakla birlikte, hedefi aynı.
Enflasyon alıp başını gitmiş, döviz uçmuş, üretim düşmüş, iflaslar patlamış, işsiz sayısı 7 milyona dayanmış, genç işsizlik oranı 21’i aşmış, 2 milyon çalışan asgari ücretin altında, milyonlarcası da açlık seviyesinin çok çok altında kazanıyorken ve AKP iktidarı, istatistiklere takla attırarak, olmadı bürokratları değiştirerek, o da olmadı ‘cambaza bak’ taktikleriyle gerçeği perdeleme çabasındayken, bankaların keyfine diyecek yok!
Serbest piyasacılara göre ekonominin olmazsa olmazı, bana göreyse sömürünün vazgeçilmezi olan bankalara, kriz-mriz uğramıyor. Toplumun tüm kesimlerinin ekonomik sıkıntıyı iyiden iyiye hissetmeye başladığı bu yılın 3.çeyreğinde (Temmuz-Ağustos-Eylül) Türkiye’de faaliyet gösteren bankaların toplam net kârı, -geçen yıla göre de artarak- eski parayla 42 katrilyon TL olmuş! Sadece 3 aylık kâr, 26 milyon 250 bin adet asgari ücretin tutarı!
“GÖZLERİNİ KARATOPRAK DOYURACAK”
Yargı tarafından bankaların aleyhine peş peşe verilen kararlar ortadayken, yasal veya idari düzenlemeyle uygulamayı emsal durumdaki hak sahiplerine genelleştirmek yerine, herkesi tek tek hak aramak zorunda bıraktı hükümet edenler. Bu yolla hakem heyeti ve mahkemelerin iş yükü taşınmaz hale gelirken, bankalar da çaktırmadan kollandı.
Ekonomik işleyiş tamamen bankalara entegre edilerek; maaştan kiraya, fatura ödemelerinden maç biletine, kredi kartından mesafeli alışverişe dek para trafiği onların üzerinden yürür hale getirildiği için, yolu bankaya düşmeyen kimse kalmadı neredeyse. İktidarın limitsiz hoşgörüsüyle de, ‘kural koyucu’ konuma gelip gemi azıya aldılar.
Henüz yeni sayılır, faiz dışı gelirlerde (ücret ve komisyonlarda) sınır tanımadıkları dönem... Hatta 2013’de Erdoğan, bir banka patronuna, “Ya Allah aşkına faizden elde ettiğin gelir tamam, fakat bu faiz dışı gelirden elde ettiğin parayı gömüleceğin mezarı doldurmaya kalksak almaz. Vatandaştan almayın bu parayı, komisyonu almayın...” dediğini söyleyip, eklemişti: “Yok, doymazlar! Diyorum ya onların gözünü ancak kara toprak doyuracaktır.” O Erdoğan ki sermaye dostudur, varın anlayın artık...
Ama AKP samimiyetsizliği o gün de kendini ele vermiş, Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, bankaların aldığı ücret kalemlerinin 31’den 65’e çıktığını söylerken yetkili değil de gözlemci gibi konuşmuş ve “Bankalarda gözlemim, piyasalardan çok zeki insanları bulup istihdam ediyorlar. O yüzden bu kalemler sürekli artıyor” sözüyle de tüyü dikmişti.
“BÖYLE BİRŞEY OLUR MU ARKADAŞ YA?”
‘Mezarın almayacağı paralar’ faslından; kendi hesabımın cüzdanını işlemek için, umumi helâ parasına eşdeğer ücret almıştı bir banka mesela. Bir başkası, 8 ayda çıkabilen hakem heyeti kararıyla iade etmek zorunda kaldığı hesap işletim ücretini, 1 hafta sonra yeniden kesmişti.
‘Grup nakil ücreti’ diye; şubeye getirip müşterilerine ödedikleri para için, taksi bedelini mevduat sahibinden alan banka oldu. Ayakkabı mağazasının sattığı ayakkabıyı koyduğu poşet için ayrıca para istemesi gibi bir şey. İster azgınlık deyin, ister şımarıklık... Yıllarca, Yazıcı’nın ‘zeki insanları’ icat etti, ar damarı çatlamışlar uygulamaya koydu, fıtratında faiz karşıtlığı olan iktidar da bunları kolladı, haksızlıklarını, emrivakilerini seyretmekle yetindi, altta kalanın canı çıktı. Makyavelist AKP iktidarı için, ekonominin tıkırında olması adına her yol mubahtı çünkü.
Malum, sermaye doğası gereği azgındır. Kurallarla sınırlamaz, denetimi sıkı tutmazsanız yönetenleri de, toplumu da esir alır, kölesi yapar. Finans sermayesi de bu kapsamdadır elbette... Bunu teyit eden Türkiye patronlarının başkanı Hisarcıklıoğlu, bankalar için şöyle buyurmuştu: “Kârlarında müthiş patlama var. Sıkıntı şu, maliyetleri 1 artıyor, karşıya yansıtmaları 5! Bu vicdansızlık. Avrupa’nın en kârlısı Türk bankacılık sistemi. Böyle bir şey olur mu arkadaş ya?”
BU DA BANKALARIN KUMPASI
Meğer marifetleri(!) bildiklerimizden ibaret değilmiş bankalarımızın. Rekabet Kurulu sayesinde öğrendik ki; 4054 sayılı kanunun 4. maddesinin ihlal edildiği belirlenerek, 12 bankaya toplam 1 milyar 116 milyon 957 bin 468 lira ceza verilmiş! Aralarında anlaşarak kendi lehlerine, müşterilerin aleyhine olacak şekilde sonuçlar doğuracak faiz politikası belirlemişler. Yani halka, hepimize karşı birleşip kumpas kurmuşlar!
Rekabet Kurumu’nun internet sitesindeki 169 sayfalık karar metninde 28 adet belge var ki, evlere şenlik! Banka içi diyaloglarının, bankalar arası ilişkilerinin, -en azından sektörün yüzde 91’ini temsil eden bu 12 bankanın-bize gösterdikleri şirin yüzleriyle, janjanlı reklamlarıyla hiç ilgisi olmadığını anlıyorsunuz okuyunca... (Meraklısı için: Rekabet Kurulu Karar Sayısı: 13-13/198-100)
GARANTİ BANKASI’NIN SON İCADI
Böylesi musibetlerle karşılaştıkları halde, bankaların sınırsız iştahı, dizginlenemeyen hırslarıyla birlikte, diledikleri gibi davranma sorumsuzluklarından hiçbir şey kaybetmedikleri anlaşılıyor.
Taze örnek Garanti Bankası’ndan... Elinizdeki geniş kapsamlı 2 ayrı vekâlet ve ayrıca hesap sahibinin önceden bu konuda bankaya verdiği talimat ve bu talimata bankanın olumlu cevabını da içeren yazışmalarla hesaptan para çekmek için şubeye gidiyorsunuz.
Başka bankalarda ve resmi mevzuatta olmayan bir uygulamayla vekâletlere 5 yıl zaman aşımı süresi koyan bu banka, 5,5 yıl önceki vekâleti kabul etmiyor. (Oysa akademisyen ve hukukçuların, ‘Vekâlette zaman aşımı olmaz’ diyen makaleleri var.) Diğer vekâlet, talimat, ek yazışmalar hepsi sıradan kâğıt parçaları banka için. Üsteleyince hukuk servislerine soruyorlar. Bu arada 1 saat 45 dakika geçiyor, akşam oluyor, banka kapanıyor, temizlik başlıyor, müşteri hâlâ beklemekte.
Önerinizle, vekâleti veren noteri arayıp, geçerliliğini soruyorlar, noter yetkilisi azil yok, geçerli diyor. Bu defa da, bize bunu yazılı yolla diyorlar notere, noteri kendi personelleri sanıyorlar muhtemelen, olmuyor tabii. Parayı zevkle ödemiyorlar, oysa alıp bir an önce başka bir ödeme yapmanız lazım, ne gam... Bu işgüzarlığın, rezilliğin gerekçesi; ‘işlem güvenliği’ olarak açıklanıyor. Sizin ‘güvenliğiniz için’, sizi perişan ediyorlar. Vekil eden/paranın sahibi, vekâleti veren/noter, vekil/parayı alacak olan hepsi onaylıyor, sadece emanetçi/banka onaylamıyor! Ve zurnanın son deliği emanetçinin istediği oluyor, işlem yapılamıyor! Tam bir derebeylik düzeni!
Orada, “Esas, bankalara karşı ‘güvenli’ kılmak lazım müşterileri! Hem de her bakımdan... Örnekse, Rekabet Kurulu enselemiş işte suçüstü! Yargı da onamış!” deseniz ne fayda?..
PEKİ, NEYE GÜVENİYOR?
Peki, niye yapıyor banka bu lüzumsuzluğu? Keyfi öyle istediği için... Meydanı boş bulduğu, hesap soran olmadığı için veya mutlaka lehlerine olan başka nedenlerden... Sonuçta yapıyor, zarar veriyor ama bedel ödemiyor. Neye güveniyor müşteriye pervasızca davranırken? Herkesin her adımda yargıya gidecek hâli olmadığına ama esas, toplumun örgütsüzlüğüne! Örgütsüz toplumun sırtına biniyor, tıpkı diğer erk sahipleri gibi. Biliyor ki, ne yaparsa yapsın güçlü bir tepki görmeyecek, ceremeyi kendisi çekmeyecek. Bilinçli, örgütlü bir halkı karşısına almaya kim cesaret edebilir? Oysa şimdi tek bir kişiye yaranmak, ona biat etmek tüm riskleri karşılamaya yetiyor.
Bunları, finans sektörüyle ilişkisini bitkisel hayat düzeyine indirgemiş, bankalardan ağzı yanmış bir birey olarak yazıyorum, uzman edasıyla değil. Şu gerçek ki, kapitalist soygun düzeni sürdükçe, bu dertler bitmeyecek, sütunlar yetmeyecek. Amacım, can sıkıcı banka deneyimlerini başkalarının da yaşamaması için uyarı görevini yerine getirip, nisyan ile malul hafızamızı harekete geçirmek. Ha, tali fayda olarak, zıvanadan çıkmış bankaları -sözde değil özde- saygılı olmak konusunda dürtebilirsem, ne âlâ...

ATATÜRK KOŞUSU MESELESİ

27 Aralık yani Perşembe günü, Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişinin 99.yıldönümü... Aynı gün, 1936’dan beri gerçekleşen Büyük Atatürk Koşusu’nun 83.sü yapılacak.
2011 yılına kadar bu yol koşusunun parkuru şehrin ana arteri olan Atatürk Bulvarı üzerinden geçerken, AKP-Fetullah işbirliğinin zirve yaptığı o yıl parkur değişikliğine gidildi. ‘Trafik’ gibi yüz kızartıcı bir gerekçeyle Atatürk’ün adını taşıyan yarış gözlerden kaçırılıp, Dikmen-Balgat-Bahçelievler gibi insansız sayılacak bir güzergâhta koşulmaya başlandı.
2013’ün başlarında Ankara Valiliği, yasağı, milli bayramları da kapsayacak şekilde genişletti. Kutlamaların ‘günlük yaşamı ağır derecede etkilemeyecek’ güzergâhlara taşınmasına yapılan itirazlarıysa, Ankara 9.İdare Mahkemesi reddetti.
Yıllar geçti, ülkenin kurucu liderinin kabrine gitmemek için her seferinde başka bahane uyduran yöneticiler, bir gün uyandıklarında kendilerini ‘Atatürkçü’ buluverdiler ve hemen televizyonlara çıkıp, halka müjdelediler: Atatürk kimsenin tekelinde değildir! O bizim de Atatürk’ümüz!..
Elbette öyleydi. Ama sonra doz aşımına uğrayıp, kendilerini Atatürk’ün yerine koyacak hâle evrildiler. Vasiyetini falan beğenmeyip değiştirecek kadar benimsediler Gazi’yi(!) Yani bizzat ‘Atatürk’ oldular. Atatürk kalkıp gelse, bunların yanında ancak ‘Atatürkçü’ sayılabilirdi. Bu kadarına gerek yoktu aslında, halk samimiyetlerinin farkındaydı!
Bu sevgi seli içinde, bu yıl da Atatürk Koşusu’nun güzergâhını değiştirip, eski parkura döndürmeyi unutmuşlar. Alışmadık kafada şapka durmuyor, ondandır. Yarışa, bu açıdan tarihi itibarını iade etmelerini vakit varken hatırlatmış olalım.
Bu arada parkur-markur derken sakın aklınıza, ‘Yoksa yine mi vazgeçtiler Atatürk’ü sevmekten?’ sorusu gelmesin, seçimlere 3 ay kala bu ‘sevgi’ bitmez.